Kalpteki Hüzün

Allah Rasûlü Efendimiz’in biricik oğlu İbrahim -radıyallâhu anh-, vefat ettiği zaman Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu kendi elleriyle defnetti ve gözlerinden inci taneleri gibi yaşlar aktı. Sahabe-i kirâm, Efendimiz’in ağladığını gördüklerinde:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Ölen insanın arkasından ağlamayı siz bize yasaklamıştınız. Ama siz de ağlıyorsunuz.” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:

“-Göz ağlar, kalp de mahzun olur, ancak Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz! Vallâhi ey İbrahim, biz senin ayrılığınla çok üzgünüz!” (Buhârî, Cenâiz, 43; İbn-i Sa’d, I, 138)

Dünyada bize ikrâm edilen hayatın içerisinde herkesin, bir insan olarak yaşaması mukadder olan birtakım hadiseler vardır. Bunları dünya hayatında her canlının yaşadığı gibi insan da yaşar, tecrübe eder. Dünyaya irademizle gelmediğimiz gibi, dünyadan gidişimiz de bizim irademizde değildir.

“…Biz, O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz!” (el-Bakara, 156) düstûrunca dünya hayatının fânî olduğu şuuruyla hareket etmekle mükellefiz.

İnsanın psikolojisini en iyi bilen Rabbimiz, yine insanı imtihan etme sadedinde:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (el-Bakara,155) buyurmaktadır.

Demek ki hiç kimse, imtihandan ve denenmekten berî değildir. Hayatın akışı içerisinde yaşadığı sevinç ve kederler; insanın kendi haddini, acziyetini idrak etmesi içindir. Nasıl ki dünyaya ilk gelişimizde her türlü acziyetle annemizin şefkatine, babamızın merhametine muhtaç isek, aslında bu ihtiyaç, hayat boyu devam etmektedir.

Varlık âleminin en şereflisi olan insanın binbir türlü lütuf ve kahır arasında Rabbi tarafından imtihana tâbî tutulması, onun, sonunda kazanacağı veya kaybedeceği şeyin büyüklüğünden ileri gelmektedir.

İnsan da dünya üzerinde her yaratılan gibi varlık sahnesine çıkmış, sonradan meydana gelmiş bir varlıktır. Ancak bitki, hayvan ve eşya gibi diğer varlıklardan çok önemli bir farkı vardır. O da; aklı, iradesi, nefsi ve rûhuyla; Allâh’ın dînine ve emanetine muhatap olmuştur.

Bu özellik, insana dünya hayatında ağır bir imtihan yükü yüklemektedir. Her insanın ortak imtihanı, “Allâh’a kul olmak” olduğu gibi, sahip oldukları imkân ve özelliklerin farklı olmasından dolayı, insanın imtihanlarında da çeşitlilik hâkimdir. Hattâ her insanın imtihanı birbirinden farklılık gösterir.

Bu imtihanlar karşısında mânevî bakımdan güçlü olabilmenin tek yolu ise, tam bir teslîmiyetle Rabbine bağlanabilme şuurudur. Mü’minin içinde olması gereken ruh hâli:

“Her ne hayır gelirse Hak’tan; her ne şer ile karşılaşmışsak, o da kendi hatalarımızdan!” şeklinde özetlenebilir.

O mâhiyet itibariyle bütün hayır ve şerrin kaynağının Allah olduğunu bilir. Allah’tan hayır ve güzellik isterken, şer ve musîbetlerden de yine O’na sığınır. Zira O’ndan başka gerçek sığınak ve güç sahibi de yoktur!

İnsanın en ağır imtihanlarından biri, “yakınlarını kaybetmek”tir. Annesini, babasını, evlâdını, çok sevdiği eşini, dostunu kaybeden insan, sarsılır, bocalar. Güvendiği, bağlandığı bir direk, gözünün önünde yıkılıp gitmiştir. İşte böyle ağır bir imtihan içinde, kişinin hangi tepkiyi verdiği, onun îman ve teslimiyet kalitesini ortaya koyar.

Böyle bir insana yaklaşmak, onu tesellî etmek, onun îmânını kuvvetlendirecek sözler söylemek veya bunun zıddına onu isyana ve hataya sevk edecek ulu orta konuşmalar yapmak da çevresindeki kimselerin imtihanıdır.

Biz müslümanlar olarak, hayatın bir gerçek olduğu gibi, ölümün de bir hak ve gerçek olduğunu biliriz. Bir gün kendimizin öleceğini bildiğimiz gibi, “can taşıyan” bütün varlıkların da er geç öleceğini biliriz. Kendi canımızın sahibi olmadığımızı iyi bildiğimiz gibi, diğer varlıklara verilen hayatın da birer emanet olduğu şuurundayız. O hâlde biz, her ân, her vesîleyle gelecek olan ölüme hazırız yahut hazır olmalıyız.

Kendi ölümümüz için helâlleşme, borçları ödeme ve vasiyet gibi hazırlıklarımızı tamamladığımız gibi; yakınlarımıza gelecek ölüm hususunda da maddî-mânevî hazırlıklı olmalıyız. Böyle bir hazır olma hâli, belâ ile ilk karşılaştığımız anda sekînetimizi korumamızı ve kadere râzı olmamızı kolaylaştıracaktır. Zira sabır, belânın ilk geldiği anda gösterilen metânettir.

Buna ilave olarak; hem insanî, hem de dîni vazifelerimizden birisi de komşu, akraba ve dostlarımızın acılı ve sevinçli anlarında yanlarında olmaktır. Bundan dolayıdır ki Efendimiz, meşrû olan dâvetlere iştirak etmek gibi, cenâze teşyiini, hasta ziyaretini de sık sık tavsiye etmiştir.

Sevinçlerin paylaşılması onu artırdığı gibi, üzüntülerin paylaşılması da onu hafifletir. İnsan en zor gününde yalnız olmadığını hisseder. Îtidâlini korur. Bu ziyaretler, insanların kendi duygu gelişimleri açısından, kendini başkasının yerine koyma, onunla hemhâl olmayı öğrenme açısından da çok önemlidir.

Özellikle şehir hayatında ihmal edilen veya aceleye getirilen bu ve benzeri vazifeler, günlük hayat akışımızdan kendimizi alıp, hem bir yaraya merhem olmaya, hem de kendi iç muhasebemizi yapmamıza vesile olmaktadır. Anadolu insanının:

“Dost acı günde belli olur.” ifadesinde kendini bulan, dostlarımıza “gerçek dost olduğumuzu hissettirme” fırsatı da bu demlerdir.

Zira insan yaratılış itibarıyla zayıf ve âciz yaratılmıştır. Hangi imkâna ve hangi insânî güce sahip olursa olsun, muhatap olduğu acı hâdiseler karşısında, yanında dostlarını görmek ister. Hakikî dostlar, sadece maddî olarak yanında olduğunu göstermezler. Belki ondan daha önemli bir şekilde, kulun bütün duygularını hassasiyet içinde yaşadığı o kritik vakitte, onun aklını ve duygularını hayra, güzelliğe, sabır ve teslimiyete yönlendirirler.

“-Allah verdi, Allah aldı.” cümlesinde özetlenen ifadesiyle her şeyin sahibinin gerçekte “O” olduğunu hatırlatırlar. İnsanın gönlünün, zihninin ve ayağının kaymasını önlerler.

Bu sebeple hastalıklar, açlık, yokluk ve uzun süren mahrumiyetler yahut âniden gelen ölüm ve kazalar; insanı içten içe kemiren büyük musîbetlerdir. Böyle kasvet dolmuş gönüllere bir pencere açarak onun içindeki dumanı tahliye etmeli ve o kimseyi, nefsin ve şeytanın elinde oyuncak hâline dönmekten korumalıdır.

Hiçbir zaman ölümle veya hastalıkla öç alınmaz. Bu, insanın düşebileceği en süflî bir durumdur. Çünkü bir insanın yaşadığı imtihan, bir gün bizim de başımıza gelebilir. Hattâ en ağır bir şekilde daha üzüntü verici durumlarla karşılaşabiliriz. O yüzden yine cemiyetimizde ifade edilen; “Düşmez kalkmaz bir Allah!” hakikati de hastalığın, acının, ölümün insana has olduğunu dile getirir.

Velhâsıl, insan acı yaşar, derde dûçâr olabilir. Bir zamanlar sevinçli bir hayat içindeyken, an gelir sıkıntılı bir duruma düşebilir. Fânî olan her varlık gibi, yükselişi ve düşüşü kader plânındadır. Şu bir gerçektir ki, zaman akar, rüzgâr diner, olacak olur ve ardında kalpte derin bir hüzün kalır. Bütün bunların insan için tabiî bir seyir olduğunu bilmek ve o istikamette bir hayat yaşamak; hem insânî, hem de İslâmî vazifemizdir.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle