Sûrenin Fazîletleri
İmam Ahmed bin Hanbel’in, Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’dan bu hususta naklettiği iki rivâyet vardır. Bunlar şöyledir:
“Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında bir ay sürekli namaz kıldım. Sabah namazından önceki iki rekâtta Kâfirun ve İhlâs Sûrelerini okuyordu.”
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazından önceki iki rekâtta ve akşam namazından sonraki iki rekâtta -yirmi küsur veya on küsur defa- Kâfirûn ve İhlâs Sûreleri’ni okudu.” (Ahmed bin Hanbel’den naklen İbn-i Kesîr, Tefsîru İbn-i Kesîr, XV, 8721)
İmam Kurtubî ise, Cübeyr bir Mut’im’in şu rivâyetini zikreder. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“-Ey Cübeyr, sen bir yolculuğa çıktığın vakit, görünüş itibariyle arkadaşlarının en güzeli, azık itibariyle de en çok azığı bulunan bir kişi olmak ister misin?”
Ben, “Evet.” dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“-O hâlde, «De ki: Ey kâfirler…»den (Kâfirûn Sûresi’nden) başlayarak «De ki: Sığınırım insanların Rabbine…» (Nâs Sûresi) buyruğuna kadar şu beş sûreyi oku ve okumana «Bismillâhirrahmânirrahîm» diye başla.”
(Cübeyr) dedi ki:
“-Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben çok malı olmayan birisiydim. Yolculuğa çıktığım vakit onların (yol arkadaşlarımın) görünüş itibariyle en kötüsü, azığı en az olan kimse olurdum. Fakat bunları okumaya başladıktan sonra, yolculuğumdan geri dönünceye kadar görünüşü aralarında en güzel olanı, azığı en çok olanı ben oldum.” (Kurtubî, XIX’dan Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, VIII, 658)
Bu rivâyetlerin dışında Peygamber Efendimiz’den, “Münâfıkların kuşluk namazı kılmadığı ve Kâfirûn sûresi’ni okumadığı”[1], “Kâfirûn Sûresi’nin Kur’ân-ı Kerîm’in dörtte biri olduğu”[2] hadisleri nakledilmiştir.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- da şöyle demiştir:
“Kur’ân-ı Kerîm’de bu sûreden daha çok İblis’i öfkelendiren bir şey yoktur. Çünkü bu sûre, bir tevhiddir ve şirkten bir ibrânâmedir (borçtan kurtulma, temize çıkmadır.)”
Tefsiri:
1- De ki: “Ey kâfirler!”
Kul (De ki): Bu emrin muhatabı, öncelikle Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sonra da bütün mü’minlerdir. Fahreddin Râzî, bu sûreye “Kul: De ki!” emriyle başlanmasının hikmetleri üzerine kırk üç incelik zikreder. Bunlardan birkaç tanesi şöyledir:
- a) Peygamber Efendimiz, bütün işlerinde rıfk ve mülâyemetle (yumuşaklıkla) emrolunmuştu. Hattâ onun insanlara karşı şefkat ve merhameti birçok âyet-i kerîmede vurgulanmıştır. (Bkz: Âl-i İmrân, 159; el-Enbiyâ, 107; en-Nahl, 125) Durum böyle olduğu hâlde, Mekkeli inançsızlara “Ey kâfirler!” diye hitap etmesi, onların “Bu kabalık sana uygun düşer mi?” şeklindeki serzenişlerine sebep olmuştu. Peygamber Efendimiz de onlara cevâben:
“-Ben böyle söylemekle emrolundum. Bunu kendiliğimden söylemiş değilim!” demiş ve bu yüzden cümlelerine “Kul: De ki!” emriyle başladığını belirtmiştir.
- b) “De ki!” emri, Peygamber Efendimizin Allah Teâlâ ile insanlar arasında bir vasıta ve elçi olduğunu göstermektedir. Bu hem Peygamber Efendimizin makamını yücelten bir hitaptır, hem de insanlara O’na hürmet göstermeleri yönünde bir îkaz ve emirdir.
- c) Kâfirler, Sana çeşitli sebeplerle kötü sözler söyleyip Seni incitmektedirler. Bu sebeple, Sen de onlara aldırma, onların tekliflerine yanaşma ve: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” de!..
Yâ eyyuhe’l-Kâfirûn: “Yâ” hitâbı, uzaktakilere seslenirken kullanılır. Bu hitâbın ardından “eyyü” edatı kullanılmıştır ki, bu da yakınlığı ifade etmektedir. Uzaklığı bildiren “yâ” ölüm gibi, yakınlığı bildiren “eyyu” ise, hayat gibidir. İkisinin arası durum ise, uyku hâlidir. Uykudaki insan da “Hâ” ile, “tenbih (: uyandırma, ikaz etme, dikkat çekme) edatı” ile uyandırılmak istenmiştir. Önce uzaklık, sonra da yakınlık edatlarının zikredilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın “Kusur senden, muvaffakiyet benden!” demek istediğini gösterir. (Fahreddin er-Râzî, XXIII, 497-498)
Âyet-i kerîmede, “Ey müşrikler!” şeklinde, Allâh’a ortak koşan Mekkelilere hitap edilmeyip “Ey kâfirler!” denilmesi, âyetin şümûlünü (içine aldığı kimseleri) genişletmiştir. Böylece Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere inanan herkes bu hitabın içine girmiştir.
Bu genişlik, hem zamanda, hem de mekândadır. Şöyle ki, âyetin ilk muhatabı, Peygamber Efendimizle aynı zamanda ve aynı coğrafyada yaşayan kimseler olmakla beraber, aslında dünya üzerinde bulunan ve kıyamete kadar yaşayacak bütün kâfirlerdir.
“Kâfir” kelimesi, “gerçeği örtüp inkâr eden” herkese sıfat olarak kullanılır. Sırf lügat mânâsıyla, çiftçiler de kâfirdir, tohumu toprağa gömüp onu gizledikleri için…
Kur’ân diliyle kâfirler, kendi fıtratlarında var olan “tevhid emârelerini” görmezden gelmişler; Allâh’ın bu kâinâtın her zerresine koyduğu “âyetleri” görmek istememişler ve Peygamber Efendimizin nübüvvetine işaret eden bütün “mûcizeleri” inkâr etmişlerdir. Bu yüzden küfür, îmandan daha zordur. İnsanın kendi fıtratını inkâr etmesi, gözüyle gördüğü bütün delilleri başka şekilde anlamaya kendisini zorlaması demektir. Gözgöre göre ve inatla gerçekleştiği için küfür, “bilmemek, anlamamak, inanmamak”tan ziyade ; “bilerek, anlayarak, doğruluğunu görerek bu gerçekleri örtmeyi seçmek” demektir. Bu ise, insanın kendi varlığıyla ve Yaratıcısıyla inatlaşması demektir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu âyet-i kerîmede, “Kâfirler” şeklindeki hitap geneldir. Tek tek, isim isim fertlere değil!.. Başka bir ifadeyle, zâtlarına değil, sıfatlarınadır. Kim, küfrü, inkârı, isyânı bırakıp îman ve Allâh’a itaati seçerse, bu hitabın muhatabı olmaktan kurtulmuş demektir. Her ne kadar bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak Peygamber Efendimizle “inanç pazarlığına oturan” Velid bin Muğîre, Ebû Cehil, Âs bin Vâil gibi çeşitli Mekkeli müşriklerin isimleri anılmışsa da, bu durum, âyetin hitabının ve hükmünün genel oluşuna mâni değildir.
Bu âyetlerin Mekke devrinde indiği göz önünde bulundurulursa, Kur’ân-ı Kerîm, Mekke’nin baskı ve zorbalık döneminde ileri gelen müşriklere âdeta meydan okumakta, onların ne yaparlarsa yapsınlar, bu yeni dine ve onun peygamberine zarar veremeyeceklerini îlan etmektedir. Gerçekten bu küçültme ve tahkir şeklindeki hitap, onların gözünü döndürmüş ve Peygamber Efendimiz ile Müslümanlara ellerinden geleni yapmaya çalışmışlardır. Fakat Allah Teâlâ, hem Peygamber Efendimizi ve hem de Müslümanları, kâfirlerin türlü hile, tuzak ve zorbalıklarından muhafaza etmiş ve selâmete kavuşturmuştur.
Peygamber Efendimizin, İslâm Dini’nin tamamlanıp kemâle erdirilmesi yolunda, insanlardan gelecek her türlü kötülüğe karşı korunacağı Allah Teâlâ tarafından beyân buyrulmuş (Bkz: el-Mâide, 67) ve bu da tarihî bir hakikat olarak gerçekleşmiştir. Bu durum da Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberlik alâmetlerinden birisidir.
[1] Deylemî, Firdevs, IV, 203.
[2] Âlûsî, XV, 2/319; Hâtıb el-Bağdâdî, Muvahhidu’l-Evhâm, I, 538.
YORUMLAR