Ah kanayan şehirler! Beyrut, Gazze, Kabil, Bağdat ve daha niceleri… Kaderiniz nasıl da benziyor birbirinize. Dünyanın gözü önünde acılarınızda kayboluyorsunuz. Siz yanıyorsunuz, biz ağlıyoruz. Siz ağlıyorsunuz, biz susuyoruz, sessiz ve derin hıçkırıklarımızla… Bizlerin fiilleri de sanki bozulmaz bir kadermiş gibi aynı dilde…
Seninle ağlamam beni affettirir mi? Seninle birlikte benim de yüreğimin kanaması, sokaklarında kaybolmam, acılarını azaltır mı, ey şehir? Bombalanan mahallelerini, toz duman olmuş evlerini bile izlemeye dayanamazken ben; sen nasıl dayanıyorsun altında kalan yüzlerce cana, annesinin koynunda soluksuz kalan yavruya, kana bulanmış umutlara, küle dönmüş hayallere, yok olan geçmişle birlikte karanlık bir geleceğe?.. Bu nasıl bir güçtür yâ Rabbi; benimki nasıl bir âcizliktir? Görmeyince gönül katlanıyor. Katlanıyor da gerçekler bütün acımasızlığıyla yüzüme çarpıyor, sıcak ve keskin molozların arasından, yine acıtıyor canımı… Bir gazete haberi, bir ilân yüzleştiriyor içimdekilerle… Düğümleniyor her lokma boğazlarıma seni hatırlayınca… Ağlıyorum, ağlıyorum doyasıya…
“–Ağlamak bile...” diyorum, “haram bana!..”
Suçlanıyorum her rahatlığıma… Okşadığım çocuklarıma, yeni aldığım elbiseye, pişirdiğim her böreğe.
“–Yavrucuğum!” derken, senin annelerin geliyor aklıma ey şehir!.. Kanadı kırık kuşlarının parçalarını arayan anneleri düşününce dokunamıyorum çocuklarıma… Enkazların altında ezilmiş çeyiz sandığını görür gibi oluyorum, yürümek istemiyorum eşimle… Nişanlısından geçtim, düğünü yeni olmuş genç kızın kana bulanmış gelinliğini hatırlıyorum; yırtmak istiyorum tüm giysilerimi… Bütün bunları yazarken bile utanıyorum aslında, acılarınızdan mı faydalanıyorum diye…
Âh, âh uzatsam ellerimi de fırlatılan her füzeyi tutabilsem, her bombayı durdurabilsem!.. Yıkılan her binanın yerine ikincisini dikebilsem… İğne oyalı danteller göndersem cevizden sandıklarla; minicik tulumların üzerine “Bebem!..” diye işlesem… Baston olsam kırılan kollara, bacaklara… Emzirebilsem annesiz yetimleri… Yine de geçmez acılarınız, bilirim. Acılarınıza acı katacak, hep yakacak yaralarınıza sürülen her merhem, yaşananları tekrarlatacak. Bilirim, aklınızdan çıkmayacak yaşananlar…
Kızların çeyiz sandığında sakladığı hayalleri moloz yığınlarının altında kaldı. Lohusa kadının, bebeğine söylediği ninniler boğazına takıldı. Ağıtlar toprağa katıldı. Nice mektuplar yakıldı oğuldan babaya gidemeden... Umutlar söndü bir bir, masallara acılar yazıldı …
Âh kanayan şehir!.. Kanadıkça acıyan, acılarında kaybolan şehir… Yakılan şehir, yandıkça yakan, hüzünle bakan şehir… Küllerinden tekrar doğ, benim için... Bir Bağdat, bir Gazze, Beyrut, Kabil olarak yeniden diril!.. Defalarca ameliyat edilsen de, oksijensiz kalsan da masada kalmadığını göster bana… Haykırmanı istiyorum bana:
“–Basit boykotlardan ve başkalarını suçlamaktan başka ne yaptın, benim için?” demeni istiyorum Allah aşkına!..
Mahşere bırakma hakkını!.. Bırakırsan altından kalkamam, binlerce mazlum âhının… Kalk, halkına yandığım şehir!.. Kalk, ne olur! Binlerce duâ ediyorum sana. Yüzlerce “Fetih” okunuyor, senin için. Bebeğinin parçalanan bedenini arayan annenin hatırına vazgeçme, diren inatla!.. Biliyorum, biz de dayanılmaz acılar yaşatıyoruz sana... Diyorsun ki, düşman başka da, bir de dost ihaneti olmasa… Biliyorum, savaşın daha kolay olacak dilsiz şeytanlar araya katılmasa, işin hiç de kolay değil, farkındayım, inan bizim de kolay değil!..
Her yerde ayrı bir taktik uyguluyorlar. Dört bir yanımızı ahtapot gibi sarıyorlar. Her gün başka bir devlet yıkıp başka devlet kuruyorlar. Kendileri için “yeni bir dünya” istiyorlar. Bunun için masallar anlatıyorlar, insanlığı derin uykulara salan... Uyanmamamız için de bize hep bir avuntu bırakıyorlar. Oynuyorlar bizimle... Kendimizi nasıl bitirdiğimizi izliyorlar ve gülüyorlar. Bazen tankla tüfekle, bazen füzeyle, bazen içimize sokulan bir fitne ile… Yok etmek için değil, köleleştirmek için canla başla çalışıyorlar. Tembelleştiriyorlar bir televizyon dizisi ile, internette bir gezinti ile… “Siz üretmeyin, biz getiririz!..” telkinleri ile evimize giriyorlar. Sürekli fikir çatışması yaptırıyorlar, düşünce özgürlüğü adı altında değerleri zorlayan… Âileleri parçalıyorlar, nice tuzaklar kuruyorlar. Nice gruplaşmalar ortaya çıkıyor, nice sapkın tarikatlar… Başka düşman arayacak takatimiz kalmıyor, kendimizle uğraşmaktan… Önce çocuğumuz düşman kesiliyor bize, sonra eşimiz uzaklaşıyor evden... Ardından kendimiz vazgeçiyoruz iyiden, güzelden… Diyoruz ki:
“–Ne gelir elden?”
Fayda bekliyoruz bencillikten, “önce kendin” gibi bir felsefeden...
Ey şehir, sen bombaların altında kayboldun; ben fitnelerin arasında gaflet denizinde boğuldum. Ben bunlarla uğraşırken, sen, benim adıma da ağlıyorsun hep!.. Biliyorum, senin savaşın çok daha başka. Bizler kör bir kuyuya hapsedilmiş köleler olarak sizleri nasıl özgür kılabiliriz?..
Her şeye rağmen biz kıpırdayamasak da, zâlim, gökten ateş yağdırsa da, esas göklerin sahibi var yanınızda.
Bu yüzden savaşı sen kazanacaksın ey şehir!..
Her sokağın işgal edilse de, her yuvadan bir çığlık duyulsa da, bizlere rağmen zafer senin olacak!..
Duvarları yıkılan evlerden duvarları olmayan diyarlara göç eden binlerce şehidin olacak senin.
Varsın evler kurulmasın yeniden… Barajlar, hastaneler yapılmasın… Yıkıntılar arasında kalsın binlerce umut… Yine sen kazanmış olacaksın bu savaşı!..
Ey şehir, çünkü sen bu savaşta cenneti bulacaksın. Bizler içimizdeki gaflet deryasında kulaç atarken, üzerimizde sizlerin hakkı, dilimizde aynı şikâyet ve üzüntü, hep hatamızı arayacağız. Konuşacağız hayıflanarak her gün...
“–Müslümanlar rahatını bozmuyor!..” derken kendimizi unutup, topu, hep başkasına atacağız.
Ben böyle olmak istemiyorum. Sizin yanınızda olmak istiyorum. Elinizi bana da uzatın, hüzünlerin ötesinde mutlulukları yakalayacak olan şehrin insanları!..
Sizi çok seviyorum ben!..
Af dilemeğe yüzümün olmadığını bilsem de vazgeçmiyorum elinizi eteğinizi öpmekten, inanın ben sizden daha yalnızım, daha âcizim.
Elimdeki tek imkânım olan duâ ve bedduâ silâhımı kime çevireceğimi bilmiyorum. Minicik bebeklerimin, ağlamaktan kısılmış seslerini duyamıyorum.
Âh, kanayan şehrimin mâsum yavruları!.. Küçücük bedenlerinizin tanık olduğu cefâları tâkip etmeğe bile yetişemiyorum artık!..
Her enkazın altından bir mezar, mezarda yumuk bir el, insanlık adına bir kâbus çıkıyor. Hıçkırmaktan başka bir şey yapamadığım için kahroluyorum küçüğüm!..
Mahvoluyorum zeytin gözlü, kıvırcık saçlı çocuğum!..
Özür diliyorum; binlerce kez özür diliyorum… Sizin beni affedeceğinize dâir inancım zayıf olsa da, sizin kan kokan bedenlerinizin gül kokusuna dönüşeceğine dâir inancım sonsuz…
Elinden tutup Güllerin Efendisi’nin gülden şehrine gideceksiniz, diye bir tesellî düşüyor buruk gönlüme…
Bu savaşı kazanmış bir şekilde giderken sizler, zümrütten köşkünüzde ben gıpta ile bakacağım size... Hep bekleyeceğim elimden tutar mısınız diye…
Çünkü ben, sizi seviyorum.
YORUMLAR