Ruşen on yaşlarındayken, bir köpeğin, yavrusunun cesedi başında döktüğü gözyaşlarına şahit olmuştu. Köpekcik, ölen yavrusunun başında dikilmiş yavrusunu kokluyor, metânetli duruşuna rağmen içten içe inliyor ve aynı bir insan gibi ağlıyordu.
Mahalle sakinlerinden kendisine sürekli yemek veren bir adamın yavrusunu gömmesine ses çıkarmamış, ama cenazesinin başından da ayrılamamıştı. Uzunca bir müddet yavrusunun mezarı başında yas tuttu.
Bütün bunlara şahit olan Ruşen, o günden sonra hayvanların yüzünde ifade aradı. Demek ki; hissi, canı olan her varlık, konuşamasa da hâliyle derdini anlatabiliyordu. Ruşen’in bu acı hâdiseye şahitlik etmesi, gelişme çağında hayvanlara muâmelesini değiştirdi; onların da acı çektiğini, mutlu olduğunu yakînen görmüş, anlamış oldu.
Fakat asıl onu derinden sarsan hâdise, lisedeyken tatilde bakması için sınıf çiçeklerinden birinin kendisine emanet edilmesi ile yaşanmıştı. Çünkü çiçeği odasında muhafaza etmek istediğinde annesi:
“-Olur mu yavrum, çiçek çiçeği gördükçe açar.” demişti.
Gerçekten de evdeki diğer çiçeklerinin yanına konulup, konuşulup sevildikçe emanet çiçek, birkaç haftada gürleşip tomurcukla dolmuştu. Demek ki, konuşmadan derdini anlatan bir tek hayvanlar değildi.
Bu keşif, Ruşen’in zihninde yeni bir ufku araladı. Ya cansız varlıklar? Onlar da konuşuyor muydu, hâl lisanı ile? Neden olmasın? Sıcak ile soğuk, ne kadar ısıya mâruz kaldığını anlatır. Eskiyle yeni, ne kadar zamandır insana hizmet ettiğini… Taşların bile dili var ki, derste kayaların hangi devirde oluştuğunun tespit edilebildiğini öğrenmişlerdi.
“-Taşlar bile konuşuyorsa…” dedi, “Her şey konuşuyordur mutlaka!” Böylece kâinattaki her varlıkta, kelimeye ihtiyaç duymadan konuşan bir dil aramaya koyuldu Ruşen...
Peki, niçin konuşmaya ihtiyaç duyar, canlı-cansız varlıklar? Ya da ne anlatmak isterler bize? Ne cevap verse tatmin etmiyordu Ruşen’i… Bir sohbetleri esnasında annesine sormuş, annesi:
“-Allâh’ın büyüklüğünü anlatıyorlar.” demişti.
“-Taş bana ne anlatır, çiçek ne söyler, ben insan hâlimle idrâk edemezken hayvan bana nasıl anlatır Allâh’ın büyüklüğünü?”
Tatmin etmedi bu cevap Ruşen’i… Fazla ezberden söylenmiş, yuvarlak bir cümle gibi geldi. Ama varlık âlemini okumak niyetiyle bakıyordu artık her şeye… Bir çiçek susamış mı anlıyor, “Bana bak, gör beni!” diyen sırnaşık kedilerin sevdikçe yüzlerinde beliren tebessümünü fark ediyor, gökyüzünü kendisini koruyan bir kucak gibi görüyordu. Hepsi konuşuyordu hâl lisânıyla... Bu bakış açısı, genç yaşında hayatını daha kaliteli bir hâle getirmişti.
Âlemi seyredip onunla konuşurken kendisi de bu kâinata güzellik adına bir şeyler katmak istiyordu. Fakat yaşı ilerleyip yetişkin bir insana dönüştükçe, yapabileceklerinin sınırlı oluşunu, Dünya üzerinde insan eliyle ortaya konan anarşinin boyutlarını daha iyi kavrıyordu. Her gün yeni bir felâkete uyanıyor, bir gün müslüman diye işkence gören Uygur kardeşlerine, bir gün Yemen’de açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocuklara, bir gün yurdundan koparılan göçmenlere veya şiddet gören kadın, çocuk ve hayvan haberlerine, ama mutlaka birine üzülüyordu. Bazen nefes alamayacak duruma geliyor, kendini evden dışarı atıp saatlerce yürüyordu.
Yine böyle bir günde, kendini evden dışarı attı. İçinde çaresizlik duygusuyla büyüyen bir hıçkırık boğazına düğümlenip kalmıştı. Yetişemediği, ama sorumluluğunu omzunda hissettiği mazlumlara ulaşmak ister gibi yürüdü durdu. Bir zaman sonra yürümekten de yorulup çimenlere oturdu.
“-Bu kadarsın işte Ruşen!” dedi. “Şu kilitli taşların arasında çıkan minik mavi çiçek gibisin dünya çayırlığında... Tam da böylesin. Sıkıştın kaldın taşların arasında!”
Ruşen tam kendini küçük mavi çiçekle bağdaştırmışken hızla gelen bir bisikletli, kilit taşları ile döşeli kaldırımda başka yer yokmuş gibi tam mavi çiçeğin üzerinden geçiverdi! Kendi üzerinden bisikletle geçilmiş gibi gayr-i irâdî olduğu yerde irkildi Ruşen. Sonra da kendi rûhunun ezilmişliğini çiçekte de görmek ister gibi, minik çiçeğe baktı. Fakat o da ne? Minik mavi çiçek, kendini sınırlayan kaldırım taşları arasında kaldığı için tekerin altından sağ kurtulmuştu. O an Ruşen’in beyninde bir şimşek çaktı. Olduğu yerde gerçeklik perdesinden sıyrıldı. Mahlûkat dile geldi, hâl ile konuşmaya başladı.
Minik mavi çiçek:
“-Ben senim. Taşlar arasında muhafazalı, fakat köklerimle topraktaki bütün bitkilerle birlikteyim. Bana bak! Sen de köklerinle kardeşlerinlesin.” dedi.
Hemen yanından geçen yaprak yüklenmiş karınca:
“-Ben bir koloniyi doyuramam, ama gücüm kadar gayret ederim. Bana bak! Sen de gücün yettiğince gayret et.” dedi.
O sırada başlayan incecik yağmur:
“-Gözyaşlarına ben eşlik ederim, herkes için suyu indirene tâbî ol!” dedi.
Kafasını kaldırdığında göz göze geldiği bulutlar:
“-Sahip olduğumuz suyu bir anda bıraksak felâket olurdu. Nîmeti sabırla bekle.” dedi.
Ruşen’in bakışları, bulutlara, ardındaki Güneş’e yükseldi, yükseldi. Güneş:
“-Herkesin içini ısıtıp ışıtan Rabbinin «er-Rahman» esmâsına tutun.” dedi.
Dünya içindeki onca karmaşık ses, ancak uzaktan bakılınca algılanan resim gibi bir mânâ almaya başladı. Çok sesli bu koronun parçalarının muhteşem uyumu, dünyadan sıyrılıp uzaklaştıkça daha iyi duyuluyordu. Bunca münkirine, mücrimine rağmen hâlâ yörüngesinde dönen Dünya’ya şaşırdı Ruşen. Milyarlarca insanın elinden çıkan kaos, kâinatın düzenini bozmaya güç yetiremiyordu. Daha da yükselip baktı; koca galaksiler gül demeti gibi görünüyordu gözüne... Bu muazzam ritim ve âhengin zerresi olmaktan dolayı derin bir minnet duydu, bu düzeni sağlayanın adâlet ve hükmüne bütün samimiyetiyle boyun büktü.
Tamamen teslim olduğunda kararlı bir uyanışla kendine geldi. Fark etti ki, kilitli taşlar arasından başını çıkartamayan o minik mavi çiçeğin kökleri, az önce zihninde demetlediği galaksi güllerinin kökleriyle temas hâlindeydi.
Kendine döndü, köklerini yokladı. Köklerinde bu kâinattaki her mahlûk ile ve sonsuz kudret sahibi ile bir bağ vardı.
Daha önce defalarca okuduğu âyeti ilk defa okuyormuşcasına, idrâk ederek tekrar hatırladı:
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (el-Enbiyâ, 16)
YORUMLAR