Durdum... Mahşerî bir kalabalık vardı... Renk renk insan doluydu her yan. Bambaşka yerlerden, bambaşka hayatlardan çıkıp, kapına gelmişlerdi. Güzel, akıllı, sevdâlı sayısız insan... Çirkini var mı diye baktım, göremedim... Hepsinde ayrı bir güzellik, ayrı bir tatlılık vardı... Kimi mahzun, kimi neşeli, kimi ümitsiz... Kimi ümit ve hayat dolu...
Bekleşiyorduk işte... Kapındı beklediğimiz...
Huzuruna alman ümidiyle bekleşip duruyorduk... En lâyık olmayan bendim belki...
Bütün mü’minlerin bir arada bekleştiği bu kapıda, ne olduğunu bilmez bir can olarak bekliyordum... Aralarında sohbet edenler, gülenler, düşünenler vardı. Meleklerin tebessümü de, sohbeti de ayrı bir güzellik taşıyordu. Ben sanki çok yabancı biriydim orada...
Biri gelip sordu:
-Oranın meleklerinden biri olmalıydı.-
“–İçeri girecek misin?”
Heyecanla:
“–Müsâade buyurulursa. Bilmem ki, beni içeri alırlar mı?” dedim.
Gönlüme baktım. Titrek bir mum gibiydi.
Zîrâ...
Bu kapı, öyle büyük bir kapıydı ki, önünde beklerken bile insan varlığından sıyrılıyor, sadece huzuruna çıkılacak Hüsn-i Mutlak’ın iradesine sığınıyordu. Bütün arzular orada yok oluyordu. O dilerse girilir huzura, dilemezse girilmez...
Müthiş bir korku kaplıyor içimi... Ya huzûra kabul edilmezsem... Ya O Hüsn-i Mutlak “Huzuruma giremez!” diye buyurursa...
Yunus misâli eşiğe yatanların bekleyişi; bir bakıma: “Bizim Yunus mu?” ifadesinin tecellîsini taleptir. Diğer yandan yaşadığı dakikaların her birinde biraz gaflet olan kulların bekleyişi de elbet, biraz tedirgin, biraz çaresiz, ama daima ümit dolu bir intizarla: “Bu da kulumdur!” ifadesinde zuhûr edecek ilâhî rahmet ve fazlı isteyiştir burada…
Burası abdestsiz atılan her bir adım için pişman olunduğu, gafletle yenilen her bir lokmanın zehir olduğu, büyük ya da küçük, bütün günahların, taşınması pek zor bir yük gibi sahibinin omuzlarına çöreklendiği, pişmanlıkların ve sıkıntının son demidir... Burası, hayat imtihanının sonuçlarının açıklanacağı yerdir...
Çetin mekân yâni...
Yâni kan terleten bir bekleyiş...
Artık herkesin âh biraz daha amel-i sâlih işleseydim diye hasretle tutuştuğu, fakat her türlü fırsatın ellerden alındığı demdir... Sadece bekleyiş vardır bu demde... Ve bu dem, kapının ardındaki cemâlin, bambaşka arzulandığı demdir.
Mizanların kurulduğu, hesapların dürüldüğü, korkuların ve ümitlerin zirveleştiği, Onun kudretinden başka bütün kudretlerin sadece bir âcizlik hâlini aldığı, beşerin iyiden iyiye şaştığı ve herkesin kendi derdine düştüğü dem...
Kapı açılıp kapanıyor...
Bekleşenler arasından içeri girme bahtiyarlığına erenler, aşk sarhoşluğuyla dolu dolu çıkıyorlar... Diğerleri ise cehennem azabından beter hasret ateşiyle yanıyorlar...
En güzelin, En Sevgili’nin huzuru bu... Elbet mest edecek... Diğer bütün güzelliklerin ömrünü tükettiği gönüller için, O’ndan güzeli yok ve olmadı ki, başkasıyla mest olsalar... Huzura kabul edilen ve aşk ile mest edilen bahtiyarlar, O’ndan gayrısının güzelliğini hiç görmediler ve istemediler ki, başkasıyla huzur bulsalar...
Sevgi, gönüllerinde bir dağ gibi büyümüş; Hâlık’ın aşkıyla bütün mahlûkâtı sevmişlerdi. Bütün sevdiklerinde sadece Allâh’ın güzelliğini temâşa etmişlerdi vaktiyle... Cesetlerinin geçici heveslerine aldanmamış, fâni güzellikler uğruna imanlarına kıymamışlardı...
Kendi varlıklarında gizli nice güzelliğin de, sadece ve sadece O’nun bir ikrâmı olduğunu bilmiş, hissetmişlerdi... Tüm kötü ve çirkin işlerini nefislerinden, tüm güzel ve hayırlı hâllerini de O’nun rahmet denizinden bilmiş, hep şükretmişlerdi...
Herhâlde şükür ve istiğfar içinde olanlar, elbette huzurda mest olmaya lâyıktılar...
Fakat ben bu bahtiyarlar arasına girip giremediğimi bilmiyorum... Dolayısıyla tek yapabileceğim şey, gözyaşlarıyla O’nun iradesi karşısında lâl olup susmak ve onun nihayetsiz merhameti karşısında ümitten ibaretti...
O bir ulu Padişah, bense sefil bir köle...
O, âlemlerin en cömertiydi... Ben de, O’nun engin ve büyük sahrasında küçücük bir kum tanesi bile değildim?
“–Ey Rabbim!” dedim. “Sükûtum ve acziyetim de Sana duâ hâlindedir... Dilim eğer zikrinden gâfil dönmüşse, bu, benim hamlığımdandır; affet!.. Ne ki ikrâm eyledin, rahmetindir... Çöl ve pınar Sen’in sultanlığından...”
“–Ben, dedim; yana yana Sen’in kapına geldim... Başka ne bir kapı bildim, ne de istedim... Yâ Rab, Senin kapından başka bir kapı var mı ki, gideyim?
Elimde azık, cebimde metâ yok.
İşte, dedim, işte Sana geldim...
Aç, fakir, kimsesiz bir garibim...
Kul olamadıysam da, kabul buyur Rabbim...” dedim.
Benim gibi yalvaran nice diller, yaşlı gözler vardı bu kapıda…
Mahşerî bir kalabalık vardı...
Sustum...
O an içimdeki ümit mumu, bir güneşe döndü:
Zîrâ kapısında beklediğim öylesi bir Sultandı ki...
Rahmân’dı...
Rahîm’di…
YORUMLAR