İtinayla Sunum Yapılır

Arka fonda “pembe” renkli, nostaljik bir radyo, İsveç mağaza zincirinden alınmış perforje ürünler, saksıda duran bir çiçek, yanan bir mum, “pembe” tepside iki adet kahve fincanı, yanında renkli şekerler, kurdela sarılmış bardaklar… Hazırsanız başlıyoruz.

Yeni evli, sunum meraklısı gelinlerin evinden bahsediyoruz. Gidip görmesek de sosyal medyada her türlü şekilde karşımıza çıkan, her detayını bildiğimiz evlere… İç mimarlığa heveslenen yeni evli, eli boş, belki kültür seviyesi de yüksek, lâkin hazırladığı meyve tabağını bile görsel malzeme kabul edip sergileyen, yatak odasının her döşeme detayını, fotoğraf hatta video çekimiyle paylaşan, kocasıyla yediğini içtiğini, gezdiği yerleri gösteren, bunu sosyal medyanın yeni yüzü canlı yayınlarla yaparak binlerce takipçiye ulaşan, aslında küçücük dünyaya hapsolmuş, sanal gelinlerden bahsediyoruz.

İnsanı, çizgi film ya da masal diyârında hissettiren, ama tamamen gerçek, tamamen pembe ve mavi ile özdeşleşmiş masalsı evler bunlar... Sözünü ettiğimiz gelin hanımların her şeyi “sunum”, her şeyi “renk”... Evlenmeyi bu sebeple tercih etmişlerdir âdeta… Daha çeyiz serilmeden, internetten sipariş edilen rengârenk kutulara çeyizler özenle yerleştirilir, kurdelalarla kutular bağlanır, önünde bir selfi çekilir, takipçilerin “beğeni”sine sunulur. Çeyizler yerleştirildikten sonra koltukların, eşyaların, mutfağın ve dahî yatak odası ve hattâ banyo dolabının içlerinin fotoğrafları, 15 farklı açıdan çekilip sosyal medya hesaplarından görücüye çıkarılır. Telefondan sık sık gönderilen postaların kaç beğeni aldığına bakılır, gelen mesajlar cevaplanır, sosyal medyanın riyâ kokan dili itinâ ile kullanılır.

Düğün biter, düğünü takip eden günlerde gelin hanım, züccâciye dükkânı görünümlü mutfağından pasta, yemek, ikram temalı fotoğraflar paylaşır, “pembiş, maviş, mor” renklerin dans ettiği mutfağa gelen beğeniler, kap kacağı “Nereden aldın?” soruları, canımlı cicimli yazışmalar uzar gider.

O kadar ürün, tuzluk, baharatlık, kavanozlar; hep tezgâh üstünde mi durur, yağ olup toz kapmaz mı, damat bey bu kadar renk cümbüşüne, bu kadar sunuma nasıl tahammül eder, yoksa bu işin görünen kısmı mıdır, doğrusu hep bir merak konusudur.

Günlerden pazardır. Gelin hanım, sunumla dolu bir kahvaltı hazırlığındadır. Yıldızlı mavi tabağa kaşar peynir, kalpli pembe tabağa beyaz peynir, “LOVE” ya da “AŞK” yazan takımlı tabaklara zeytin çeşitleri, yumurta, vb. kahvaltılıklar koyarak rengârenk bir sofra hazırlar. Bunu, “Kocişimle musmutlu bir Pazar!” yorumuyla takipçileriyle paylaşır. Kahvaltı faslı bitince, perforje tepside bonbon şekerler eşliğinde yine bir “sunum” hazırlanır, kocasına evde hitap ettiği kelimelerin mahremiyetini hiçe sayarak; sosyal medya hesaplarından yine bir mesaj gönderir. Telefon elde, sık sık kontroller yapılır, beğeniler cevaplanır, yorumlar yetiştirilir, gelen takipçi isteklerine onaylar gönderilir, “bu evcilik oyunu” böyle uzayıp gider.

AVM’lerdeki yabancı sermayeli mağaza konseptini aratmayan evlerde yaşarlar. Her şeyin en iyisi, en lüksü alınır; semtin ya da şehrin en modern, en moda evleri vardır. Otoparkta emirlerine âmade, son model araç onları beklemektedir; lâkin onların çok farklı bir dünyaları vardır. Kullandıkları dil ile güzelim Türkçemize olan nâhoş katkıları mı, ev içi mahremiyeti ve âile mahremiyetlerini ayaklar altına alan paylaşımlarını mı, benliğe/egoya yapılan yatırımları mı, bütün bekâr arkadaşlarına “nispet” kocasıyla evde, arabada, gezmede, kırda, deniz kenarında fotoğraf paylaşıp “like” kazanma gayretlerini mi yahut bütün bunları “görgüsüzlük” başlığı altında değerlendiriyor olmanın üzücü yanını mı; hangisini ifade etmeli, bilemiyorum.

Yeni evliyken birlikte yaşanan anlar son derece kıymetlidir. Bunlar, insanın hâfızasında tatlı bir hâtıra olarak kalır ve kalmalıdır da... Ötesine aslâ lüzum yoktur. Farklı bir yönden bakınca, nazardan, dedikodulardan da korunmak elzemdir. Düşüncesizce yapılan paylaşımlar, beğenilme ihtiyacından kaynaklanabilir, ancak olumsuz nazarlara açılan sonsuz bir kapıdır.

 Belki birkaç dakika evvel karı-koca büyük bir tartışma yaşarlar, ama ardından gelin hanım, fotoğraf arşivinden bulduğu bir “mutlu an” pozunu paylaşıp bu eksikliğini kendi küçük dünyasında giderip kendini oyalamaktadır.

Uzmanlar, bu takıntılı ruh hâlini; kişinin mutsuzluğunu/yetersizliğini gizleme çabası olarak değerlendirmekteler. Bu tipler, çocukluklarında Barbi bebek oynayıp barbi gibi giydirilen, elleri toprak ve çamur görmemiş, aşırı alkış alıp fânusta yetiştirilen, sürekli okul müsâmeresi kıyafeti giydirilen ve dahası, dış dünyanın gerçeklerini/kötülüklerini görmeden yetişmiş çocuklardan çıkmakta… Onların evlilikten anladığı, bir nevî çocukluklarında oynadıkları “evcilik oyunu”dur…

“-Ben anneymişim, sen baba! Süslü bir evimiz, mutlu bir hayatımız varmış…” gibi.

* * *

“-Firâsetli annenin, firâsetli kızı olur!” sözü ne kadar güzel bir temennî… Lâkin zaman geçtikçe söz, tesirini yitiriyor mu ne? “Annesine bak, kızını al!” demişler eskiler… Doğru. Fakat anneler, kızlarını yönetirken zaafa düşüyor; anneler gibi, eline-ayağına çabuk, pratik, leb demeden leblebiyi anlayan kızlar artık az yetişiyor.

“-Yok, yok halasına çekmiş canım!” bahanesi de yetmiyor.

Bu, bildiğin yetiştirme hatası… Zaten genlerin bize tesiri de yüzde yirmilerin altında değil mi?! Bütün genleri haladan alacak değiliz ya…

Misafir olduğu evde, mutfağa gidip eline iki pasta tabağı almamak veya çay tepsisini kapıp servisin ayağına gelmesini beklemek, misafir gelince ebeveyne:

“-Kızım bir çay yapsan!” dedirtmeden, bunu kendi kendine düşünebilmek…

Evi çekip çevirememek, zaten tertemiz olan eve, “Yetemiyorum!” bahanesi ile her hafta temizlikçi almak, hep birer “anne” hatasıdır. Toplumumuza baktığımızda görgülü, dört dörtlük, her mânâda misafirini, evini, ailesini memnun eden kimi annelerin kızlarından çıkmaktadır bu gelin tipleri… O hâlde dört dörtlük olmak, bizim “gösterdiğimiz” yönümüz müdür?

Bir kayınvâlide telefonda şöyle diyordu:

“-Gelinim çok kibar… Sürekli «Anneciğim, anneciğim!..» der. Saygıda kusur etmez, lâkin bir evi çekip çeviremez. Söylemeden yapmayı bilmez. Misafir ağırlamak, ona çok zor gelir. Sürekli beni ya da annesini yanında ister. Hep gezmeye alışmış; ikrama, vermeye, ağırlamaya alışmamış. Oysa annesi öyle değil. Dünürümü de, gelinimi de çok seviyorum, fakat «annecim»le iş bitmiyor. Bir misafir gelince, «Kızım bir ikram hazırlasan!» bile diyemiyorum. En lüks evde oturuyor, her imkâna sahip… Ama firaseti az, görmemiş, öğretilmemiş…”

Azıcık dînî tahsil görmüş kızlarımız, evlenince Arap kültürü temalı bakış açısıyla:

“-İslâm’a göre kadın temizlik yapmaz, çocuk bakmaz, hattâ emzirmez!”e kadar götürüyor işi… Lâkin bu sözünü ettiği kültürün altyapısında çok eşliliğe “katlanmak” da var, haberleri yok... Ya da işine gelmiyor!..

Bizler, Kur’ân kursu, İmam Hatip yahut İlahiyat vb. alanlarda dînî tahsil görmüş kızlarımıza bir toplumsal rol biçiyoruz. Anneler, evlâtlarını evlendirmeden evvel, “Bu tahsil grubunda olanlar şöyle şöyle bakış açısına sahiptir!” gibi derin çizgiler çizip gelinlerini de o daire içine yerleştiriyorlar.

Fakat yaşadığımız hayat, teknolojiyle iç içe bir hayat... Alabildiğine rahatlığın, “Neden katlanayım ki!” düşüncesinin, “haz çağı” denilen sınırsızlığın dikte edildiği bir hayat… Bu hayat “dindar/muhafazakâr/mütedeyyin” gibi sıfatları hiçe sayıyor, toplumu kuşatırken… Ve neredeyse her birimiz bu hayattan nasibimizi kendi ellerimizle alıyoruz.

“Göstermeyi” seviyoruz; belki niyetimiz “gösteriş” değil! Lâkin sosyal medya, bizi “gösterir”ken “gösteriş”e doğru sürüklüyor. Paylaşımlara yapılan beğeniler, gelen yorumlar, takipçilerin artması, kişinin egosuna olumlu katkılar/yatırımlar sağlıyor. Gün geçtikçe de telefonuyla özdeş, onsuz yapamayan; kim, nerede, ne yapmış, ne giymiş, nerelere gitmiş meraklarıyla yaşayan insanlar/müslümanlar oluyoruz, olmaktayız.

 

Kitap okurmuş gibi

Yaşadığımız toplumda kitap okuma oranları hep gündeme getirilir. Oysa ki, gençlerin ellerinde, sosyal medya paylaşımlarında hep bir güncel kitap paylaşımına denk geliriz. Sahi, o kitaplar okunmakta mıdır, yoksa gösterilmekte midir? Süpermarketlerde bile satılan, ıslak mendil kokulu, pembeye boyanmış “çok satan” kitapları okumak ya da “okumuş” gibi yapmak da gösterme merakımızın diğer bir yüzüdür.

 

Hayata kamera arkasından bakıyoruz

“Cumanın mübarek”leri hanımlar; seccâde, tesbih, Kur’ân kombiniyle sevapları ikiye katlama peşindedir. Onların erkek versiyonları, fotoğraf stüdyosunda arka fona Kâbe, Mescid-i Nebevî yahut câmi gibi dînî mekân resimleri koydurup takım elbise ile fotoğraf çektirir. Sosyal medya hesaplarından “Cumanız mübarek olsun!” etiketiyle görücüye çıkar, beğeni bekler.

Bir okul müsâmeresi olur; hattâ en basiti çocuğu parkta salıncakta sallarız. Ama onu dünya gözüyle görüp seyretmek dururken, hemen telefonumuzu kamera moduna alır, ona kamera arkasından bakarız. Bir düğün-dernek olur, bir “mutlu an” olur, onu hemen fotoğraflamak ister, yine kamera ardından bakarız. Kim bilir çoğalan fotoğraflara ne vakit bakabiliriz?!

 

Hacı abiler

Teravihi, Konya Kapu Câmii’nde kılar, mübarek gecelerde orada “sabahlar” ve dâimâ ilk saftadır Hacı Abi!.. Erken yaşta hacca gitmiştir. Sakallıdır. Lüks arabaya biner; sohbetlerden, şehrin ileri gelen müftülerin, vâizlerin, hocaların meclislerinden geri durmaz. Onlar camide, namazda, sohbetteyken oğulları şehrin kafelerini, nargile salonlarını arşınlar, yer bildirimi yapar, Kapüçino içerken resimler paylaşırlar. Makyajlı kızı, üçgen şalının ardından arkadaşlarıyla cafe keyfi yapar.

Fakat Hacı Abi’nin ticareti sıkıntılıdır. Sabaha kadar câmide bekler, işyerine öğlen gelir, çalıştırdığı işçiyi göz hapsinde tutar, mobbing (baskı) uygular, hakkını vermez.

“-Allah bizden kazandığın maaşa bereket verir, sen merak etme!” der.

Gülüp gönderir çalışanını… Hacı Abi, lüks iftar sofralarında açar iftarını… Zekâtını göstere göstere verir. İsraflı düğünler yapar. Dostlar, onu alışverişte “görür”. Rahmetli anne-babasının adına kurs ve câmi yaptırır. Ortadan kaybolur, câminin, kursun iâşesiyle ilgilenmez. Soyadları ile tanınır, bu esnaf kısmı…

Düğünlerine dev çelenkler gelir, bu hacı ağabeylerin... Onlar da iş arkadaşlarına aynını gönderirler. Görünmekten, göstermekten geri durmazlar. Gelinine düğünde kiloyla altın takar. Biraz zaman geçince düğün borcu ödemek için geline takılan altınlar, “ödünç” alınır.

İşte “Türk usûlü gösterme” modamız budur bizim... Biz riyâyı sevmeyiz! Bizden geri dursun, gizli şirktir, maâzallâh…

Ama Allah Rasûlü’nün bizim için en çok korktuğu şey de riyâdır:

“Muhakkak ki sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyâdır.” (Tirmizî, Hudud, 24)

“Her kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Her kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır.” (Müslim, Zühd, 38)

Ne diyelim, Allah sonumuzu hayreylesin!..

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle