Batının sözde medenî (!) yüzünü göstermek için, senenin her ayında, “önemli bir gün” îcad etmek ve bütün dünyada küresel bir akım hâlinde onu çılgınca kutlamak moda oldu: Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, doğum günü, kadınlar günü vs... Bu çılgınlık ve kutlamak nedense hep “tüketimi artırmak” sûretiyle, hediyeler vermek şeklinde oluyor!
Aslında işin temeline bu âdetlerin ne zaman, hangi hâdiseler üzerine ve kimler tarafından başladığını görmek ise, maskeyi indirmek ve küresel oyunun aktörlerini görmek açısından çok önemli… Batı, kendi vicdanını tatmin etmenin derdinde… Bir taraftan 364 gün boyunca kapısını çalmadığı annesine, ufak bir “cemîle” yaparak onun gönlünü aldığını düşünüyor; bir taraftan kendi sömürü düzeninin bir aksesuarı olarak gördüğü kadına, senenin bir gününde birkaç hediye almakla onun ağzına bal çalıyor. Babalara ayıp olmasın diye bir gün îcad ediyor; insanlar, arada bir de olsa, sevdiği kişilerle görüşebilsin, bir arada bulunsun ve üretim çarkının sabit bir dişlisi olduğunu, en azından bir gün fark etmesin diye “doğum günü” kutluyor.
Kısacası her şey, tamamen göstermelik ve kesinlikle işin ucu, maddiyata, tüketime dayanıyor. Herkes bir şeyleri kutlasın ki, üretim-tüketim çarkı aksamadan dönsün. Bu “özel günleri” kutlamayanlar, bunlara karşı mesafeli duranlar, herhangi bir sebeple muhâlif kalanlar ise, medyatik bir bombardımana ve linç kampanyasına tâbî tutuluyorlar. İnsanlar, bu günleri kendi iç dünyasında veya çevresinde kutlamasalar da, bu günler hakkında konuşmak imkânsız hâle getiriliyor, âdeta dokunulmaz bir “tabu”ya dönüştürülüyor.
Ama bütün bunların arkasında işin bir de kültürel boyutu, dînî-felsefî arka planı, tarihî hâdiselere dayanan bir geçmişi var. Bir müslümanın, bu günlerin arka planlarına bakmadan “uydum kalabalığa” anlayışı ile bunları kutlaması ise, ateşe odun taşımaktan bir şey değil!.. Bu ateş ki, sadece kendisini, âilesini yakmıyor; hem geçmişini, medeniyetini, tarihini ve geleceğini yakıyor, hem de Allah korusun, âhiretini, hayır-hasenâtlarını… Bu yüzden firâset sahibi bir müslümanın, neyi, niçin kutladığını ve neye, niçin karşı çıktığını iyi bilmesi lâzım… O körü körüne kalabalığa uyan, ne yaptığını düşünmeyen bir insan değildir, olamaz. Mensup olduğu din, sahip olduğu tarih ve medeniyet; onun bu şekilde nâdân ve ahmakça davranmasına müsaade etmez.
İşin bir tuhaf ve acı tarafı da, senenin bir gününde anneleri, kadınları, babaları hatırlayan bu Batı medeniyeti, o günlerin öncesinde ve sonrasında, “Anneleri, babaları, hanımları, çocukları, kısacası insanı” lâyık olduğu en üst mertebede hürmetle yâd eden İslâm’ı karalamaktan da geri kalmaz!.. Bu batı kültürünün borazancılarına göre, İslâm, kadına değer vermemiş, onu eve hapsetmiş, küçümsemiş, hakaret etmiş, elinden her türlü imkanını almıştır, vs… Onlar ise, kadına özgürlüğünü (!) vermiş, onu iş hayatına dâhil etmiş, onu hayatın bir parçası (!) hâline getirmiştir.
Yine onlara göre, evlilik, âile kurmak geride kalmış bir hayat tarzıdır. İnsanın sevgilisi değil, sevgilileri olmalı ve neredeyse her yıl bu yeni sevgililerini hatırlamalıdır.
İşte toplumun zayıf halkaları üzerinden yapılan ve kesinlikle mâsumâne olmayan bu özel günler ve kutlamalar, bizim tekrar tekrar değerlendirmemize konu olmalıdır. Dergimizi düzenli okuyan okuyucularımızın bildiği üzere, biz yeri geldiği ve gücümüzün yettiği kadar; bu günlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarıp, insanımızı, özellikle de kadınlarımızı bu acımasız çarkın dişlilerinden kurtarmayı kendimize vazife edindik. Bu yazımızda da işte bu özel günlerden bir tanesini, biraz daha geniş bir şekilde ele alıp tahlil etmek istiyoruz:
8 Mart, Dünya Kadınlar Günü
Önce “Niye Kadınlar Günü?” diye başlayalım sözlerimize, sonra da bu günün tarihine bir uzanalım.
Mâlum olduğu üzere, kadın, Allâh’ın ihsan ettiği özelliklerle, insanlığın beslendiği en temiz kaynaktır. O, sâfiyetin, merhametin, muhabbetin, hassasiyetin odağı ve toplumun eğitim ocağıdır. İnsanlık, merhameti, paylaşmayı, sevgiyi, saygıyı, kısacası insanlığı “annelerden” öğrenir. Sağlam toplum; sağlıklı işleyen ve fertleri birbirine sımsıkı bağlı âileyle kurulur. Toplumları ayakta tutan güçlü ve fedâkâr âileler; âileri sarıp sarmalayan da “anneler”dir. Bizim cemiyetimiz, asırlar boyunca güçlü âile yapısı sayesinde, Moğollara, Haçlılara, katliâmlara, yakılıp yok edilmelere dayanmış, âdeta küllerinden tekrar tekrar doğmayı bilmiştir. Ancak bizim bu güçlü yönümüz, düşmanlarımızın da dikkatini çekmiştir. Kendi toplumlarını tüketip sıfırlama pahasına, ahlâksızlığı, zinayı, teşhiri yaygınlaştırmışlar, özendirmişler ve bunu rahatlıkla yapabilmek için de kadını, âileden çıkarıp sokağa dökmüşlerdir.
Yaklaşık iki-üç asırlık dünya tarihi, kadının “özgürleştirilmek” uğruna, nasıl bir sefâlete sürüklendiğinin açık bir isbatıdır. İslâm’ın zaten vermiş olduğu ekonomik ve siyasal hakları verme vaadiyle, kadın, anne-babasından, eşinden, çocuklarından ve hatta kadını, kadın yapan bütün değerlerinden soyutlanmış; yalnızlaştırılmış, bir eşya ve görüntü (nesne) hâline getirilmiştir. O, artık, İslâm’ın cenneti ayaklarının altına serdiği anne değildir. Çünkü annelikten utanmış, utandırılmıştır. O, kendisine hizmet, hürmet ve muhabbet beslenen; evin hanımefendisi değildir. O da tıpkı eşi gibi, “evi geçindirmek zorunda olan” bir fert, kendi başına yaşarken de “kazandığından çok harcaması” ve “güzelliğini ihmal etmemesi” gereken bir moda ve tüketim metâıdır.
Özetle, özgürleşmek, istediği gibi yaşamak, dilediği her şeye erişmek için “dışarıya” çağrılan kadın; âilesini, fıtratını, kadınlığını, merhametini, kırılganlığını hep “içerde” bırakmak zorunda kalmıştır. Bunca yıllık gelişmenin (!) neticesinde, Batı’da âile bitmiş, pahalı teşviklere rağmen çocuk ve genç nesil tükenmiştir. Bunalımlar içinde kalmış erkek ve kadınlar, avuç dolusu ilaçlarla mutluluk aramakta, rehabilite olmaya çalışmaktadırlar. Gençliğinde doyasıya zevkleri peşinde giden nesiller, ölesiye toplumsal bir yıkımın altında kıvranmaktadırlar. Batı, sahip olduğu değerlerle birlikte büyük bir çöküşün arefesindedir. Acı olan ise, bütün bu enkaz ve feryatlar, yanıbaşımızda yaşanmakta iken Müslüman toplumlar, Batının yaldızlı maskelerine ve insanı baştan çıkaran şeytânî iğva ve tuzaklarına kanmaya devam etmektedirler. Batı, kendi halkına ne vermiştir ki, bize de versin. Batılı insanın kendisi ne kadar mutludur ki, sahip olduğu inanç, gelenek ve değerler bizi de mutlu etsin!..
“Dünya Kadınlar Günü”nün Geçmişi
Tarih: 8 Mart 1857
Yer: ABD, New York şehrinde bir dokuma fabrikası…
O fabrikada çalışan kadınlar, aynı işi yapmalarına ve daha fazla mesâî harcamalarına rağmen erkeklerden daha düşük ücret aldıklarını ilan ederek grev kararı aldılar. Çok uzun saatler boyunca, insanın tâkâtini zorlayacak şartlarda çalışıyor ve üstüne üstlük her açıdan mağdur ediliyorlardı. İstedikleri şartları şöyle açıkladılar:
“İnsânî şartlarda çalışmak,
10 saatlik iş günü,
Eşit işe, eşit ücret..”
Sayıları 40 bini bulan dokuma işçileri topluca greve başladı. Bu grevin diğer işçiler için de örnek teşkil etmemesi için fabrikanın patronu, grevdeki kadınların üzerine kapıları kilitletti. Böylece içerideki sayıyı sabit tutmuş, onlara dışarıdan katılmanın önünü kesmiş oluyordu. İş bu kadarla da kalmadı, fabrikanın içinde çıkan bir kavga esnasında, grevdeki kadınlardan 120 tanesi şâibeli bir şekilde yangında hayatını kaybetti. Onlara yapılacak müdahaleler de engellendi, bütün bunlar oradaki herkesin gözleri önünde cereyan etti. İşçilerin bu şekilde yakılması, toplumun vicdanında büyük bir yaraya dönüştü ve infiâle sebep oldu. Yanan kadınların cenâzesine, 10 bini aşkın kişi katıldı.
1910 yılında Uluslar arası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda bu hâdise tekrar gündeme geldi ve tekstil fabrikasında ölen kadınlar hatırasına, 8 Mart, “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlandı.
Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmıştır. Ülkemizde kutlanılan kadınlar günü, özellikle, “Kürtaj benim hakkımdır. Bu beden benim, bedenimi istediğim gibi kullanırım...” gibi feminist ve gayr-i ahlâkî hayat tarzlarını savunanların bir gövde gösterisi şeklinde kutlanmaktadır.
* * *
Maalesef son yıllarda Mart ayı yaklaştığında, bazı vakıf, dernekler ve kültür merkezleri de bizi arıyor ve “Seminer verir misiniz?” diyerek davet ediyorlar.
“-Neyin gününü kutluyoruz? Kadınlar günü de neymiş, bu zulüm gününü mü kutlayacağız?” dediğimde:
“-Efendim, siz İslâm’da kadını anlatın.” diyorlar.
Biz ise, o güne mahsus bir şekilde kadına verilen kıymeti anlatmayı uygun görmüyoruz. İslâm’da kadının değeri ve haklarını, bir güne tahsis etmek; hem de İslâm dışı bir dünyada, İslâm’dan kaynaklanmayan problemler yüzünden kadınların çektiği sıkıntıları dile getirmek; olsa olsa o günü îcad eden kimselerin ekmeğine yağ sürmek demek!.. O günü kutlayanlar, yerleştirmek isteyenler mâlum… Ancak buna, Müslümanların âlet olması da pek acı!..
Elhamdülillah, müslümanız… Müslüman kadını olarak hepimiz çok şanslıyız. Biz haklarımızı, Avrupa’nın zulüm kokan sokaklarında grev yaparak, ezilip hiç sayılarak elde etmedik.
Biz daha dünyaya gelmeden, cennette özlenen varlıklarız. Bizim Allah tarafından gönderilen kitabımızda, sizlerin tahrif ettiğiniz kitaplarınızda bulunduğu gibi, “erkeğini kandırıp günah işleten, şeytanla iş birliği yapan, günah ve utanç kaynağı olarak görülen” bir kadın imajı yok!.. Kadın, haysiyet ve şerefiyle hep erkeğinin yanında… Onunla birlikte hayatı kuruyor, onunla birlikte cenneti paylaşıyor, onunla birlikte dünyayı cennet hâline getirmeye çalışıyor. Hata işlediklerinde de beraberce gözyaşı döküp Allâh’a yalvarıyorlar. Biz, Allâh’ın birbirini tamamlamak üzere yarattığı iki ayrı cinsiz. Farklılıklarımız, zenginliğimiz… Birimizin eksik bıraktığı tarafı, diğerimiz dolduruyor ve ikimiz bir araya geldiğimizde ancak bir bütün oluşturuyoruz.
Sizler 1870’lerde sokaklara dökülüp mîras, şâhitlik, mülk edinme gibi bazı haklarınızı elde edebilmek için pankart açıp dayak yerken, bizlere bu haklar, yedinci asrın başlarında İslam Dîni tarafından verilmişti.
O asırlarda, sizin kiliselerinizde kadın, “şeytan” olarak kabul edilmiş, hatta “insan” olup olmadığı tartışılır vaziyetteydi. Toplumdaki bütün aksilikler, başa gelen bütün belalar kadınlardan dolayı kabul ediliyordu. Bizim Peygamberimiz, kızlarını omzuna alıp Mekke sokaklarında gezdirirken, kızına “babasının süsü”, “babasının annesi” diye hitap ederken, sizlerin babaları, dedeleri sizi insan sınıfına sokmuyordu!
Sizin erkekleriniz, Sinogoglara kadınları pis varlıklar olarak görüp sokmazken bizim Peygamberimiz özel gününde olan hanımının kucağına dayanıp Kur’ân okuyor, eti onun ısırdığı yerden ısırıyor ve bardağı yudumladığı taraftan suyunu içerek hanımların ne kadar temiz varlıklar olduğunu gösteriyordu. Onlara ders vermek için mescide özel günler tertüp ediyor, onlarla folklor gösterileri izleyip koşu yarışları yapıyordu.
Sizler evlendiğinizde, kocalarınıza mal-mülk götürürken ve eşleriniz öldüğünde, eşya gibi mîras bırakılırken, bizim dinimiz bize “mehir hakkı”nı çoktan vermişti. Miras bırakıp, miras alma, mülk edinme ve mülk üzerinde istediği gibi tasarruf haklarımız vardı.
Bizler, tıpkı erkekler gibi, Rabbimizin kullarıyız. Peygamberimizin övdüğü, güzelce büyütülüp gözetilirsek babalarımızın cennet anahtarıyız. Bizler, ayaklarımızın altına cennetin serildiği, peygamberleri doğuran şerefli anneleriz. Bizler adı ve iffeti sûrelere konu olan Meryem’iz!.. Bizler, Firavun’un küfür sarayında yeşeren îman filizi Asiye’leriz… Bizler şeytanı taşlayan ilk el, teslimiyetin zemzemi Hacer’leriz… Bizler Hira’dan gelen habere, ilk teselli veren ses, ilk îman eden, ilk cennetle müjdelenen fedâkâr Hatice’leriz… Bizler gerektiğinde dini için ilk şehit olan Sümeyye’leriz.. Bizler, iffeti âyetlere konu olan, göklerde tebrie edilen (aklanan), ilmin beşiği Âişe’leriz.. Bizler, Peygamberin en sevdiği takvâ âbidesi, îsar sâhibesi Fâtımâlarız…
Biz, dinimizi yaşadıkça kıymetlenen, ondan uzaklaştıkça zelîl olan, cennetten de cehennemden de haberdar olup îman etmiş şanslı Âdem ve Havva’nın kızları, en kıymetli peygamber Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kırılmasından, incinmesinden korkup üzerine titrediği zarîf ümmetiyiz. Bize şeref olarak bu yeter! Sizin zulüm tüten, menfaat için uydurulan sahte günlerinize muhtaç değiliz!..
YORUMLAR