Müftülükten telefonla arıyorlar:
“-Hocahanım, vazifenizi bitirir bitirmez, dâireye uğrayın, burada önemli bir hizmet var.”
Saat 16:00 suları ve günlerden Cuma… Vaazımı bitirir bitirmez hemen müftülüğe geldim ki, 22 yaşlarında bir genç kızı gösterip durumu açıklıyorlar:
“-Hocahanım, bu kızımız, Edirne’den İstanbul’a birçok güçlüklerle gelmiş. Sabah saatlerinde Sinanpaşa Câmimizin din görevlileri, kendisini avluda otururken bulup müftülüğe getirmişler. Şimdi siz bu evsiz, barksız, kimsesiz kızımızı -biz kendileri ile görüştük- Beyoğlu Kaymakamlığı’na ait «Kadın Sığınma Evi»ne bırakacaksınız.”
Yıl 2005 ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Âile İrşad Rehberlik Büroları, Türkiye’nin sayılı illerinde yeni yeni çalışmalara başlamıştı. Bu saha, dibi görünmez bir kuyu idi ve âileye dair öylesine büyük problemler vardı ki, problemlere nasıl yaklaşacağımızı keşfetme zamanlarında idik.
Mesâî bitimine çok az kaldığı için hızla Kadın Sığınma Evi’ne geldik. Ben, görevlilere durumu anlatıp kızcağızı bırakıp evime döneceğim diye düşünürken; kurum psikiyatristi, “kızımızın kendisi ile özel görüşme yapmadan sığınma evine alamayacaklarını” söyledi.
Ve yapılan görüşme sonrası, “kesinlikle sığınma evine alamayacaklarını, alabilmeleri için genç kızın rehabilite olması gerektiğini” bildirdiler.
Sebeplerini sorunca; kızdan öğrendikleri bazı şeyleri aktararak, kızın gayr-i meşrû bir ilişki sonucu dünyaya gelip câmi avlusuna bırakıldığını, Çocuk Esirgeme Kurumu’nda 15 yaşına kadar kaldığını, kız arkadaşına tecâvüz olayını gözleri ile görünce kurumdan kaçtığını ve 22 yaşına kadar Edirne’de gerek hastane banklarında, gerekse karakol banklarında yatarak hayatını devam ettirdiğini, bu yıllar içinde ise psikolojik olarak çok fazla yaralar aldığı için çok isyankâr ve her şeye tepkili olduğundan sığınma evinde kalan diğer kadın ve çocuklara zarar verebileceğini söylediler.
Onların görüşmesini beklerken, bekleme salonunda ağzı yüzü dağılmış, birçok dikiş atılmış bir hanım da benimle birlikte bekliyordu. Doğu Anadolu’dan eşinin işkencelerinden dolayı gizlice kaçıp İstanbul’a gelmiş ve kendisine yardımcı olan bir hanımla sığınma evine girmek için bekliyorlardı. Kadın, o kadar ürkek ve korku dolu bakıyordu ki, şiddet gören ve güvercinden daha ürkek olan bu insanları korumak, hem hak, hem de vazifeleriydi doğrusu… Mesâî saati bittiği ve ertesi günü hafta sonu olduğu için ne yapabileceğimi sordum, bana:
“-Pazartesi gününe kadar yapılacak hiçbir şey yok!” dediler.
Bu cevabı alınca ne yapacağını bilemeyen bir şaşkınlıkla kızcağıza:
“-Alamayacaklarını söylüyorlar, şu an yapacak hiçbir şeyimiz yokmuş.” deyiverdim.
Dememle birlikte kızcağızın çıldırması bir oldu:
“-Hani beni yerleştireceğinizi söylemiştiniz, siz yalancısınız, siz…”
Cümleler devam ediyor ve küfürler havada uçuşuyordu. Şaşkınlığım korkuya dönüşmeye başlamıştı ki; görevli hanım deyiverdi:
“-Gördünüz mü neden alamadığımızı… Çok öfkeli ve şiddete meyyâl… Terapi olup, normal insanlar gibi davranmaya başlamadan, sığınma evlerine alamayız.”
Bu kez görevli hanıma küfretmeye başladı ve biz apar topar soluğu dışarıda aldık. Beyoğlu sokaklarından Taksim meydanına doğru yürüyoruz ve genç kız, o kadar çok öfkeli ki, küfürler, tehditlere dönüşmeye başladı. Taksim meydanına gelince, beni yakamdan kavrayıp:
“-Ne dersin, şimdi seni öldüreyim mi? Seni öldürürsem, işte o zaman gidecek bir yer bulurum.” diyor, bütün ümidini kaybettiği için, kaybedecek hiç bir şeyi kalmayan kişinin öfkesi içinde… Ben kızcağızı sâkinleştirecek cümleler bulmakta güçlük çekiyorum. Çevremizde bir Allâh’ın kulu yardım etmiyor.
“-Neler oluyor, ne yapıyorsunuz? Sen neden bu hanımın boğazını sıkıyorsun?” demiyorlar.
Yaşananlar, kimsenin umurunda değil!..
Tam o esnada benim ne yaptığımı merak eden müftü vekilimiz telefonla aradı. Zaten elimde olan telefonu güçlükle kulağıma götürüp, hiçbir kelime konuşamadım. Onlar duydukları seslerden durumun hiç de iç açıcı olmadığını anlayıp yüksek sesle:
“-Polise hemen haber veriyoruz, hoca hanım, siz korkmayın!..” diye bağırdılar.
Genç kız, “polise haber verme” sözünü duyar duymaz beni bırakıp koşar adım Taksim meydanından uzaklaştı. Ben sadece:
“-Kız kaçtı!..” diyebildim. “Kaçtı, şimdi nasıl yakalayayım?”
Oturdum, anıtın önüne, başladım ağlamaya... Kendi hâlime değil, küfürlerden dolayı çok utandığım için değil, yaka-paça hırpalandığım için değil, tekrar sokağa terk edilen genç kız için hiçbir şey yapamadığıma ağlıyorum.
Bana:
“-İyi ki kaçmış, ya kaçmasa, sen evine götürseydin ve gece ümitsizlik içinde kendini öldürmeye kalksaydı ne yapardın? Her şeyde bir hayır var, üzülme!” dese de arkadaşlarım, hiçbir şey vicdanımı rahatlatamıyor. Psikiyatrın sözleri kulaklarımda yankılanıyor:
“-Kızcağız, kaç kez tâcize uğramış, insanlardan çok kötü muâmele görmüş!..”
Sokaklar ve tek başınalık…
Sırf nefsi istediği için gayr-i meşrû ilişki yaşayıp bedelini ödemek istemeyen ve kızını câmiye terk eden annenin kalpsizliğini mi, kurumda küçücük anasız-babasız, kimsesiz çocukları tâciz eden kalpsiz görevlileri mi, sokakta onu yalnız görüp de türlü çirkinliklere kalkışacak kadar kalbi kaskatı olan, sözüm ona insan müsveddelerini mi… hangisini düşüneyim bilemedim!.. Kalpsizlik, ne büyük kötülük… Kalpsiz insanların çevrelerine verdiği zararlar, insanlara yaşattıkları acılar, ne kadar büyük ve kalpsizlik ne büyük zulüm…
Nefsinin isteklerini ilâh edinip de canının her istediğini yapmaya kalkan kalbi katılaşmış insanlar, kendi canlarının istediğini yaparken kaç mâsumun canını yakıyor, hayatını mahvediyorlar. Dünyayı yaşanılmaz hâle getiren, katı kalpli zâlimler değil mi?
Ya normal olduğunu söyleyen insanlar, o ne büyük bir vurdumduymazlık, umursamazlık…
“-Yapacak bir şeyimiz yok!” derken o görevli; bir alternatif sunamaz mı idi, çare üretemez mi idi? Kızcağız krize girip de beni hırpalarken çevreden umursamaz bakışlarla bakan, zerrece müdahale etmeyen insanlar, bu derece duyarsızken kim bilir ne düşünüyorlardı? Aslında düşünüyorlar mı idi? İnsanoğlu, kendi kabuğunun içine sımsıkı saklanmış ve çevresini göremez olmuş. Gördüğü kötülüğü düzeltmek için gayret eden kaç kişi vardır ki? Sessizce uzaklaşmak mârifet olmuş. Suya sabuna dokunmamak öğretilir olmuş çocuklara… “Kendini düşün”, “kendin için yaşa”, “kendinden başka kimseyi umursama”, “bu dünyaya bir kere geldin”, “hayatını yaşa” zihniyeti, artık yeni inançlarımız olmuş. Duyarsızlık, “görmüyor, duymuyor, bilmiyor” gibi yapmak, kalpsizlik değildir de nedir?
Ancak vicdan duygusu, insanı, kötülük yapması hâlinde kınayan bir güç (en-nefsü’l-levvâme) hâline gelebileceği gibi (bkz: el-Kıyâme, 2), aynı vicdan duygusu, köreltilerek kötülük karşısında duyarlılığını kaybetmiş ve “kaskatı kesilmiş kalp” hâline de dönüşebilir. (bkz: el-Mâide, 13; ez-Zümer, 22)
Pasif mümin olmak…
Allâh’ın bizden istediği kulluk ki, Rabbim, aktif mü’mini, aktif iyiyi sever. “Pasif iyi” yani, etliye-sütlüye karışmadan, kötülüğü düzeltmeye çalışmadan, kendince iyi olduğunu zannedenler, taşın altına elini koymayanlar, katı kalplilerin en önde gideni olmazlar mı? Zâlimin zulmüne sessiz kalmak, -biz ne kadar iyi olursak olalım- acı çekenlerden uzak durmak, merhamet midir?
“…Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46)
“…De ki: Hiç (kalp gözü) kör olan ile (kalp gözü) gören bir olur mu? Hiç tefekkür etmez misiniz?” (el-En’âm, 50)
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyuruyor:
“Gözlerimiz, bakışlarımız, gönlün rotası istikâmetindedir. Gönül isterse, göz yılana bakar, yani zehire bakar; gönül isterse, göz ibret alacağı, ders alacağı şeylere bakar.
Gönül isterse göz, dünyaya (ve nefsin arzu ettiği) dünya nîmetlerine bakar; gönül dilerse göz, mânâya (nazar eder, hikmetler devşirir), ilâhî sırlara âşinâ olur…
Gönül dilerse, el parmakları ile hesap yapar, dilerse o parmaklar, kitap ve eserler te’lif eder.
Dikkat ediniz, bütün bu işleri yapan hünerli el, aslında içte bulunan gizli bir elin (yani kalbin) dilediği gibi hareket eder. O gizli el (yani tefekkür ve tahassüs merkezi olan kalp), bedenimizin şu görünen elini maşa gibi kullanarak (müsbet ve menfî) işler yaptırmaktadır.”
Neden “aktif iyi” olup da başkalarının iyiliği için mücâdele etmiyoruz; çünkü yaşamayı çok seviyor, ölmekten de çok korkuyoruz!.. Uzun emellerimiz var ve onları elde etmek için büyük bir dünyevî hırsın peşindeyiz. Durumu bizden iyi olanlara haset ediyoruz. Bunların hepsi, kalp katılığının şûbeleri değil de nedir?
Allah Rasûlü buyuruyor:
“Dünyada misafir gibi olun! Mescitleri ev ittihâz edin! Kalplerinizi rikkate (incelik, zarâfet ve hassâsiyete) alıştırın! (İlâhî azamet ve kudret akışlarını) çok tefekkür edin ve çok ağlayın! Nefsânî arzularınız sizi değiştirmesin.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 358)
Kanadalı bir çocuğun, uluslararası bir konferansta yaptığı konuşma, beni ne çok etkilemişti:
“-Kanada’da bizler ayrıcalıklı bir hayat yaşıyoruz, bol gıda, su ve barınak... Saatlerimiz, bisikletlerimiz, bilgisayarlarımız ve televizyon setlerimiz var. Sahip olduklarımızın listesi iki günde saymakla bitmez.
İki gün önce şurada Brezilya’da sokakta yaşayan çocuklarla vakit geçirirken, çarpılmışa döndük. Brezilyalı bir çocuk şöyle diyordu:
«-Keşke zengin olsaydım, o zaman bütün sokak çocuklarına yiyecek, giyecek, ilaç, barınak, sevgi ve yakınlık verirdim.»
Hiçbir şeyi olmayan bir sokak çocuğu bile paylaşmaya râzıysa, neden her şeyi olan bizler, hâlâ bu kadar aç gözlüyüz?
Düşünmeden edemiyorum, bu çocuklar da benimle aynı yaşta ve doğduğumuz coğrafya sebebiyle aramızda muazzam bir fark var. Ben de Rio Favelas’da yaşayan o çocuklardan biri olabilirdim. Ben de Somali’de açlıktan ölen bir çocuk olabilirdim. Ya da Ortadoğu’da bir savaş kurbanı veya Hindistan’da bir dilenci…”
Dünyayı kendisinden ibâret bilen ve kimsenin derdi ile dertlenme rikkatini gösteremeyen büyüklerine, bu çocuğun söylediği sözler ne kadar ibret dolu… Kalpsizlik, zâlimlik ve aç gözlülüğün yanı sıra insanları bir de cimrileştiriyor!..
Sosyal hayatımız zedelenecek, îtibarımız yerle bir olacak diye özürlü olduğunu öğrendiği bebeğini aldırmaktan çekinmeyen anne-baba; “Ben bu çocuğa hazır değilim!” diye kürtaj olan hanımların kalpleri nerelerde? Şeytan, amellerimizi nasıl da bize süslü ve iyi gösteriyor, sonunda harika mâzeretler buluveriyoruz.
İstediği gibi gezemeyeceği, istediği gibi istirahat edip uzanamayacağı, keyfince yiyip içemeyeceği, yani hayatını yaşayamayacağı (!) için, bakıma muhtaç kayınvâlide ve kayınpederini kabul etmeyen damatlar ve gelinler, ne kadar “kalp” sahibi? Kaskatı kalpleri cenneti dünyada ararken; unuttukları bir şey var ki, bu dünya, “Dârü’s-Selâm” yani selamet yurdu değil. Hangi acıyı yaşamamak için kaçarsak kaçalım, selâmet yurdu olmadığı için ölümün, hastalığın, yoksulluğun, acıların kol gezdiği, bunların imtihanlarımız olduğu bu dünyada, dertten kaçış mümkün mü?
Nefsimizin isteklerini ilâh edindikçe, kaskatı kesilen kalplerimiz, daha kimlere acılar verecek; kim bilir?!
YORUMLAR