İnsan, maddî özellikleri ve üstünlükleri ile değil, özellikle mâneviyat ve hissiyatı ile mükerrem bir varlıktır. Rabbimiz, insanın mânevî şahsiyetinin değerini ifade etme sadedinde, onu “eşref-i mahlûkât” olarak tarif ve tavsif etmiştir.
O, Yaratan’ın şahsında tecellî ettirdiği isim ve sıfatların kemâli ile “mübarek” ve “aziz” bir varlıktır. O, varlık âleminin özü, kâinâtın hülâsası, meleklerin bile kendisine imrendiği yüce bir makam sahibidir. Ancak bu vasıf ve meziyetler, bütün insanlarda potansiyel bir şekilde var olsa da, insan, îman, sâlih amel ve güzel ahlâk ile yücelir. Yoksa îmandan ve ahlâktan mahrum kimse, kendisine lutfedilen üstünlükleri israf etmiş ve insanlığın yüz karası hâline dönüşmüş olur.
Şerefini Rabbinden alan insan, duygu dünyasını saf ve berrak bir su gibi temiz tutmak için, dış alâkalardan ve kalbini körelten her türlü ârızî tesirlerden uzak durmalıdır. İnsanın bedeni ve elbiseleri kirlendiğinde, nasıl bu kirlerden temizlenmek ister; tıpkı rûhu, kalbi ve vicdanı da kirlerinden kurtulmanın çırpınışı içindedir. O, doğuştan (fıtrattan) getirdiği safiyeti, temizliği ve mâneviyatı; ömür boyu arar durur. Zira günah, isyan, zulüm ve israf ile kirlenmemiş bir ruh; ilk günkü saflığını koruyor demektir. Ne kadar aslından uzaklaşıp savrulmuşsa, o kadar ızdırap ve acı içinde “âh” ediyor, demektir.
Temiz kalan veya tevbe ile temizlenen ruhlar, hem kendi bedenlerini, hem de çevrelerindeki her türlü kirliliği temizleyecek bir yed-i beyzâ (Hz. Mûsâ’nın nûr fışkıran eli) gibidir. Gönül aynası pürüzsüz olan kimseler, Allâh’ın âyetlerini en güzel şekilde yansıtırlar. İnsanlık şerefini bozmamış kimseler, İslâm’ın şerefine de halel getirmezler.
* * *
İnsanı eşref-i mahlûkât yapan, şahs-i mânevîsini yücelten bazı mânevî merkezleri vardır. İnsan, bu merkezlerin farkına varır ve onları gerektiği gibi olgunlaştırıp tehlikelerden korursa, kendi kıymet ve değerini de muhafaza etmiş olur.
İnsanın mânevî hayatının merkezi, “Kalp”tir. Kalp, hâlden hâle giren, bulunduğu ortama göre şekil alan değişik bir organımızdır. Burada bahsedilen kalp; fizikî mânâda göğsümüzde var olan ve insanın hayatını sürdürmek için bedenine kan pompalayan kalp değildir.
Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyet-i kerîmede zikredilen “kalp”; aklın ve hikmetin içinde barındırıldığı, insanın bütün melekelerinin idare merkezidir. İnsan; düşünmeyi, akletmeyi, hissetmeyi, muhabbet etmeyi ve Allâh’ı tanımayı (mârifetullâhı) kalbi ile yapar.
Böyle ulvî ve hayatî bir vazifesi olan kalbin, en kuvvetli zırhlarla muhafaza edilmesi gerekmektedir. Kin, hased, nefret, kibir, ucup gibi kalbî rahatsızlıklar; Allâh’ın nazargâhı olan o mübarek organın isrâfı demektir. İnsanın, kalbini israf etmeye hakkı yoktur.
Kalbini, zikirle, muhabbetle ve kulluk şuuru ile doldurarak oraya menfî ve nefsânî duyguların girmesini önlemeli, mânevî hayatını koruma altına almalıdır. Kalbe dünyevî muhabbetlerin yerleştirilmesi, dünyalık hırsların ve emellerin meskeni hâline gelmesi, o güzel uzvun israfı demektir. Mü’minin kalbinde ilâhî duygular, mânevî hisler, insânî duyuşlar bulunmalı; kalp özellikle Rahman’ın mârifet ve muhabbetine tahsis edilmelidir. Onun değişmeyen misafiri, muhabbetullah ve mârifetullah olmalıdır.
Her türlü günah, her türlü çirkinlik ve ahlâksızlık, kalbi içten içe çökerten, çürüten ve Allah’tan uzaklaştıran mânevî hastalıklardır. Kalbini israf eden, bir mânâda hayatını ve kendini israf etmiş olur.
Mü’minin, kemâle erdirmesi gereken yönlerinden biri de ruhudur. Ruh, insanın melekî özelliklerinin ve sâfiyetinin sembolüdür. Mahiyetinin ne olduğu konusunda fazla bilgi sahibi olmadığımız ruh, insanın aslıdır. Rabbimiz ile muhatap olan yönümüzdür. Ölmeyen tarafımızdır. İyiye, güzele teşne olan istidadımızdır. Fıtratımız gereği, temiz yaratılan ruhumuzun ilk halini korumak da ayrıca bizim vazifelerimizdendir. Bir bütün olarak kulluk hayatımız, aslında rûhî melekelerimizin gelişmesi ve sonunda melekî sıfatlara kavuşma yolunda ilerlememiz içindir.
Ruhumuzu karartan, onun ışığını söndüren her türlü ilgi ve alakalardan uzak durmak da ruhumuza karşı vazifelerimizdendir. Ruhun israfı ise, onu aslî hüviyetinden uzaklaştırıcı ortamlarda bulunmak, ruha sıkıntı veren dünyevî işlere devam etmek ve haramlara bulaşmaktır. Bütün bunlar ruhumuzun hastalanmasına, hissiyatını kaybetmesine yol açar. Rûhumuzu âdeta bir cam fânus içinde muhafaza eder gibi korumalı ve onun gıdası olan güzel amelleri yapmak için fırsat kollamalıyız. Bedenimizi yedirip içirdiğimiz gibi, rûhumuzun da mânevî gıdasını Kur’ân’la, ibadetle, zikirle ve tefekkürle vermeliyiz.
Diğer bir israf tehlikesi ise gönül israfıdır. Gönlümüze nüfuz eden her türlü gönül çelenler, bizim gönül dünyamızı bulanıklaştıran tuzaklardır. İnsanın dünyaya meyilli bir karakterde yaratılması, dünya imtihanının bir gereği olarak değerlendirilmelidir.
Gönül aynamızı aydınlatacak akisleri alacağımız insanlarla hemhal olmalı, onların kıvılcımından rûhumuzu ve gönlümüzü ateşlemeliyiz. Çünkü insan tesire açık bir varlıktır. İrtibatta olduğu her insandan, bir bal arısı misali, bilerek veya bilmeyerek bir şeyler alır. İşte bu alışverişin merkezi, insanın gönül dünyasıdır.
Bizi, rûhumuzdan, selîm bir kalpten ve tertemiz bir gönülden koparacak her türlü insandan uzak durmak da kendimizi muhafaza altına almak demektir.
İnsanı bekleyen diğer bir israf çeşidi de duygu israfıdır. Duygular, insanı harekete geçiren, onu bir şeylere yaklaştırıp bir şeylerden uzaklaştıran motivasyon unsurlarıdır.
Muhabbet duygusu, iyi, faydalı ve güzele yönlendirilince insanı yüceltir. Ancak bu duygu, kötüye, çirkine ve zararlı şeylere meylederse özüne ihanet etmiş, israf olmuş bir hâle döner ve insan için başlı başına bir tehlike unsuru hâlini alır.
Bu durum, bütün duygular için geçerlidir. Öfke duygusu, kötüye, zulme ve çirkinliğe karşı hareketlerin merkezi olursa, insanı yüceltir, kahramanlaştırır. İyiliğe ve güzelliğe karşı öfke duyan insan da çirkefleşir.
Duyguların en güzelleri, Allah için ve Allah adına olmalıdır. Sevginin en samimisi, en coşkunu Allâh’a olmalı; öfkenin en şiddetlisi ve en gereklisi, Allâh’ın düşmanlarına dönük olmalıdır.
Bu yüzden insan, sevdiklerini gözden geçirmeli, sevgi ve öfkelerini “bir gaye uğruna” şekillendirmelidir.
Sevgi, insanın en kadim arkadaşıdır. Yaratılışı ile var olan bir özelliğidir. Rabbimiz insana bu güzel hasleti verirken yine en çok/en şiddetli sevginin Kendisine gösterilmesini ister ve bekler. Kalbimizde, O’nun dışında, O’na rağmen, O’nunla eşdeğer veya O’ndan fazla bir varlığa muhabbetimizin olmasını istemez. Kalp köşkümüzün en yüce Sevgilisi O ve O’nun Habibi olmalıdır.
Bizi var eden, sahip olduğumuz her şeyi karşılıksız olarak bize lutfeden, sayısını bile hesaplayamayacağımız nimetlerle bizi donatan Allâh’ın emir ve talebini görmezden gelip, kalbimizde süflî sevgilere yer açarsak, sevgiyi de israf etmiş oluruz.
Bu ise gayretullâha dokunur. Sevgimiz, israf edilecek kadar kıymetsiz değildir. O içimizde taşıdığımız ilâhî bir emanet, yüce bir duygudur. İnsan en kıymetli varlığını gelişi güzel harcamaz ve onu, gerçekten hak eden için kalp sarayında muhafaza eder.
Hâsılı, israfın maddî yönünden ziyâde mânevî yönü; insanı bitirir, tüketir. İnsan mânevî hayatındaki israf deliklerini kapattığında; gemisi, mârifetullah ve muhabbetullah okyanusunda yol alır. Aksi hâlde bu büyük ve şerefli yolculuk, daha başlamadan bitmiş olur. Rabbimiz, bizleri en şerefli olarak yaratıldığının farkında olan ve bu şerefini, geçici ve ucuz dünya malına satıp israfa düşmeyen, bu şekliyle de rızasına kavuşan kullarından eylesin. Âmin.
YORUMLAR