Şiirlerini, ilâhîlerini dilimizden düşürmediğimiz bir âşık o!.. İsmini sadece dört hece ile zikrederiz ve hayatı hakkında kulaklarımıza fısıldanan birkaç kifâyetsiz hâtıra ile de kendisini tanıdığımızı zannederiz.
Kimden mi bahsediyorum?
Aslen Karaman’lı olduğum hâlde, ancak memleketimden ayrıldıktan ve değerli yazar Nezihe Araz’ın “Dertli Dolap” isimli kitabını okuduktan sonra, fark ettiğim Karaman’ın nâdide gülü büyük mutasavvıf Yûnus Emre’den bahsediyorum. Gerçekten hem edebî yönü, hem tasavvufî derinliği ve hem de hayatı hakkında bildiğim şeyler ne kadar az ve eksikmiş!.. Her yârân sohbetimize misafir olan bu gönül insanı hakkında öğrendiğim şeyleri şimdi sizinle de paylaşmak istiyorum:
Yanından geçerken bazen bir fâtihâ bile okumayı unuttuğum; bir ömür boyunca belde belde dolaşıp yüreğindeki sesin sahibini arayan, o sesi bulmak uğruna anasından, sevdiğinden ve vatanından vazgeçip önce Hacı Bektaş’ın kapısına, sonra da kaderin sevk-i tabiisiyle Taptuk Emre’nin eşiğine baş koyarak maksûduna erişen Yûnus Emre…
Evet dertli Yûnus, bizim Yûnus.
Bizim Yûnus, küçük yaşta babasını kaybetmiş ve bu hâl, onu o kadar yaralamıştır ki, neredeyse her an, her dakika bu kayıp kendisini düşünmeye sevk etmiştir.
“Madem yok olacağız neden var olduk; mâdem öleceğiz neden sevdik-sevildik; mâdem dünya fânî, neden güzellikler vukû bulup bizi sevindiriyor?”
Ve bu dert içten içe kendisini kemirdiği için yalancı dünyadan bir türlü tat alamaz. Bulunduğu Sarıköy, Yûnus’a artık iyice sıkıcı gelmeye başlar. Bir yandan içinde, nedenini bilmediği bir ateş, bir yandan Sarıköy’deki kıtlık, soğuk ve açlık... Bebeler süt ister, çocuklar ellerini dolduracak ekmek, anne-babalar hiç olmazsa günlük maîşetlerini temin edebilmek!..
Tüm bu vâveylânın arasında Dertli Yûnus, Karahöyük’te cömert bir sultan olduğunu duyar. Ona varıp köyünün içler acısı durumunu anlatmak ve biraz buğday almak ister. Anası ve biricik sevdiği Elif kızla birlikte Sarıköy’den götürebilecekleri en güzel hediyeyi düşünürler. Anası ile birlikte köyün en tatlı ve olgun alıçlarını toplarlar. Elif kız da çeyizini hazırladığı titizlikle Sultan’a gidecek alıçlar için güzel bir heybe diker. Ve Bizim Yûnus yollara koyulur. Karahöyük’e varmak için gece-gündüz demeden günlerce yol alır. Sonunda Karahöyük’ün tozlu yollarına vâsıl olur. Hemen şânını duyduğu cömert sultânı görüp hâlini arz edip dönmek ister kuraklık çeken Sarıköy’üne.
Fakat her yiğidin bir yoğurt yiyişi, her kapının bir adâbı vardır ya, hâdiseler de Yûnus’un düşündüğü gibi vukû bulmamıştır. Yûnus’u, Sultan Hacı Bektaş’la görüştürmeden önce derler ki:
“-Üç gün mihmân, sonra sultan!”
Yûnus şaşırır. Altı üstü buğday isteyecektir. Verirlerse alacak, vermezlerse:
-“Eyvallah mîrim!” deyip dönecektir.
Köyünü düşünür. Dinmeyen gözyaşlarına biraz olsun derman olabilmek arzusu ile üç gün kalmaya rıza gösterir. Nihayet üçüncü günün sonunda dervişlerden biri, Yûnus’un dileğini Sultan’a ulaştırır. Derviş daha sonra Yûnus’un yanına gelerek şöyle der:
“-Yûnus kardeş! Dileğini Sultan’a arzettim. Beni dinledi ve mûtadı olmadığı hâlde uzunca düşündü. Sonra bana dönüp, «Sor bakalım ille buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi?»
Yûnus, ikinci kere şaşırır. Nasıl bir yere gelmiştir ve bu «erenler himmeti» dedikleri şey de nedir? Onun gönlünde Sarıköy vardır, aç olan Sarıköy!.. Erenler himmeti karın doyurur mu ki? İçinden düşünür: “Bu adamlar açlık nedir bilmiyorlar herhalde. Vermemek için bahane uyduruyorlar.” Sonra dervişe:
“-Sizin sultan da çok şakacıymış. Verecekse buğday isterim, vermeyecekse izin!” der. Derviş olanları sultana aktarır. Tekrar Yûnus’un yanına gelerek:
“-Yûnus kardeş, iyi düşün; bunda bir hikmet var. Getirdiğin bir heybe alıç karşılığı himmet mi, buğday mı?” Yûnus:
“-Dedim ya, köy baştan başa aç. Korkarım Sultan pazarlık yaparken buğdayı götürdüğümde yiyecek kimse kalmayacak!”
Derviş, üçüncü defa Sultan’a varıp anlatır. Tekrar Yûnus’a gelerek:
“-Yûnus kardeş, iyi düşün; her alıcın çekirdeğine on nefes, on himmet ne dersin?!”
“-Yok!”
Dertli Yûnus ille de “buğday” der. On çuval buğday öküzlere yüklenir. Yûnus herkesle helâlleşerek yola koyulur.
* * *
Giderken alır Yûnus’u bir düşünce. Neydi bu himmet? Yüzünü bir kere bile göstermeyen Sultan, her alıç çekirdeğine karşılık himmet demişti. Belki iyi bir şeydi, güzeldi, önemliydi. Keşke “Biraz buğday, biraz himmet!” deseydim, diye düşündü. İçindeki ateş galeyâna gelmiş, Yûnus’u daraltmaktaydı ve o derin ses, “İlle de himmet!..” demekteydi.
Yûnus geri döndü. Himmet, diyecekti. Kendini dergâha zor attı. Yüreğindeki yanan ateş alevlenmişti, ille de sultanı görmek istiyordu. Sultanın yanına varınca ellerine yapışarak:
“-Al buğdayını, ver himmetini...” dedi. Sultan:
“-Yûnus, câhillik ettin. Himmet elimizi istemedin. Senin kilidini Taptuk Emre’ye emânet ettik. Yabancımız değildir. Var git onu bul!” dedi.
Yûnus kendini kaybetmiş bir hâlde Sarıköy’e vardı. Ama kendisine yol gösterilmiş, git onu bul, denilmişti. Gitmesi gerekiyordu. Anasından sevdiğinden vatanından ayrılık çok zordu, ama içindeki sesin sahibini bulmak, kalbindeki yanan ateşi söndürmek için gidecekti.
Ve yine yollar… Bu sefer Emre köyüne idi. Bu sefer Taptuk dergahına idi. Uzun, upuzun yollar sonunda dergâha vardı ve Taptuk Emre’nin eteğine sarıldı.
Yeni gelmesine rağmen, bu ne muhabbet, bu ne tutkuydu. Yüreğinde yanan ateş sönmemiş bilakis alevlenmişti. Yûnus’un gözü, artık Taptuk Sultan’dan gayrısını görmüyordu. Sarıköy’de “Ben, ben, ille de ben!..” diye dolaşan Yûnus, burada “Sen, sen, ille de sen!..” diye dolaşmaya başlamıştı.
Yûnus’un vazîfesi, ormandan dergâha odun kesip getirmekti. Artık oduncu Yûnus diye çağrılır olmuştu. Hergün ormana gidiyor, hiç yorulmadan akşama kadar odun kesiyordu. Birgün Taptuk Sultan:
“-Kolay gelsin, derviş Yûnus. Bakıyorum odunların hepsi kuru, hepsi düz. Acaba ormanda hiç eğri odun yok mu?” diye seslendi. Yûnus heyecandan kolundaki bütün odunları yere atıvermişti. Gülümsedi:
“-Ormanda eğri odun var olmasına var, ama efendim, bu dergâha odunun eğrisi bile giremez!” dedi.
* * *
Yıllar geçmiş, Yûnus kendi hâlinde bir değişiklik görememişti. “Ben adam olmam!” diyerek kimseye haber vermeden tekkeyi terk etti. Dağlara düştü. Ama bastıran yağmur sebebiyle bir mağarada konaklamak zorunda kaldı. O sırada bir grub dervişle karşılaştı. Yûnus’a:
“-İstersen aramıza katıl.” dediler. Yûnus da yoldaş bulmanın sevinci ile kabul etti tekliflerini ve onlarla beraber yola koyuldu. Âdet vechile; «İsmin nedir, nerelisin?» gibilerden hiç soru sormamışlardı. Öğün vakti geldikçe aralarından biri duâ ediyor, “hû” diyor ve önlerine bir sofra geliyordu. Her öğünde birisi duâ etmiş, önlerine sofra gelmişti. Sıra Yûnus’a gelmişti. Dervişlerden birisi:
“-Sıra sende kardeş, sen de bir hû çek de Allah nafakamızı göndersin!” dedi. Yûnus da bîçare ellerini açtı:
“-Allah’ım, onlar Sen’den hangi sevgili kulun hürmetine istemişlerse, ben de senden o kulun hürmetine istiyorum. Mahcûp etme, nasîbimizi gönder!” diye duâ etti. O anda bir sofra indi. Dervişler bu hâdise karşısında hayretlerini gizlemeyerek:
“-Eh…” dediler “Sen de bizdenmişsin! Fakat söyle bakalım nasıl duâ ettin?” Yûnus nasıl duâ ettiğini anlattı ve:
“-Şimdi de siz söyleyin, siz nasıl duâ ettiniz?” dedi. İçlerinden biri:
“-Allah’ın bir sevgili kulu varmış, adı Yûnus. Yüzünü görmedik ama şânını duyduk. Hakk’a onun adıyla yalvarırız. Allah da bizi doyurur, hiç boş çevirmez.” dedi.
Yûnus hiç konuşmadı. Yüzlerine bile bakamıyordu. İyi ki kendini onlara tanıtmamıştı. Mahcûbiyet içinde onlardan ayrıldı ve Taptuk Emre’nin dergahına geldi. Aradan günler geçmiş, Taptuk Emre herkese Yûnus’u sormuştu. Yûnus, izinsiz ayrılığı affettirmek için başını Taptuk’un eşiğine dayadı. Taptuk, sabah namazına çıkarken eşikteki Yûnus’un başına bastı ve:
“-Bu kimdir?” diye sordu.
Taptuk’un ailesi:
“-Yûnus’tur!” deyince, Taptuk Emre:
“-Bizim Yûnus mu?” dedi. O ân her şey bitmişti Yûnus için. Çünkü daha evvel, Taptuk’un ailesi ile görüşmüş ve nasıl davranması gerektiği konusunda onlardan tavsiye almıştı. Eğer Taptuk Emre, «Hangi Yûnus?» diye soracak olsaydı, onu defterinden sildiği anlaşılacaktı. Oysa Taptuk Emre, «Bizim Yunus mu?» demişti.
Yerinden fırladı. Taptuk Sultan’a sarıldı. Gözyaşları Sultan’ın sakallarına inci gibi dökülüyordu. “Şükürler olsun kavuşturana!..” diye duâda bulundu. Yûnus Emre bu hâdiseden sonra bütün gönlüyle dergâha bende olmuştu.
* * *
Yûnus yine bir gün ormanda odun kestikten sonra hepsini bir araya topladı. Sağına baktı, soluna baktı; odunları bağlayacağı ip bulamadı. Nasıl eli boş giderdi dergâha. Gidemezdi. Yedi yıldır hiç eli boş gitmemişti. Akşam üzeri olmuş Yûnus yana döne ip aramaktaydı. O sırada deliğinden çıkan kol kalınlığında siyah bir yılan Yûnus’un ayağı dibine gelerek durdu. Yûnus odunları bu yılanla birbirine bağladı, dergâha geldi. Odunları çözdü. Yılanın oradan kıvrılarak kapıdan çıkışını bütün dervişler gördü. Dervişler:
“-Ey Yûnus şimdi kerâmetlere mi güvenir oldun? Bâri kimseye göstermeseydin!..” dediler.
“-Ne kerâmeti?!” diyerek olanlardan habersiz olan Yûnus; “Ben bir şey etmedim.” diyerek oradan uzaklaştı. Taptuk Emre, bu olaydan sonra:
“-Artık vakit tamam oldu. Bir postta iki aslan oturamaz. Yûnus’a yol gerek. Kara yılan Yûnus’un yol fermanını bağladı!” dedi.
* * *
Ve ayrılık. Âh ayrılık.
Ayrılık düşüncesi bile zordu. Ki kendisi... İsteyen de bizzat «Sultan’ım!» dediği olmasa…
Bir sabah, sultanı Taptuk Emre asasını Yûnus’un yanında fırlatmış ve:
“-Hizmet!” demişti. Yûnus da hem-tarîkleri gibi yola revân oldu. Nereye gideceğini bilmiyordu. Ama “Yol!” denilmişti. Elbette rotası da gösterilirdi. Gece-gündüz demeden ilerledi, nereye gideceğini bilemeden. Konya’ya Mevlânâ hazretlerinin ziyâretine ve sonra da nice yerlere gitti.
* * *
İşte bizim Yûnus’un hayat hikayesinden bir bölümdü bu. Onun gibi gönül adamlarını halkımız bağrına basmıştır. Anadolu’da pek çok yer, himmetine ermek ümidiyle mübârek nâşının kendi beldelerinde bulunduğunu söylemiştir. Mesela Bursa, Sarıköy, Sandıklı, Aksaray o yörelerimizdendir. Fakat kalb ehli sâlih zâtların bildirdiklerine göre Yûnus Emre’nin mübârek kabri, evvelden Lârende adıyla mâruf şimdiki Karaman vilâyetimizdedir. Bildirildiği ve bilebildiğimiz kadarıyla...
Allah, hayatımıza Yûnus’un dirâyet ve mücâdelesini; kalbimize de Yûnus’un bütün mahlûkâtı saran muhabbet istidadını ve Yüce Rabbimize olan aşk ve sevdasını versin. Buyrun bir Fâtihâ ile olsun, şefaate liyâkatimizi sergileyelim.
Açıldı sır bâbı, şeyhim yüzünden
Can safâlar sürdü, tatlı sözünden
Mâsivâ tozunu, gönül yüzünden
Tevhîd ile sildim elhamdülillah
YORUMLAR