Vazifeli olarak yakın zamanda kutsal topraklarda idim. O mübarek beldelerde aklıma takıldı; umrecilerimiz arasında akrabalarına küs olarak gelen var mı idi? Gelmeden önce helalleşmiş, barışmışlar mıydı?
İrşad için gittiğimiz kafilelerde, hanımlara sohbet sonrası ilk sorum:
“-Binlerce şükür ki, Rabbim lütfetmiş, bu beldelere gelmişiz. İçinizde memlekette yakın akrabalarından birilerine gönlü kırık olan, onlarla görüşmeden gelen var mı? Özellikle anne, baba, kardeşler, eş ve çocuklar ile küs olarak, kırgın olarak gelen var mı?”
Ben bu sorunun cevabını vermezler diye düşünürken beni mahcup edip açık yüreklilikle cevapladılar. Hattâ anlatmak isteyip gözyaşı dökenler çoğunlukta idi.
“-Ağabeyim bana küs, ben ona küs değilim. Buraya gelirken helâlleşmek için yanına gittim; beni kabul etmek istemedi.
«-Mübarek yerlere gideceğim, helâlleşmek için geldim.» dedim.
Kapının arkasından bağırdı:
«-İnşâallah oralardan ölüm haberin gelsin, sen değil!.» dedi.
Anlatan hanım, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
* * *
“-Ablamın kızı ile oğlumu evlendirdik. Geçinemediler ayrıldılar. Ablam bana düşman oldu. Beni gördüğü yeri terk ediyor. Arkamdan bedduâ ediyormuş. Buraya gelmeden telefonla arayayım, dedim. Konuşmama fırsat vermeden telefonu yüzüme kapattı.
“-Seninle bu dünyada konuşacak hiçbir şeyim yok! Mahkeme-i kübrâda görüşürüz.” dedi.
Bu kırgınlıklar, kişilerin psikolojilerine çok tesir edip ciddi üzüntülere sebep verdiği için derdini anlatan her hanım, gözyaşlarını tutamıyordu.
* * *
“-Oğlum beni çok severdi. Evlendirdik. Kız tarafının istediği kadar altın takmadık diye, gelin, oğlumu bana düşman etti. Yavrumun yüzünü göremez oldum. Çok özlüyorum. Ben onun ayağına gidiyorum.
«-İşim var!» deyip çıkıp gidiyor. Gelin de yüzüme bakmıyor.”
Bu hanım, özellikle barışmayı kolaylaştıran, aralarının düzeltilmesini sağlayan bir duâ olup olmadığını ısrarla soruyordu.
* * *
“-Babam ameliyat oldu. Hastahanede kendisine günlerce baktım. İyileşti. Sonra annem hastalandı. Kız kardeşimin evi daha yakın olduğu için onunla ilgilenemedim, kız kardeşim ilgilendi. Kardeşim neler söylemiş bilemedim, annem bana düşman oldu. Telefonlarımı bile açmıyor. Düğün ya da dernekte görüp elini öpmek istesem, elini vermiyor ve milletin içinde beni azarlıyor. Ben de kocaman kadın oldum, zoruma gidiyor.”
Kırgınlıkları üç yıldır sürüyormuş ve annesi, kendisi ile görüşen kardeşlerini de görmek istemiyormuş. Bu hanım, ciddi sıkıntı içinde idi ve kendisini çok çaresiz hissediyordu. Yanında genç kızı vardı. O da:
“-Annem sonuna kadar haklı, anneannem haksız olduğu hâlde barışmaya yanaşmıyor. Ben de anneme, «Üzülmeyi bırak, nereye kadar gidecekse gitsin.» diyorum.”
Bu sözlere hak verse de hanımın içi yanıyor ve:
“-Haklı olduğumu biliyorum, ama küslük beni çok üzüyor. Her gün aklıma geliyor. Kızlarımı evlendireceğim, annem hiçbirinin düğününe katılmayacak mı? El âlem ne der?”
İşin içine elâlem girince samimiyet kaybolsa da anlıyorum ki hanım, annesi ile kırgınlıklarına kimsenin şahit olmasını istemiyor. Kötü olanı îlan etmemek sünnetini uygulamak istediğini düşünüyorum. Bekâra karı boşamak kolay derler ya, hanımın kızı da annesi ile empati yapamadığı için “Boş ver!” diyor. Boş vermenin mümkün olmadığını hissedemiyor.
* * *
“-Gelinimiz eve geldiğinden beri bütün kardeşleri birbirine düşürdü. Annemi dahî bana düşman etti. Geçen gün bana haber göndermiş; «ölürsem ölüme gelmesin, ölürse ölüsüne gitmem!» demiş. Çok zoruma gitti.”
* * *
“-Ağabeyim zengin birisi, İstanbul’da yaşıyor. Babam memlekette vefat etti. Yedi yıl geçtiği halde abim malları paylaşmaya yanaşmıyor. Mal paylaşmakla ilgili bir şey söylesek:
«-Ben paylaşmıyorum. Haydi bakalım, gücünüz yetiyorsa, siz paylaşın!» diyor.
Üç kız kardeşiz, hiçbirimizin durumu iyi değil!.. Ama abim zulmettiği için ona hakkımızı helâl etmiyoruz, kendisi ile helâlleşmeden geldim.”
* * *
O kadar çok ki kardeş, ana-baba, evlât, eş küslükleri… Hanımların hepsinin ortak noktası küs olan akrabalarının kendilerine bedduâ etmeleri… “Küs olan, bu haberi nasıl alır?” dememe kalmadan anlatıyorlar:
“-Yakın akrabamızdan şu şu kişinin yanında konuşmuş.”
Küslüklerin hemen hepsi şu şekilde gelişiyor:
İlk başlarda küslük olmasın diye hiçbiri geri adım atmıyor. Kısasa kısas sistemi ile lâfın altında kalmayıp cevap yetiştiriliyor, lâfın peşi bırakılmıyor. Sonrasında da hemen barışmaya gayret edilmiyor. Aradan uzun zaman geçtikten, münâfık lâf taşıyanlar işini başarmanın verdiği huzur ile geriye çekildikten sonra akıl başa geliyor. Özellikle insaflı taraf “barışmak” istiyor, ama iş işten geçmiş, çok çamlar devrilmiş oluyor.
Kavga eden akrabalar, birbirlerine kırgın olsalar da karşı taraftan haber almak, ya da problemlerini birilerine anlatmak için çaba sarf ediyorlar. Lâfın, sözün gidiş-gelişi hiç kesilmiyor. Anadolu tabiri ile “lâfı kurutmuyorlar”.
Arada laf taşıyan, söz getirip götüren -hanımların ifadeleri ile- “iyi niyetli yakın akrabalar” (!) sağ olsun, bu işten zevk alıyorlar. Onların iyi niyetli olduğunu hanımlar kendileri söylüyorlar. Bilmiyorlar ki, ara yerde lâf taşıyan fitneciler olmasaydı, iş bu noktalara gelmeyecekti. “Lâf taşımanın iyi niyeti nasıl olur?” düşünülmesi gerekli bir mevzû doğrusu…
Hiç kimse ilk zamanlarda hâdisenin büyümemesi için evine çekilmiyor. Bilhassa karşı tarafı çok iyi tanıyanlara olayı anlatıp güyâ akıl danışıyorlar. Farkında ya da değil, bu hususu etrafa anlatıp duran, aslında şunu gaye ediniyor:
“-Siz onu iyi bilirsiniz, ama bakın bana neler etti! Hürmete lâyık bir insan değildir, öğrenin!”
Böylece yaşadıklarını her önüne gelene anlatıp duran, kendi akrabasının, tanıdıklar nezdinde îtibârını zedeleme gayreti içinde olduğunu ya biliyor ve bilerek yapıyor ya da şuursuzca hareket ediyor, hâdisenin geldiği noktayı anlayamıyor.
Akıl verenler çok; hakkı ve sabrı tavsiye edenimiz yok gibi... Asr Sûresi’ndeki âyetler ile amel etmek, son derece önemliyken, bilenler dahî unutuyor, mübarek âyetleri… Ne hakkı tavsiye eden var, ne sabrı… Bu âyetlerdeki sıralama çok mühim. Dalâlet üzere sabır değil, hidâyet üzere sabır… Önce hakkı, sonra sabrı tavsiye etmemiz isteniyor. Hak ortaya çıkmadan, sabrın hiçbir mânâsı yok çünkü…
Hucurât Sûresi 10. âyet ile amel edenimiz yok gibi:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmete eresiniz.”
Bu âyetle amel etmek, inananlar için o kadar çok elzem ki:
“-Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.”
“-Koca koca adamlar, barışsınlar!.. Çocuk değiller ki ellerinden tutalım da barıştıralım.” nemelâzımcılığı bizleri cidden günaha sevk ediyor.
* * *
“İçinizdeki bekârları evlendirin.” (en-Nûr, 32) âyeti gibi “İçinizdeki dargınları barıştırın.” (el-Hucurât, 10) âyeti de bu işin, onlara bırakılamayacak kadar hassas olduğunu, devreye kardeşlerinin girmesi gerektiğini bildiriyor.
Bunların, kenara çekilip seyredilecek konular olmadığı, bu hususta Allah’tan korkup hassasiyetle işin üzerine gidilmesi gerektiği bütün mü’minlere öğretiliyor. Kullarını en iyi tanıyan Rabbimiz, bu vazifeyi, bütün mü’minlerin üzerine yüklüyor. Bu sayede rahmetin bizi bulacağına işaret ediyor.
* * *
Allah Teâlâ, ana rahmine bağlı akrabalık düzenini kurduktan sonra, bu bağları yaşatanlara kendisinin ilgisinin süreceğini, akrabalık bağlarını koparanları ise kendi ilgisinden mahrum bırakacağını bildiriyor. Ashâb-ı kirâma bu bilgiyi veren Peygamber Efendimiz, sıla-i rahmi terk etmenin kötülüğüne işaret eden Muhammed Sûresi’nin 22. âyetini okumamızı, ashâbın nezdinde hepimize tavsiye ediyor.
“Sıla-i rahim”; sözlükte “bağ, irtibat” mânâsına gelen “sıla” ile “ana rahmi” ve mecâzen “insanlar arasındaki soy birliği, akrabalık bağı” mânasındaki “rahim” kelimelerinden oluşuyor. Sıla-i rahim, terim olarak “kan bağı ve evlenme yoluyla oluşan akrabalık bağlarını yaşatma, akrabalarla münâsebetleri sürdürme, haklarını gözetme, onlara ilgi gösterme, iyilik ve yardımda bulunma, ziyaret etme” şeklinde açıklanıyor.
Nisâ Sûresi’nin ilk âyetinde Allâh’a saygısızlıktan, hemen arkasından ise, akrabalık haklarına riâyet etmemekten sakınılması istenmekte olup İslâm âlimleri bu âyete ve daha başka âyet ve hadislere dayanarak; sıla-i rahmi gözetmenin “farz” ve sıla-i rahme riâyetsizliğin “haram” olduğunu bildiriyorlar.
Bazı hadislerde Allâh’ın “er-Rahmân” ismiyle “sıla-i rahim” arasında ilgi kurularak bu vazifeyi yerine getirenlerin, ilâhî rahmetten nasiplerini alacaklarına, ihmal edenlerin ise rahmetten mahrum kalacaklarına işaret ediliyor (Müsned, I, 190, 191, 194; Buhârî, Edeb, 13; Tirmizî, Birr, 16)
Hadislerde sıla-i rahim konusunda karşılık beklenmemesi, irtibâtı kesenlerle de akrabalık bağlarının sürdürülmesi gerektiği bildiriliyor. (Müsned, II, 160, 194; III, 437)
Akrabalık bağlarını korumak “farz” olduğuna göre, kopması ile “haram” işleneceğinden; akrabalık bağının kesilmesine sebep olan her durum, ciddi bir fitnedir. Akrabalık bağına kasteden fitneler zamanında, Allah Rasûlü’nün genel olarak “fitne” hâlinde yapılmasını tavsiye ettiği hususlara çok dikkat etmek gerekiyor.
* * *
Yüce Mevlâmız:
“Allah fesat çıkarmaya ve fenâlık yapmaya râzı olmaz.” (el-Bakara, 205) buyuruyor.
Akrabalık bağını bozacak bir fitne durumunda ne yapmalı?
Hazret-i Mevlânâ’dan şöyle bir menkıbe nakledilir:
Biri hükümdara gelir ve:
“-Fitneler çoğalınca ne yapayım?” diye sorar.
Hükümdar hemen adamın eline ağzı açık bir zeytinyağı tulumu verdirir, yanına da silahlı bir adam koyar. Silahlı adama:
“-Bunu çarşı-pazar dolaştırın. Eğer bu zeytinyağından bir damla dökerse öldürün!..” der.
Sorduğuna soracağına pişman olan adamcağız, dökmemek için kan ter içinde kalır ve nihayetinde o silahlı adamla birlikte saraya döner. Hükümdar sorar:
“-Çarşı-pazarda neler gördün, anlat bakalım.” Adam:
“-Aman efendim… Ben yağı dökmemeye çalışırken etrafımda olup biten hiçbir şeyi görmedim.” cevabını verir.
Adamın ilk başta kendisine sorduğu soruyu, şimdi cevaplar hükümdar:
“-İşte fitne ortamında da böyle olacaksın; kendine, kendi işine bakacaksın!.”
* * *
Akrabalar arası böylesi bir fitne baş gösterdiğinde Peygamber Efendimizin reçetesi hemen devreye sokulmalı, fitneden sakınmaya çalışılmalıdır. Çünkü
“Fitne ortamında dilini oynatmak, aynen kılıç oynatmak gibidir.” (Kütüb-i Sitte; 13/390)
Fitne ortamında karşımızdaki yakınımız ne derse desin, haklı bile olsak dilimizi tutmamız gerekiyor. Çünkü kişiler, kavga esnasında hep kendini haklı görür ve bu haklılık duygusu ile çok ileri gider. Biz bir şey söylemediğimiz için hasımlık yapan dediği ile kalacak; biz onun kalbini kırmadığımız, acı söz söylemediğimiz için küsmeyi gerektirecek bir durum bulamayacaktır.
“Bahtiyar, fitneden kaçınan ve belâlara sabredendir. Ne mutlu ona.” (Kütüb-i Sitte; 13/374)
* * *
“Kâbil’in karşısında Hâbil olabilmek!..” İşte bütün meziyet burada…
Fitneden, fitnecilerden uzak durmak, fitne konusuna ilgi duymamak gereklidir. Fitne, ilgi görürse yayılır ve işin içinden çıkılamaz hâle gelir. Aramızda tartışma olan kimse ile irtibâtı bir süre dondurup, birbirimize zaman tanımak; bizi fitneye sevk eden kişiden bir süre uzak durmak, ileride tamamen kopma tehlikesi olan bağı gevşek tutmak, güçlü bir şekilde çekip de koparmaktan daha iyidir.
Arada lâf getirip götüren en sevdiğimiz kardeşimiz, eşimiz, annemiz, evladımız bile olsa onlara fırsat vermemek gereklidir.
“-Nihayetinde benimle arasında dâvâsı olan, benim akrabamdır. Ben kendisini çok severim. İkimizin arasındaki bu meseleye lâf taşıyarak müdâhil olursanız, benim kalbimi kırarsınız, haberiniz olsun!.. Şu âyete de dikkat edin ki, yaptığınız iş, hayırlı bir iş değildir. “Mü’min erkekleri mü’min kadınları fitneye uğratıp sonra da tevbe etmeyenler, onlar için Cehennem azâbı vardır.” (el-Burûc, 10)” deyip nemîmecileri (lâf taşıyanları) susturmak gerekir.
Bize lâf getiren, mutlaka bizden de götürür. Bu kesinlikle böyledir. Hiçbir durumda değişmez.
Mümkün mertebe ortak tanıdıklara fazla gitmemek gerekli olup, bir süreliğine evimize çekilmemiz çok isabetli olacaktır.
“Fitne zamanında evinizde oturun. Günahlarınıza tevbe edin; dilinizi tutun, kendi işinize bakın.” buyurmaktadır Peygamber Efendimiz… (Neseî, Ebû Dâvud)
İbadetlere, özellikle Kur’ân okumaya, tevbe, istiğfar ve duâ etmeye sımsıkı sarılmak son derece mühimdir.
“Karışıklık zamanında ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir.” buyurmaktadır Cenâb-ı Peygamberimiz… (Müslim, Fiten, 130)
* * *
Kur’ân, en büyük şifadır. Bu tür içinden çıkılmaz durumlar olduğu zaman Kur’ân’a sarılmak, duânın şifâ ve iyileştirici özelliğine sarılmak, yol gösteren kapıların açılmasına, basîret ve firâset ehli insanların devreye girmesine sebep olmaktadır. Zira evine çekilen, “Allâh’a kaçın.” âyeti ile amel ettiği için Cenâb-ı Hak, kendisine sığınan kulunu boş çevirmez.
Karşı tarafın gıyâbında da hayır duâlar etmek gerekir. Kişi kimin arkasından hayır duâ ederse, kalpler arasında tıkanan yollar açılır.
Aslâ bedduâ etmemek, kendi iç sesimizle dahî kötü söz söylememek gerekir. Bir tıp doktoru olan Mehmet Öz, sevgisizlik ile kalp krizi arasında güçlü bir bağ olduğunu bildirip:
“-Sevgisiz, kötülük düşünen, bedduâ ve küfür eden insanın kalp krizi riski ve ölüm oranı çok daha yüksektir!.” diyor.
Akrabalarımız arasında böylesi bir durum yaşandığını öğrenir öğrenmez, Allah rızası için hakkı tavsiye eden olmamız; hemen ara iyice soğumadan, mü’min kardeşlerimizin arasını düzeltmeye çalışmamız çok mühimdir. Barıştırma işini geciktirmek, ciddî bir vebaldir.
Tegâbün Sûresi, 14. âyet-i kerîmede Yüce Mevlâmız:
“Ey îmân edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabilecekler vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, vazgeçer ve bağışlarsanız şüphe yok ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” buyurmaktadır.
Bağışlamak, hele de bizi kıran, akrabalık bağını bizden koparmak isteyenleri bağışlamak; ciddi rahmet ve merhamete ulaşma sebebimizdir. Umulur ki, affetmelerimiz, Allah Teâlâ’nın affına ve bizden râzı olmasına vesîle olur.
Rabbim, elimizden tutsun da bizi aslâ kendinden gayrısına bırakmasın… Âmin.
YORUMLAR