KADIN VE KURBAN

İnsanlığın sessiz mimarı kadın…

Her peygamberi doğuran ana... Peygamberlerin vahyi yüklenirken yaşadıkları mânevî ağırlığı ve tebliğ ederken çektikleri çetin imtihanları ilk gören bir çift göz… Çoğu zaman en itaatkâr ümmet, bazen de peygamberlerin imtihanı…

İlk günah ile hissesine acziyet düşen kul... İlk tevbeye, âmin diyen gözyaşı… Cennette özlenen gönül huzuru…

Kâinâtın nûrunu, peygamber alınlardan alıp taşıyan kutlu hâmî... Teslimiyetin zemzemi… Şeytanı ilk taşlayan el… Rabbin kurban emrine itaatte sergilenen anne tevekkülü…

* * *

Gelin, şimdi Hazret-i Hacer’in şahsında, mü’min bir zevceye ve mütevekkil bir anneye nazarlarımızı çevirelim. O’nun lisân-ı hâliyle asırlar öncesinden günümüze söylediklerine bir kulak verelim.

Hazret-i Hacer… Bir câriye… Hazret-i İbrahim’in hanımı Sâre vâlidemizin pazardan satın aldığı bir yardımcı… O, artık iki yaşlıdan ibâret evde tutan güçlü bir el… Genç bir nefes… Hazret-i Sâre o kadar yaşlanmıştı ki, kendi çocuğunun olmasından ümit kesmişti artık… Muhterem zevcine bir zürriyet verememenin ezikliği ile kendi câriyesi Hacer’i, Hazret-i İbrahim’e teklif etti:

“-Onunla evlen, belki ondan çocuğun olur.” dedi.

Ancak ilâhî imtihan… Hazret-i Hacer hâmile kaldı ve bir oğul dünyaya getirdi. Adını İsmail koydular. Böylece Muhammedî nur, Hazret-i İbrahim’den Hacer vâlidemiz vasıtasıyla Hazret-i İsmâil’e intikal etti. Hazret-i Sâre, bu nübüvvet nûrunu kaçırmıştı.

Artık evde bir huzursuzluk hâli vardı. Hazret-i Sâre ile Hazret-i İsmail’e hicret yolları görünmüştü. Hazret-i İbrahim, Allâh’ın emri ve izni ile yollara düştü. Bir tarafında mütevekkil zevcesi Hacer, bir tarafında yeni doğmuş yavrusu İsmâil… Cebrâil -aleyhisselâm- onlara rehberlik ediyordu. Dağlar arasında ıssız bir beldeye geldiklerinde, Cebrail -aleyhisselâm-:

“–Ey İbrâhîm âileni buraya yerleştir!” buyurdu.

Hazret-i İbrâhîm:

“–Burası ne ziraate, ne de hayvancılığa elverişlidir.” deyince Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Evet, öyledir. Fakat burada senin oğlunun neslinden Ümmî Peygamber çıkacak ve «el-kelimetü’l-ulyâ: en yüce söz olan tevhîd» onunla tamamlanacaktır.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 164)

Böylece Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Hacer’in teslimiyet imtihanı başlamış oldu. Birisi, Rabbi için âilesini çölün ortasına bırakacaktı, diğeri de kundaktaki bebeği ve elindeki bir testi suyla O’na itaat edecekti.

Bu büyük tevekkül ve teslimiyet, Peygamber Efendimiz’in dili ile şöyle ifade edilmiştir:

 “İbrâhîm -aleyhisselâm-, Hacer vâlidemizi ve henüz onun emzirmekte olduğu İsmâîl -aleyhisselâm-’ı Mekke’ye götürdü. İleride fışkıracak olan «zemzem» kuyu­sunun yanında bir ağacın altına bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi koydu. Sonra geriye döndü. Hacer vâlidemiz arkasından seslendi:

«–Bizi buraya bırakmanı Allah mı emretti?»

İbrâhîm -aleyhisselâm-:

«–Evet!» diye cevap verdi.

Hacer vâlidemiz büyük bir tevekkül ve teslîmiyetle:

«–Öyleyse Rabbim bizi korur! Zâyî etmez!» dedi. İsmâîl -aleyhisselâm-’ın yanına döndü.” (Buharî, Enbiyâ, 9)

* * *

Hazret-i Hacer, hem peygamber olan zevcine, hem de her şeyin sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a büyük bir samimiyet ve gönül huzuru ile teslim olmuş, bu teslimiyetiyle içindeki bütün şüphe ve endişeleri çoktan kurban etmişti. İşte bu, hanımların gönül dünyalarında ilk kurban etmesi gereken şeye de bir işâretti. Çünkü şüphe, vesvese ve endişe, şeytanın kalpleri ve zihinleri avladığı en büyük silahıydı. Şeytan, bu silahı ile nice âile yuvasını târumâr etmişti.

* * *

Hazret-i İbrahim yanlarından ayrıldıktan bir müddet sonra, onun bıraktığı yiyecek ve su tükenivermişti. Hazret-i Hacer, hem kendisi ve hem de yavrusu için su bulmalıydı. Bir insan olarak bütün vesilelere müracaat etmeliydi. Bu durum, tevekkülü zedelemezdi, aksine başlı başına Rabbe duyulan tevekkülün bir îcabı idi.

Hacer vâlidemiz Safâ ve Merve tepeleri üzerinde yedi sefer koştu. Bu iki tepe arası dörtyüz metre kadar­dır. Hacer vâlidemiz bir taraftan koşuyor, bir taraftan da Hazret-i İsmâîl’e bakı­yordu. Çevresinde, değil bir insan, uçan bir kuş dahî yoktu. Hiçbir yerde hayat belirtisi gözükmüyordu. Hacer vâlidemiz, Merve tepesi üzerinde iken:

“–Sus ve iyice dinle!” diye bir ses işitti. Bu Cebrâîl’in sesi idi. Hacer vâlidemiz hemen sesin geldiği tarafa döndü. Cebrâîl -aleyhisselâm- devamla:

“–Siz her şeye kâdir olana emânetsiniz! Sakın mahvoluruz diye korkma! İşte şurası Beytullâh’ın yeri. O beyti şu çocukla babası yapacaklardır. Allah -celle celâ­lühû- bu beytin sâhibini zâyî etmez!” dedi.

Hazret-i Hacer annemiz, teslimiyetinin ilk meyvelerini toplamaya başlamıştı. Zira bu sefer Cebrâil’in sesini duyan kulaklar, onun kulakları idi. Ve Cebrail onu:

“-Siz, her şeye kâdir olana emanetsiniz!” diye teselli ederken, âdeta bir taraftan da kuruyan dudaklara zemzemi müjdeliyordu.

Hacer vâlidemiz bu hitâb üzerine oğlu İsmâîl’in yanına gitti. Gördü ki, İsmâîl -aleyhisselâm-’ın ayağının dibinden su fışkırıyordu. Büyük bir sevinç içerisinde Rabbine şükretti. Bitecek korkusu ile kumdan bir havuz yaptı. Suya da “Dur, dur!” mânâsına gelen “Zem, zem!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allah, İsmâîl’in annesi Hacer’e rahmet eylesin! Eğer o, zemzemi kendi hâline bırakıp suyun etrafını çevirmeseydi, muhakkak ki zemzem, devamlı akan bir kaynak olurdu.” (Buhârî, Enbiyâ, 9)

* * *

Bir tevekkül ve teslîmiyetin semeresi olarak fışkıran bu su, kıyâmete kadar ümmete şifâ olarak devâm edecektir.

Böylece İbrâhîm -aleyhisselâm- ve Hacer vâlidemiz, teslîmiyetlerinin netîce­sinde büyük bir bereket elde etmiş oldular.

Demek ki, Cenâb-ı Hak, bir câriye ile bir âciz bebeği de sahipsiz bırakmıyormuş. Demek ki, Rabbimiz, rütbeye, ünvana, cüsseye, cinsiyete, dünyevî makamlara değil; ihlâsa, tevekkül ve teslimiyete, kulluk ve itaate değer veriyormuş. Kendisine gönülden îmân eden, bütün gücü ile bağlanıp boyun eğen kimselerin yâr ve yardımcısı, sadece “O” oluyormuş!..

Hazret-i Hacer’in tevekkül ve teslimiyeti Cenâb-ı Hak katında o kadar kabul olmuş ki, kıyamete kadar bütün hacılar, onun Safâ ile Merve arasındaki bu “sa’y”ini bir ibâdet rüknü olarak yapmaya devam edecekler.

* * *

Rabbimiz ihsanlarını, imtihanlarla perdelemiş. Şimdi Hazret-i İbrahim ve âilesini yeni imtihanlar bekliyordu.

Bir vakit, Hazret-i İbrahim, Cenâb-ı Hak’tan kendisine sâlih bir evlât vermesini niyaz etmişti. (bkz: es-Sâffât, 99-100) Cenâb-ı Hak da ona hilm sahibi bir evlat olan İsmail’i müjdelemişti.

Onlarca yıldır beklediği evlâdına kavuşmak, evlâdını Hazret-i İbrahim’in kalbinde putlaştırmamıştı. O, Rabbinin bir emriyle, zevcesi Hazret-i Hacer’i de, biricik evlâdı İsmâil’i de çölün ortasına bırakıvermişti. Aradan yıllar geçmişti. Onlardan ayrı olmanın çilesi, içten içe kendisini yakıp duruyordu.

Ancak imtihan bitmiyordu. Cenâb-ı Hak, şimdi de ciğerpâresi İsmâil’i, kendi elleriyle kurban etmesini istiyordu. Hazret-i İbrahim, kendi gönül âleminde bu ilâhî emri kabullenmiş ve teslim olmuştu. Ancak ya evlâdı? O, Rabbinin emrine lâyıkıyla teslim olabilecek miydi?

Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:

“İşte o zaman, biz O’na hilim sahibi bir oğul müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası): «Yavrucuğum, rüyâda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?» dedi.

O da cevâben: «Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulur­sun!» dedi.

Her ikisi de teslîm olup, (İbrâhîm) onu alnı üzerine yatırınca: «Ey İbrâhîm, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsân sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten çok ağır bir imtihandır.» diye seslendik.

Biz oğluna bedel O’na büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında O’na (iyi bir nam) bıraktık: «İbrâhîm’e selâm olsun!» dedik. (İşte) Biz ihsân sahiplerini böyle mükâ­fâtlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 101-111)

* * *

İbrâhîm -aleyhisselâm-, Rabbinden gelen ilâhî emir üzerine Hacer vâlidemize, oğlu İsmâîl’i yıkamasını ve güzel kokular sürmesini; O’nu bir dostuna götüreceğini söyledi. Hazret-i İsmâîl’e de yanına bir ip ve bıçak almasını tenbih etti ve:

“–Oğlum, Allah rızâsı için kurban keseceğim!” dedi.

Arafatta hacıların vakfeye durduğu yere doğru yol almaya başladılar. Bu sı­rada şeytan, insan kılığında ilk olarak Hacer vâlidemizin yanına geldi ve O’na:

“–İbrâhîm, oğlunu nereye götürüyor biliyor musun?” dedi.

O da:

“–Dostuna götürüyor.” cevâbını verdi.

Şeytan:

“–Hayır, kesmeye götürüyor.” dedi.

Hacer vâlidemiz:

“–O oğlunu çok sever!” diye mukâbele etti.

Şeytan devamla:

“–Allah emrettiği için boğazlayacakmış!” deyince Hacer vâlidemiz:

“–Eğer Allah -celle celâlühû- emretti ise, güzel bir şeydir. Tevekkül ederiz.” dedi.

* * *

Buradaki nükte çok önemli… Şeytan, gönlünde evlâdına karşı sonsuz bir sevgi ve merhamet besleyen anneyi öncelikle yokluyor. Çünkü onu kandırabilirse, kendisine bir yardımcı daha bulmuş olacak!.. Ancak o mel’ûn şeytan, Hazret-i Hacer vâlidemizin îman ve teslimiyeti karşısında acze düşüyor. Demek ki, kadın, gönlüne vesvese veren şeytanı taşladıkça, çocuğundan da, eşinden de onun menfî tesirlerini uzaklaştırmış oluyor.

Şeytan, Hacer vâlidemizi aldatamayınca, İsmâîl -aleyhisselâm-’a, ondan sonra Hazret-i İbrahim’e yaklaşıyor. Fakat her biri, aynı Hacer vâlidemiz gibi taşlıyorlar şeytanı… Böylece hac ibâdetinin kıyâmete kadar devam edecek bir rüknü daha ortaya çıkıyor: Şeytanı taşlamak!..

Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmâil’in birbiriyle kulluk ve itaate yarışmaları mukabilinde, Cenâb-ı Hak, Cebrâil -aleyhisselâm- vâsıtasıyla cennetten bir koç gönderiyor.

Bir baba, bir anne ve bir çocuk… Her biri, Allâh’ın sevdiği, seçtiği ve bütün insanlığa örnek gösterdiği başlı başına birer ümmet… Her okuyuşta, ibret nazarıyla her bakışta, yepyeni ufuklar açan bir kıssa… İnşâallâh, biz hanımların gönüllerine de düşer birer hisse…

 

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle