KALP ADIMLARIMIZLA YÜRÜYORUZ

Bir gün sahabe efendilerimizden bir kısmı endişe ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna geldiler ve haber verdiler ki; Bilâl -radıyallâhu anh- mescitte oynuyor ve kimseyi tanımıyor, âdeta aklı başından gitmiş bir hâlde bulunuyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz mescide gittiler ki, Bilâl -radıyallâhu anh- gerçekten haber verdikleri gibidir, kendinden geçmiş, oynuyor. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yâ Bilâl, sana ne oldu? Bu hâl nedir?” buyurdular.

Bilâl -radıyallâhu anh- dedi ki:

“–Yâ Rasûlallâh!.. Allah hidayet etmeseydi, sen köle Bilâl’i nereden bulurdun? Allah bildirmeseydi, köle Bilâl, İslâm’ı nasıl bilirdi, nasıl müslüman olurdu? Ben bunun neşvesiyle oynuyorum.”

İman ve İslâm nîmetini bize bahşeden O… Hediyeler, kendilerinden ziyâde gönderenlerinin kadrince kıymet kazanırlar. Sevgiliden gelen bir mektup, aslı itibariyle basit bir kağıt parçası iken; mâşuktan geldiği için paha biçilemez bir mücevher gibi değer kazanır, saklanır. Mâşuklara verilen hediyeler ise, âşkın ziyâdeliğine göre kıymetli şeylerden seçilir.

İman ve İslâm’ın yüceliğini anlatmak, kelimelerin mahdut sınırları içinde mümkün değil… Lâkin mânâlarının büyüklüğü, her bir mü’minin gönül âleminde ân be ân zâhir olmakta… Fakat şimdi mevzûmuz bu değil. Nazarlarımızı, gönlümüze sunulan âb-ı hayattan, onu, bize sunana çevirelim istiyorum.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Müslüman olmasını çok arzu ettiği amcası Ebû Tâlib’in vefatının ardından, bağışlanması için duâ etmek istediğinde, O’na yöneltilen:

“Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin, ancak Allah dilediğine hidâyet eder.” (el-Kasas, 56) hitabını hatırlayarak, İslâm olmamız üzerine bir kez daha düşünelim.

Bize Rabbimiz hidayet etti!..

“Onların durumu; gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak hâlinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, yıldırım seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek, önlerini her aydınlatışında ışığında yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar...” (el-Bakara, 19-20) âyetlerinde bir misalle kâfir ve münâfıkların durumu anlatılıyor. Biz de kat kat yoğun karanlıklar içinde, kendini bilmez, yolunu bilmez, şaşkın ve korkular içinde kalabilirdik. Bu, zulmetten ibaret olan âlemde Cenâb-ı Hak, gönüllerimizde îman kandili yaktı. Böylece yolun tümseğini, çukurunu, muhâtaralarını görelim. Sonra da emir buyurdu:

“Emr olunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112)

Bizi, Hâlık’ımıza vâsıl edecek yolun adıdır “sırât-ı müstakîm”. Bu yolda engellere takılıp yoldan sapmamamız, daha ziyade, o engelleri bizzat hakiki varlığıyla görebilmemizle mümkün... Bu ise, îman ışığımızın şiddetine bağlı.

Yâ Hâdî,

Sonu olmayan bu yolun başındayız,

Evvel de Sensin, Âhir de Sen,

Evvelde de Sen varsın, âhirde de..

Ucu sana ulaşan bu yolda, kalp adımlarımızla yürüyoruz, ışığımız zayıf… Sen kavî eyle, Sen bizi vâsıl eyle!.. (Âmin)

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle