Anneden mahrum, babadan mahrum, kardeşten, ağabeyden, abladan mahrum... Bütün bu mahrumiyetlerle beraber kalbi, merhametin en üst kıvamında bir insan; Kahraman bir Peygamber: Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…
O’nu terbiye eden, öyle takdir buyurmuş. O’nu dünyevî birçok şeyden mahrum bırakarak ümmetine odaklanmasını sağlamış. Ve O, hayatının her yönü ile en güzel örnek olmuştur.
O, bir Peygamber; merhamet deryası... Şefkati sonsuz. İnsanların en müşfiki… Ümmetinin her şeyi... Şefkat ile gazap arasındaki dengeyi, O’nun hayatındaki davranışlarından en açık bir şekilde görmekteyiz.
O’nun hayatı, bir bütün olarak “denge” üzerine kurulu… Ve O, hayatının her safhasında “îtidal”i, “orta yolu” telkin ediyordu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âile, cemiyet ve merkezine ümmetini koyduğu şahsî hayatında hep bir dengenin olduğunu görmekteyiz.
Nerede ve nasıl hareket edileceği, nasıl konuşulacağı ve çeşitli hâdiselere ne şekilde tepki verilmesi gerektiği noktasında O’nun yegâne kaynağı, elbetteki yüce Rabbimizin Kur’ân-ı Kerîm’indeki beyânlarıdır.
O, gerektiğinde en müşfik bir baba,
En sevecen ve sempatik bir dede,
En irâdeli ev reisi,
En âdil bir devlet başkanı,
En merhametli bir sırdaş,
Ve en şecaatli bir ordu komutanı...
Efendimizin kahramanlığı, cesareti, sadece yaşamış olduğu zaman diliminde iştirâk ettiği savaş meydanlarında kendisini göstermiyordu. O, müslüman tavrı gereği, ezilmişin, horlanmışın ve güçsüzün yanında yerini almakla şecaatini gösteriyordu.
Peygamber Efendimizin bu husûsiyeti, insan olmanın en üstün cevheri, yüce ahlâkın temel taşı niteliğindeydi. “Azim, kararlılık, gerçekçilik ve doğru sözlülük” bütün bunlar sadece “cesaret ve yiğitlik”ten doğar.
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de, mü’minlerin özelliklerini tarif ederken şöyle buyurur:
“Onlar, kendi aralarında şefkatli ve merhametli, kâfirlere karşı ise izzetli ve şiddetlidirler. Onlar, Allah yolunda cihad ederler ve kınayıcının kınamasından da korkmazlar.” (el-Mâide, 54)
Burada târif edilen tavır, Peygamber Efendimizde hayat bulan bir müslüman tavrıdır. “Allâh’a teslim olanın hiç bir şeyden mahrum olmayacağı” özgüvenidir bu… “Ve kefâ billâhi vekilâ” âyet-i kerimesinde kendisini bulan bir özgüven…
İşte Efendimizin şecaat ve kahramanlığını gösteren birkaç örnek
Bedir savaşından önceydi. Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz, harp sahasında dolaşırken:
“-Burası Ebû Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, buralar da filânın ve filânın öldürülecekleri yerlerdir. Übeyy bin Halef’i de ben kendi elimle öldüreceğim.” buyurmuştu.
Bedir’de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye bin Halef, mücahidler tarafından, Peygamber Efendimiz’in işaret buyurduğu yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Übeyy bin Halef kalmıştı.
Bu adam, Kureyş’in ileri gelenlerinden biri idi. Peygamber Efendimize, her karşılaşmasında şöyle derdi:
“-Ey Muhammed!.. Bir atım var. Her gün ona, on altı ölçek darı yedirip besliyorum. Bir gün gelecek, onun sırtında seni öldüreceğim.”
Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu:
“-Belki de, inşâallah, ben seni öldürürüm.”
Beklenen gün gelmiş ve Übeyy bin Halef, Bedir’de müslümanlar tarafından öldürülen kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin mübârek vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek Uhud’a çıkıp gelmişti.
Rasûlullâh’ın Şi’b’e doğru çıktığı sıradaydı. Übeyy’in gelmekte olduğu görüldü. Dediği gibi, Mekke’de günde on altı okka darı ile beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Peygamber Efendimize yaklaşıyordu. Bunu fark eden sahabîler, önüne çıkıp onunla hesaplaşmak istediler. Ancak Rasûlullah:
“-Bırakın, gelsin!” buyurarak sahabîlerin onu karşılamasına mâni oldu.
Rasûl-i Ekreme oldukça yaklaşan bu azgın müşrikin ağzından:
“-Ey Muhammed, sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!..” lafları dökülüyordu.
Bu sözleri duyan Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übeyy, bir anda şaşkına döndü. Rasûlullâh’ın heybet ve haşyet verici tavrı karşısında duramayıp, geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından:
“-Nereye kaçıyorsun, ey yalancı!” diye sesleniyordu. Bu kaçış, Übeyy’in kendini kurtarmasına yetmedi.
Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übeyy atından yere yuvarlandı. Müşrikler, yaralı hâlde onu alıp götürdüler. Yarasından kan akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına:
“-Vallahi, Muhammed beni öldürdü!” diyordu.
Arkadaşları, bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek onu tesellî etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki, Übeyy, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına şöyle dedi:
“-O bana (Mekke’de) «Seni öldüreceğim» demişti. Vallâhi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür.”
Übeyy bin Halef, bir gün bile yaşamadan:
“-Susadım, susadım!” çığlıkları arasında ölüp gitti.
Yine Bedir Savaşı’nın kıran kırana geçtiği sırada üç yüz müslümanın ayakları, bin kişilik silâhlı ordu karşısında yerinden oynamaya, sarsılmaya başlamıştı. Mânen sarsılan, koşarak Peygamber’in eteğine sığınıyordu. Kolu ve bileği bükülmez, nice büyük savaşların baş pehlivanı Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- diyor ki:
“-Bedir savaşında, amansız düşman saldırıları bütün hızıyla üzerimize geldikçe Allah Rasûlü’nün yanına sığınıyor, O’nu kendimize siper ediyorduk. O, herkesten daha cesurdu. O gün müşrik ordusunun saflarına Hazret-i Peygamber’den daha yakın kimse yoktu.” (Ahmed ibn-i Hanbel)
Huneyn Savaşı’nda, Hevâzin Kabîlesi tarafından amansız bir ok yağmuru başlayınca pek çok müslüman savaş alanından geri çekildi. Ama Hazret-i -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birkaç fedâîsiyle birlikte her zaman olduğu gibi savaş alanında dimdik durdu, bir adım bile geri çekilmedi. Allah Rasûlü, bu sırada katırını dizginleyerek düşmanın içine doğru ilerlemeye çalışıyordu. Ama fedakâr sahabîler kendisine engel olmaya çalışıyorlardı. Çünkü bütün düşman askerlerinin tek hedefi, sadece Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hâline gelmişti. Buna rağmen O’nun yüzü hiç geriye dönmedi.
Birisi, bu savaşa katılan Berâ -radıyallâhu anh-’a:
“-Huneyn savaşında siz de kaçmış mıydınız?” diye sordu.
Berâ -radıyallâhu anh-:
“-Evet, ama ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yerinden bir adım dahî geri çekildiğini görmedim. Allâh’a yemin ederim ki; savaş en şiddetli noktaya ulaştığında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına giderek O’na sığınıyorduk, içimizde en cesur ve en korkusuz olanlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nunla birlikte duranlardı.” dedi. (Sahih-i Müslim)
Enes -radıyallâhu anh- der ki:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- herkesten daha cesurdu. Bir gün Medîne’de:
“-Düşman geldi!” diye bir yaygara koptu.
Halk, karşı koymak için harekete geçti. Herkesten önce davranıp sokağa ilk çıkan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’di. Korkusuzca fırladı ve atının eyerlenmesini bile beklemeden atın çıplak sırtına binerek bütün tehlikeli bölgeleri dolaşıp geldi ve:
“-Hiçbir tehlike yok!.. Müsterih olun.” diyerek insanları teskîn etti.” (Sahih-i Buhârî)
Son söz
Asıl önemli olan, O’nun çağları aşan kahramanlığından, bize ve bizim müslüman tavrımıza düşen hissenin ne kadar olduğudur...
Kime karşı izzetliyiz ve kime karşı şefkatliyiz?
Ya da kimin karşısında eğiliyoruz, kimin karşısında dik duruyoruz?
Asıl sorgulanması gereken mesele bu!..
YORUMLAR