Tefsiri:
Daha önce de ifade edildiği gibi müşrikler, Peygamber Efendimize gelerek:
“-Bir müddet biz Senin ilâhına ibadet edelim, bir müddet de Sen bizim putlarımıza ibadet et.” teklifinde bulunmuşlar ve hem bu sûre, hem de Zümer Sûresi’nin 64. âyeti kerîmesi, bu vesileyle nâzil olmuştu. Aşağıdaki âyet-i kerîmeden itibaren inancın pazarlık konusu olamayacağı; îman ile küfür arasında taviz ve benzerlik bulunamayacağı ifade buyrulmuştur.
Bu durum, siyah ile beyaz gibidir. Beyaza biraz siyahlık katıldığında, beyaz tamamen kararmaz, ancak artık saf beyaz olmaktan da çıkmıştır. Tevhid, bilhassa inanç ve ibadet hususunda lekelenme ve pazarlık kabul etmez.
2- Ben sizin taptıklarınıza ibadet etmem.
Bu ifade, kâfirlerin geçmişte ibâdet ettikleri ve hâli hazırda ibadet etmekte oldukları bütün mâbudları (ilâhları, tanrıları) içine alır. O devirde Arapların, Cenâbı Hakk’ı bildikleri ve O’na da ibadet ettikleri söylenebilir. Hâlbuki Allah, ilahlardan birisi değildir. O, hakiki ve yegâne mâbuddur. O’na şirk koşulduğu andan itibaren O’nun ulûhiyetine gereği gibi inanılmamış olur. Çünkü O, her türlü eksik ve noksan sıfatlardan münezzeh, her türlü kemal sıfatlarıyla muttasıf ve ortağı, benzeri, misli vb. olmaktan berîdir.
O’na denk, O’na eş veya O’na benzer bir ilâhlık iddiasında bulunulduğu andan itibaren “tevhid” iptal olmuş olur. Bu yüzden şirk, küfürle eşdeğer kabul edilmiştir. “Mevcut ilâhlardan bir ilâh olması” fikriyle “Allâh’ı inkâr etmek” düşüncesi arasında pek fark yoktur. Çünkü Allah, sadece ve sadece O, hakiki mâbud ve yegâne Rabbü’l-Âlemîn’dir.
Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim, ibadetin sadece Allâh’a yapılması gerektiği üzerinde durur. İbadette şirk, inançtaki şirk gibidir. İbadetin riyâ (gösteriş) gibi çürüklerden kurtularak saf ve ihlâsla, sırf Allah rızâsı gözetilerek yapılması emredilmiştir. Nitekim Beyyine Sûresi’nde şöyle buyrulur:
“Hâlbuki onlara ancak, dîni yalnız Allâh’a has kılarak ve hanîfler olarak O’na kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu...” (el-Beyyine, 5)
3- Sizler de benim ibâdet ettiğime tapanlar değilsiniz.
Arapça “Mâ” edatı, cansız ve akılsız eşya için kullanılır. Burada da “Benim ibadet ettiğim canlı ve akıllı varlık” mânâsında “men” edatı yerine, “mâ”nın kullanılmış olmasını, müfessirler dört şekilde izah etmişlerdir.
- a) Burada “mâ” edatı, bir varlık değil sıfat kastedilmiştir. Bu sebeple, cümlenin mânâsı, Peygamber Efendimizin diliyle; “Ben bâtıl olana, siz de hak olana tapmazsınız!”
- b) Her iki “mâ” edatı da masdariyyedir. “Ben sizin ibadet ettiğiniz gibi (şirkle karışık bir şekilde) ibadet etmem; siz de benim ibadet ettiğim (tevhid esası üzere) ibadet etmezsiniz.
- c) Buradaki “mâ” edatları, canlıcansız farkı gözetilmeyen “ellezî” mânâsındadır.
- d) Peygamber Efendimiz ilk önce “Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” deyince, tenasip (sözdeki uyum) gereği, ikinci cümle de aynı minvalde zikredilmiştir. Burada sadece lafzî bir benzerlik tatbik edilmiştir.
Her ne kadar burada hepsi ihtimal dâhilinde ise de, “men” edatı kullanılmış olsaydı; müşrikler, “Biz de Senin söylediğin Allâh’a ibadet ediyoruz zaten!” diyebilirlerdi. Ancak şirkten arınmış bir şekilde, hâlis bir tevhid inancıyla ibadet etmek; müşriklerin bilmediği/uygulamadığı bir ibadet şeklidir. İşte âyet-i kerîme, ibadetin saf “tevhid” ile yapılmış şeklinin Allah tarafından emredildiğine işaret edilmektedir. Yoksa şirk kalıntıları ile Allâh’a ibadet ediyor görünmek, insanı mü’min ve muvahhid yapmaz.
4- Ben sizin taptıklarınıza ibadet edecek değilim.
İkinci âyet-i kerîmede vurgu, müşriklerin hâlihazırda ibadet ettiklerine, Peygamberimizin ve mü’minlerin ibadet etmeyeceği şeklindeydi. Burada ise, dikkat çekilen husus, müşriklerin eskiden beri tapageldikleri şeylere, Peygamberimizin hiçbir vakit itibar etmediği, tapmadığı ve kesinlikle bundan sonra da tapmayacağı şeklindedir. Burada farklı bir zaman aralığına ilâveten hem tekrar, hem de ism-i fâil kalıbıyla gelmesi sebebiyle mânâ iyice perçinlenmiş; geçmiş, hâl ve gelecek zamanın bütününde îman ve küfrün, birbirinden tamamen ayrı bir dünya ifade ettiği dile getirilmiştir.
5- Siz de benim ibâdet ettiğime tapıyor değilsiniz.
Siz de benim ibadet ettiğim şekilde, tevhid ve ihlâs ile Allâh’a kulluk etmediniz, etmiyorsunuz ve etmeyeceksiniz.
Bu âyetler hakkında, “Birbirinin tekrarı yoktur; hepsi farklı hususlara temas etmektedir.” diyenler bulunduğu gibi, “Burada te’kid gibi ek mânâlar kazandıran bir tekrar vardır!” diyen müfessirler de çıkmıştır.
6-Sizin dininiz size, benim dinim banadır.
Küfür ve şirkle kirlenmiş olan dininiz size âittir. Tertemiz ve Allah tarafından indirildiği üzere kalan saf ve hakiki din (İslâm) ise bana âittir.
Burada Peygamber Efendimizin müşrikleri, bozuk ve bâtıl dinleriyle baş başa bırakması, onların doğru yolda olduklarını, Peygamberimizin de onların hâlinden râzı olduğunu göstermez. Bilakis O, hayatının her ânında, müşriklerin, şirk ve küfürden temizlenmesi, Hak Din ile müşerref olması için gayret göstermiş, her türlü imkân ve fırsatı bu gayeyle değerlendirmeye çalışmıştır.
Bu âyetlerde Peygamber Efendimize, böyle söylenmesinin hikmeti:
- a) Müşriklere, “İstediğinizi yapın; sonunda amelinizin karşılığını göreceksiniz!” şeklinde bir tehdittir.
- b) “Ben sizi doğruluğa ve hak dine çağırmak üzere gönderilmiş bir peygamberim. Dâvetime icabet etmiyorsanız, en azından beni küfür, isyan ve şirke çağırmak gibi büyük bir gaflet ve dalâlete düşmeyin!..” denmektedir.
- c) Buradaki din, “hesap” mânâsında ele alınırsa, “Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Sizin hesabınız size, benim hesabım da bana âittir.” demektir.
- d) Din, “duâ” mânâsında düşünülürse, “Sizin duânız, boşa gidecektir. Çünkü duâ ettiğiniz tanrılarınız (ilâhlarınız) hiçbir hakikati bulunmayan, sizin ve atalarınızın yakıştırdığı isimlerden ibarettir. Fayda ve zarar vermeye kadir değillerdir. Allâh’a şirk koşularak yapılan duâlar da, tıpkı sahte ilâhlara yapılan duâlar gibi geçersiz ve mânâsızdır. Ancak Allâh’a ihlâsla yapılmış duâlar böyle değildir. Hem dünyada, hem de âhirette karşılığı vardır. Allah, kendisine kimin, hangi niyetle duâ ettiğini, kendisinden neler istediğini çok iyi bilir ve mükâfâtını ihsan eder.”
- e) Dini, “örf, âdet” olarak anladığımızda ise, mânâ şöyle olur: Sizin “atalarımızın dini” diye övündüğünüz bu câhiliye inanç ve âdetleri, temeli mantıksızlık üzere kurulmuş, içi boş gereksiz, insanı küçük düşüren, kuru bir tapınmadan ibarettir. Oysa Allâh’ın ilk peygamberden itibaren bildirdiği “tevhid dini”, insanın ruhuna, fıtratına, hayatın gerçeklerine uygun ve herkesin mâhiyetini idrâk edebileceği fazilet ve hakikatlere mebnîdir. Bu halde benim, sağlam ve Allah tarafından indirilmiş dini bırakarak, eğreti örf ve âdetlerinize bağlanmam düşünülemez.
YORUMLAR