Kalplerin Yükünü Hafifletenlerden Olun!

Bize:

“-Ne zamandan beri müslümansın?” diye sorulacak olsa:

“-«Kâlû belâ»dan beri müslümanım!” diye cevap veririz.

«Kâlû belâ», insanların, henüz ceset elbisesi giymeden, ruhlar âleminde Yüce Allâh’ın birliğini ikrar, Rab oluşunu tasdik ettikleri vakittir. «Elest bezm»i, bu anlaşmanın yapıldığı toplantının adıdır. Allah Teâlâ, kıyamete kadar gelecek bütün insanların ruhlarından söz almıştır. Bu anlaşma, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

(Ey Rasûlüm!) Onlara o vakti hatırlat. Hani Rabbin, Âdemoğulları’ndan, bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendi nefislerine şahit tutarak: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dedi. Onlar da: «Evet, Sen bizim Rabbimizsin.» dediler. (Onlarla birlikte Biz ve meleklerimiz buna) şâhitlik ettik ki, kıyamet günü: «Biz bundan gâfildik, haberimiz yoktu.» demeyesiniz. Yahut «Bizden önce babalarımız Allâh’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik; onların izinden gittik. Bâtıla dalanların yüzünden bizi helâk mi edeceksin?» şeklinde küfrünüze mâzeret ileri sürmeyesiniz diye böyle yaptık.” (el-A’râf, 172-173)

Allah Teâlâ’nın kulları ile yaptığı bu mîsâkı (ilâhî sözleşmeyi), şimdilik hatırlamıyoruz; ama Rabbimiz bu sözü dâimâ hatırlamamız için bize Kur’ân’da sık sık «Zikredin!» buyurarak bu söze lâyık bir hayat tarzı sergilememizi istiyor.

Zikir denince aklımıza ilk olarak, elimize tesbihi alıp “Allah, Allah” demek geliyor... Evet, bu bir zikirdir, ama dilin zikridir. Zikrin değeri; onu dil, kalp ve fiille beraber yapmaktadır.

Tarîkatlerde “dil” ve “kalp” ile yapılan zikir, uzun uzun anlatılır. Bendeniz, bu kısma girmeyeceğim. Ama bu zikirlerin kabulünü ve kalitesini gösteren “fiilî zikr”e geçeceğim.

Bilindiği üzere zikrin kelime mânâsı, anmak ve hatırlamaktır.

Kimi anmak?

Allâh’ı…

Neyi hatırlamak?

Elest bezmi’nde verdiğimiz “kaliteli kul olma” sözünü… İşte buradan yola çıkacak olursak, “kulu Allâh’a götüren ve O’nu hatırlatan, sırf Allah rızâsı için yapılan her şey zikirdir” diyebiliriz. Namaz, oruç, sadaka, tebessüm, Allah için sevmek ve buğz etmek; nefsimizin isteklerinden, en önemlisi de sûretâ haktan görünüp bizim amellerimizi yiyip bitiren kibir, ucub ve hasetten arınmak da bir zikirdir.

Bu bakışla hayatımızı gözden geçirdiğimizde; Allâh’ın bizden istediği her şey zikir olur. Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım:

“-Çok takvâlı bir sohbet okuyucusu ablamız var. Eşi de öyle… O kadar takvâlılar ki, câhillerle akrabaları dahî olsa görüşmezler!.. Tesettüründe eksikleri olan gelinine pardesü giymezse asla bir daha görüşmeyeceklerini söyleyerek tavır aldılar!..” dedi.

“-Câhil akrabaları ne yapmış ki?” diye sorulduğunda:

“-Meselâ hanımın abisi, abdestli-namazlı bir insan, ama biraz coşkun tabiatlı… Çok konuşup gülüyor; câhil ve patavatsızca hareketleri var diye onunla da irtibatı koparmışlar.”

* * *

Şimdi bu sûretâ haktan görünen, şeytanın tuzaklarından bir tuzaktır. Şeytan onlara, “Siz çok takvalısınız; sizin gibi takvâlı olmayan günahkârlarla görüşmeyin!” diye fısıldayarak tuzağına düşürmüş. Alttan alta da kibir ve ucub (kendini beğenme) okları, bütün benliklerini sarmış.

“-Sen takvâlısın, gece hiç teheccüdleri ve tesbihâtı bırakmazsın. Tesettürün de tam!.. Sen süper bir kulsun!.. Ya alttaki câhiller… Hepsi cehennemlik!..” düşüncesi, onun kibrinin üstüne bir örtü olmuş. Böyle düşünen kardeşlerimize şunu sormak isterim:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- câhilliğin dibinde, îmansız olan amcaları ile câhil veya îmansız diyerek irtibatını kopardı mı?

Veya bir günah işledi yahut Allâh’ın bir emrini eksik yaptı diye ashâbından birini ümmetlikten reddetti mi?

Ya da merhum Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendimizi düşünelim; yanına gelen bir evlâdı mahcup bir şekilde gece virdlerini aksatanların durumunu sorduğunda, ona cevâben:

“-Bir tren lokomotifi, dolu vagonları taşıdığı gibi boşları da taşır, evlâdım. İnşâallâh gayreti elden bırakmayalım!..” demiş ve samimi olarak gayret edenlerin kusurlu olsalar da, er-geç kazanacaklarını îmâ etmiştir. Bu hâl, bize ibret alınacak bir örnek değil midir?

Evde misafirleri otururken:

“-Benim yatmam lâzım, gece teheccüde kalkacağım!” diye kalkıp odasında yatan bir ev sahibi, sizce teheccüd hususunda güzel bir örnek teşkil edebilir mi?

Veya “Tesettürün tam olmadı, seni evlâtlıktan reddediyorum!” demek, bir genci tesettüre karşı heveslendirir mi? Bu gencin kalbinde, sırf bu söz yüzünden tesettüre, dîne, dindara karşı bir buğz oluşursa, bunun vebâli kimindir acep?

İslâm’da emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker (iyiliği emredip, kötülükten uzaklaştırmak); hak ve hakîkati tebliğ etmek, her müslüman üzerine farzdır. Tebliğ etmek demek, tebliğ ettiğimiz Allâh’ın emir ve yasaklarını duyurmak ve haber vermek demektir. Zorla yaşatmak veya yaşamıyorlar diye küsüp irtibatı koparmak değildir. Tebliğdeki bu zarâfet, âdeta bir müslüman kimliğidir.

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, “Gülistan” adlı eserinde bize bu hususta rehber olacak şöyle bir hatırasını anlatır:

“Çocukluğumda da ibadetlere çok düşkündüm. Geceleri kalkar, ibadetle meşgul olurdum. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Bazı kimseler ise etrafımızda uyuyorlardı. Babama:

“–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.” dedim. Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve:

“–Oğlum! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın!” karşılığını verdi.

Yani babası, Sâdî’ye âdeta şu dersi veriyordu:

“–Senin hor gördüklerin, seher vaktinin feyzinden mahrum iseler de, onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günahı yazıldı…” (Osman Nûri Topbaş, Bir Nasihat Binbir İbret, s: 66)

* * *

İşte nefis ve şeytanın, bu misalde olduğu gibi, “sûret-i hak”tan görünen sayısız tuzakları vardır. Kendinde bir varlık hissederek nefsânî bir üstünlük duygusuyla “ben” diyen kimse, -isterse mâneviyat yolunda hizmet eden öndeki bir büyük olsun- yolun hakîkatinden uzaklaşmış demektir.

Bu dünya bir imtihan dünyası ise, her türlü insan bulunacaktır. Ve biz de sürekli birbirimizle imtihan olmaya devam edeceğiz. Bu tür câhilce hareketler, bir müddet sonra kalpte ağır bir yük oluşturur. Nefis ve şeytan, insanın kendi eksiklik ve zaaflarını göstermemek için hep başkaları ile meşgul eder. Herkesle o sebep-bu bahane irtibatı koparmak, bir tedavi ve kurtuluş değil, kalbe yüklenmiş ağır bir sıklettir. Bunun ilacı da hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Zikrederek, kalplerinin yükünü hafifletenlerin yolunda olun!” emridir.

 Bu dünyada Allâh’ın bize ikram ettiği akıl, hayırlı bir tarîkate bende olmak, sâdık ve sâlih insanlarla birlikte bulunmak, namaz kılmak, tesettürümüzde hassas olmak vs. gibi birtakım vasıflar, bize Rabbimizin özel lütuflarıdır. O hâlde bunları Allah yolunda kullanırken başkalarının gözüne sokmadan, hal ve tavırlarımızla onları incitmeden, bildiğimiz şeyleri güzelce yaşayıp insanlara hayatımızla örnek olalım.

En güzel şükür, Allâh’ın nîmetlerinin kendi cinsinden şükrüdür. Maddî nîmetin şükrü infâkla, bilginin şükrü yaşayıp öğretmekledir.

Bu hâl üzere yaşarsak, bu fiilî bir zikir hâli olur. Hadîs-i şerifte işaret edilen, “kendilerine bakıldığında Allâh’ı hatırlatan kimseler” işte bunlardır. (Bkz: İbn-i Mâce, Zühd, 4)

Rabbimiz, bizleri şeytanın bu, sûretâ haktan gözüken tuzaklarına düşmeden, hâli, kâli ve fiili ile zikredip huzura kavuşan, kaliteli mü’minlerden kılsın. Âmin.

 

 

 

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle