Kadınlara Dâir Kur’ânî Hükümler

 

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbiniz’den sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (en-Nisâ, 1) buyuran Cenâb-ı Allah, hem erkek hem de kadınlar için hükümde eşit oldukları âyetler nâzil etmekle birlikte kadınlara özel hükümler de beyan etmiştir.

Kadın olsun erkek olsun “tek bir nefisten yaratılmak” itibariyle, kadın ve erkek eşittir.[1]

Şer’î sorumluluklarda ve uhrevî mükâfatta, kadın ve erkek birbirine eşittir.[2]

Hadlerde ve şer’î cezâlarda, kadın ve erkek eşittir.[3]

Mâlî akit ve tasarruflara ehliyet sahibi olmakta da kadın-erkek birbirlerine eşittir. Kendisine ait mallarını kiraya vermek, satış, hibe, vasiyet vb. konularda ergen ve akıl sahibi olan kadın-erkek, hür bir şekilde tasarrufta bulunabilirler.

Kadının erkekten farklı olduğu konularda hükümler, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyet-i kerîmelerde değişmektedir. Bu hususta iki noktaya dikkat etmek gerekir:

Birinci nokta, kadın ve erkek hüküm farklılıklarında, arada her ne olursa olsun Allâh’ın şeriatini kabul edip, kendi hevâ ve heveslerine göre değil, Allah ve Rasûlü’nün hükmettiği hususlara riâyetle, isyan etmeden, muhalefet etmeden, tam bir teslimiyetle teslim olmaları gerekir.[4]

İkinci önemli nokta ise, kadın ve erkeğin bazı hükümlerde birbirlerinden ayrılmaları, kadının eksikliği veya mertebesinin düşük olması sebebiyle değildir. Allâh’ın kadını yarattığı fıtrat esaslarına riâyet etmek içindir. Kadın ve erkeğin yaratılışında farklılık olduğu için bu farklılığa uygun birtakım hükümlerin de bulunması gayet tabiîdir. Kadınların âdet durumları, evlilikte mehir, mirasta farklılıklar, boşanma selâhiyeti, tesettür vb. konular bunlardandır.

Erkekler ile kadınlar arasında farklılıkların olduğu noktalarda bu dengeyi de Kur’ân ve Sünnet açık bir şekilde düzenler. Biz de Kur’ân-ı Kerîm rehberliğinde bu hakları ve farklılıkları tek tek ele almaya çalışalım:

 

Kadın İçin Kısas Hakkı

“Ey îmân edenler! Öldürülenler hakkında kısas size gerekli kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın... Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa artık ona hakkâniyetle uymalı ve diyeti ona güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbiniz’den bir hafifletme, bir rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa, ona elem verici bir azap vardır.” (el-Bakara, 178)

Bilerek ve kasten cinayet ve yaralama gerçekleştiren kimse, yaptığı cinayet ve yaralama üzerine kısasa tâbî tutulur.

Câhiliye döneminde kadını, bir erkek öldürdüğü ya da yaraladığı zaman kadın erkekten düşük seviyede bir varlık kabul edildiği için erkek cezalandırılmazdı.

Bu âyet-i kerîme ile erkeğin kadına karşılık öldürülebileceğini anlıyoruz. Bir yahudi erkek, bir kızın başını iki taşın arasına sıkıştırarak ezdi. Kıza kimin yaptığı soruldu, tek tek isimler söylendi. O yahudinin ismini işitince, başı ile “evet” işareti yaptı. O yahudi tutuklandı. Suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimiz, onun başının iki taşın arasında sıkıştırılarak ezilmesine karar verdi. Adamın başı, kendi yaptığı şekilde iki taşın arasında sıkıştırılarak ezildi.[5]

Günümüzde câhiliye âdetlerini devam ettiren bazı bölgelerde tecavüze uğrayan kadınların öldürülmesi, erkeklerin salıverilmesi, kadın söz konusu olunca merhametsizce uygulamalar yapanların erkeklere kolaylık göstermeleri, bu âyet-i kerîmeleri bilmemekten veya gereği gibi davranmamaktan kaynaklanmaktadır. Bu yanlış anlayış ve uygulamalar, Kur’ân’a göre değil, câhiliye töre ve âdetlerine göredir.

Kur’ân-ı Kerîm, bu âyet ile kadının kısas hakkı konusunda zihinlerdeki yanlış düşünceyi düzeltmiş, kadın ve erkeğin hukuk önündeki eşitliğini açıkça ortaya koymuştur.

 

Oruçlu İken Kadına Yaklaşmak

“Oruç gecesinde kadınlarınızla birleşmek size helâl kılındı. Onlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz. Sizin kendinize hıyanet etmekte olduğunuzu Allah bilmiş, tevbenizi kabul etmiş ve sizi bağışlamıştır. Şimdi artık onlarla birleşin ve Allâh’ın sizin için yazdığını isteyin. Fecirden siyah ip beyaz ipten sizin için ayırt edilir hâle gelinceye kadar yiyin ve için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde ibadete çekilmişken (îtikâftayken) kadınlarla cinsî münâsebette bulunmayın. Bunlar Allâh’ın koyduğu sınırlardır; sakın bu sınırlara yaklaşmayın. Allah, âyetlerini insanlar için işte böyle açıklar. Umulur ki, sakınırlar.” (el-Bakara, 187)

Ramazan’da oruç tutmak emredildiği ilk zamanlarda, eşleri ile cinsî birlikteliğin gündüz olduğu gibi gece de yasak olduğuna inanıp, eşlerine yaklaşmaktan dahî korkmuşlardır.

Cinsî ihtiyaç hissedip eşine yaklaşan sahâbîler de büyük günaha girdiklerini düşünerek helâk olacakları endişesine kapılmışlar ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. Erkeklerin fıtraten zayıf oldukları bu hususlarda, kadınların günümüzde:

“-Mübârek aylardayız, bu işten başka düşünecek şeyin yok mu?! Git, tespih çek, Allâh’a duâ et!” gibi sözlerle eşlerini uyardıkları ve bunu fetvâlarda dahî sordukları için Cenâb-ı Hak, kadın için çok ehemmiyet teşkil etmeyen bu hususu, erkeğin ve kadının fıtratını dikkate alarak açıklamıştır.

Özellikle hac ve umrede ihramlı olmadıkları zamanlarda bile eşlerini kendilerine yaklaştırmayan kadınlar mevcut olmakta, hac ve umrede erkeklerin en çok sorduğu sorular, bu konular üzerinde cereyan etmektedir.

İhtiyaçlar söz konusu ise eşlerin helâl dairesinde birbirlerini sükûnete erdirmeleri birbirleri üzerinde önemli bir hakkı olup Cenâb-ı Hak, kullarının fıtratını en iyi bildiği için “Birbirinizi günahtan, haramdan koruyan en iyi örtüler sizsiniz!” buyurarak, bu vazifelerin dikkate alınmasını emretmiştir.

Bazı durumlarda, Ramazan ayında gündüz kadının eşini tahrik etmesi, kocanın da nefsine hâkim olamayıp cinsî birliktelik yaşamaları her ikisine de kefaret gerektirdiği gibi; eşini cinsî olarak tahrik etmediği, oruçlu iken cinsî münâsebete rızâ göstermediği hâlde kocasının kendisi ile zorla ilişkiye girdiğini söyleyen kadınlardan kefaret cezası düşmekte olduğu, erkeğin ise kefaret orucu tutması gerektiği, bilinen durumlardandır.

Cenâb-ı Hak, bu ihtiyacın iftar ile imsak arasında karşılanmasının fıtrî olarak kişilere yeterli olacağını beyân etmiştir. Helâl dairesi, fıtrat için yeterli derecede geniştir.

 

Hoşunuza Gitse de Müşrik Erkeklerle Evlenmek Câiz Değildir

“Îman etmedikleri sürece Allâh’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Şundan emin olun ki, îmanlı bir câriye, sizin hoşunuza gitse de müşrik bir hür kadından iyidir. Îman etmedikleri sürece Allâh’a ortak koşan erkeklerle de kadınlarınızı evlendirmeyin. Şundan da emin olun ki, îmanlı bir köle, sizin hoşunuza gitse bile müşrik bir hür kişiden daha iyidir. Onlar, insanları ateşe çağırırlar, Allah ise izni ile Cennet’e ve bağışlanmaya çağırır, gerektikçe hatırlasınlar diye insanlara âyetlerini açıklar.” (el-Bakara, 221)

İslâm, her şeyden yüksekte olup, hiçbir şey onun üzerine çıkamaz. Kadınların aşk ve romantizm gibi hususlarda ciddî zaafları olup “kalplerinin götürdüğü yere gidebilme” cesaretini (!) göstermelerini, Cenâb-ı Hak, ciddî şekilde uyarmaktadır. Zira Allâh’ın emrini çiğnemek sûreti ile hiçbir kişinin mutluluğu yakalaması imkân dâhilinde değildir.

Mü’min bir kadının hoşuna gitse bile, kendisi için bir kâfire veya bir fâsığa râzı olması câiz değildir. Bunu bilip bu şuurla kişinin yetişmesi, o mecrâlara girmemek için takvâlı olmaya gayret etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerine ciddî bir îkâzıdır.

Evlenilse dahî, bu nikâhın Cenâb-ı Hak katında geçersiz bir nikâh olduğu, bunların zinâkâr hükmüne tâbî tutulacakları, bilinmesi gerekli önemli bir husustur. Burada eşler arası denklikte en önemli hususun “dindarlık” olduğuna dikkat çekilmektedir.

 

Hayızlı Kadınla, Hayız Esnasında Cimâ Yapmanın Hükmü

“Sana kadınların aybaşı hâllerini soruyorlar. De ki: «O bir rahatsızlıktır. Bu sebeple âdet günlerinde kadınlardan ayrı durun, temizlenmedikçe onlarla cinsî münasebette bulunmayın. İyice temizlendiklerinde onlara Allâh’ın emrettiği şekilde yaklaşın.» Allah çok tevbe edenleri sever ve içi-dışı temiz olanları sever.” (el-Bakara, 222)

Medîne’de müslümanlar, yahudi komşuları ile birlikte yaşıyorlardı. Onların hayatında şâhit oldukları manzara, yahudilerin kadınların âdet dönemlerinde onlarla aynı sofrada yemek yemediği, hattâ onlarla aynı evde durmadığı şeklindeydi.

Sahâbe efendilerimiz, bu durumu Peygamber Efendimiz’e sordukları zaman bu âyetler nâzil oldu. Sıhhatli olduğu hâlde doğum sebebi ile değil, fıtrî sebeplerden kadın hayız olur. Ergenlik ile başlayan bu durum, kadının doğurganlığının en önemli işaretidir. Hayızlı kadın pis veya uğursuz değildir. Bebeğini de emzirir, evinde yemeğini de yapar, göbekle diz kapağının arasını örtüp, o bölgelere dokunulmaması sûreti ile eşi ile birlikte yatabilir de…

Hanefî fıkhına göre hayızın en az süresi 3 gün, en uzun süresi ise on gün olup, bunlardan az ya da daha çok devam etse de gelen kan, hayız kanı değildir. Âdetli kadınla cinsel ilişkiye girmek, kadına oldukça zarar vereceği için cimâya kadının aslâ rızâ göstermemesi gerektiği, gösterdiği taktirde verilmesi gerekli şer’î cezayı kadının da verme mecburiyeti olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır.

“-Bu beden benim, istediğim gibi yaşarım!” demek, kişinin haddini aşmasıdır. Sağlık açısından sakıncalı, tıbben mahzurlu, tiksinti veren ve her iki taraf için de eziyetli bir iş olduğu için dînen cezası, pişman olup istiğfar etmekle birlikte 4,5 gr altını da kefâret olarak vermektir.

Kâbe’yi tavâf etmek, “hadesten taharet”i gerektirdiği için âdetli kadının Kâbe’yi tavaf etmesi durumunda ya onu temizlenir temizlenmez iâde etmesi, aksi hâlde bir dem (koyun veya keçi) kesmesi gerekir.

 

Îlâ’ın Hükmü

“Kadınlarından uzaklaşmaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer geri dönerlerse, Allah çok bağışlayıcıdır, sonsuz rahmet sahibidir. Boşamaya karar vermiş olurlarsa, şüphe yok ki Allah her şeyi işitir ve bilir.” (el-Bakara, 226-227)

Bir erkeğin, eşiyle bir süre cinsî münâsebette bulunmamak üzere yemin etmesine “îlâ” denir. İslâm’dan önce îlâ, kadınları baskı altında tutmak, zulmetmek ve onlardan haksız menfaatler sağlamak üzere yaygın olarak uygulanırdı. Az da olsa eşlerini eğitmek, bazı kötü davranışlarını düzeltmek üzere îlâ yapanlar da bulunurdu.

Kötü maksatla bu yemin âdetinden faydalananlar, eşlerini yıllarca nikâh altında tuttukları hâlde onlarla yatmazlar, cinsî münasebette bulunmazlardı. Kadınların bu tutsaklıktan kendi istekleriyle kurtulma imkânları da yoktu.

İslâm, kadına zarar verme kastıyla yapılan îlâ’ı yasakladı, iyi niyete dayanan îlâ’ı ise dört ayla sınırladı. Dört ay içinde normal âile ilişkilerine dönüldüğü takdirde evlilik hayatı devam eder. Dört ayın dolması hâlinde İmam Mâlik ve Şâfiî’ye göre kadın hâkime başvurur ve hâkim kocasına:

“-Ya boşa veya evlilik hayatına dön!” der.

Koca bunlardan birine yanaşmazsa, hâkim re’sen boşar.

Hanefîler’e göre dört ayın dolmasıyla kadın kesin (bâin) olarak kocasından boşanmış sayılır. Dört aydan az olmak üzere karısına yaklaşmamaya yemin eden kimse, bu müddet içinde yeminini bozmazsa bir şey gerekmez, bozar da temasta bulunursa kefâret gerekir.

 

Boşanmış Kadınların İddeti

“Boşanan kadınların kendileri üç âdet görünceye kadar beklerler. Allâh’a ve âhiret gününe îman ediyorlarsa, Allâh’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, onlara helâl olmaz. Eğer taraflar arayı düzeltmeyi istiyorlarsa kocaları, onları kendilerine geri çevirme hususunda başkalarından daha ziyade hak sahibidirler. Kadınların, mâkul ve meşrû ölçülerde vazifelerine denk hakları vardır; erkeklerin ise onların üzerinde bir dereceleri mevcuttur. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (el-Bakara, 228)

İddet, o kadar önemli bir konudur ki, kadının eşi vefat etmiş olsa, aynı zamanda kendisine hac da çıkmış olsa, aslâ iddeti beklemeden hacca gidemez.

Bu, Cenâb-ı Allâh’ın eşlerinden boşanmış ya da eşi vefat etmiş kadınlardan yerine getirmelerini istediği bir farzdır.

Boşanan kadınlar, üç hayız müddeti, eşi ölen kadınlar 4 ay on gün iddet beklerler.[6] Menopoza giren kadınlar da, eşlerinden ayrıldıkları taktirde aynı iddeti beklemek zorundadırlar. Hâmile kadınların iddeti ise, yüklerini bırakmaları, yani çocuklarını doğurmalarıdır.[7]

Kadının yaşadığı o travmanın matemini hissetmesi, dünyadan bir müddet elini ayağını çekerek, ibadet ve kulluk ile psikolojik olarak rahatlaması için bu süre çok önemlidir. Bazı hanımlar:

“-Ben zaten âdet görmüyorum, eşim vefat etti, yeni torunum dünyaya geldi, hastaneye gidip onun yanında kalmak, refâkat etmek istiyorum!” demeleri, geçerli bir sebep olmayıp iddet bekleyen kadınların bu durumuna saygılı olunması, onları böylesi işlere mecbur etmeyip iddetlerini beklemelerini sağlamak, îmanlı evlâtların bir vazifesidir. Toplumun bu durumu bilip, kadınlara yardımcı olması gerekir.

Burada önemli bir husus da şudur ki, eşinden boşandığı hâlde iddet bekleyen bir kadınının eşi, tekrar birleşmek ister, bu isteğini de kadına daha çok zarar vermek maksadı ile yapmazsa, iddet müddetinin bitmesine gerek kalmaksızın, kalan talâkları ile tekrar evlenebilirler. (Gelecek sayıda devam edecek..)

 

[1] el-A’râf, 189.

[2] Âl-i İmran, 195.

[3] el-Mâide, 38.

[4] Bkz. en-Nisâ, 65; el-Ahzâb, 36; eş-Şûrâ, 10.

[5] Bkz: Buhârî, ed-Diyât, 4/6876.

[6] Bkz: el-Bakara, 234.

[7] Bkz: et-Talâk, 4.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle