Îman, derin bir muhabbeti ifâde eder. Hiç şüphesiz bu muhabbetin kantarı da, teslîmiyet ve fedakârlıktır. Muhabbetin olmadığı bir yerde gönüller kurak bir çöle döner. Orada itaat, teslîmiyet ve fedakârlıktan bahsedilemez.
Din, ancak aşk, teslîmiyet ve fedakârlık toprağında filizlenip neşv ü nemâ bulur. Bu sebeple de itaat, teslîmiyet ve fedâkârlık, kulların gönüllerindeki îman seviyesini gösteren berrak bir ayna gibidir. Nitekim Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz, bunun en müstesnâ misâlini teşkil eder. Zira onlar, Cenâb-ı Hak’tan gelen ilâhî tâlimatları ve Efendimiz’in emirlerini hiçbir zaman “Neden, niçin?” diye sorgulamayıp, derhal o emirlerin îfâsına gönülden gayret göstermeyi canlarına nîmet bilmişlerdir. Bu sebeple de onlar, kıyâmete kadar hidâyet yıldızları olarak hayırla yâd edileceklerdir.
Mevlânâ Hazretleri de, bir kulun, ilâhî emirler karşısında nasıl bir itaat, fedâkârlık ve teslîmiyet sergilemesi gerektiğini, temsîlî bir hikâye ile şöyle anlatmaktadır:
(Gazneli) Mahmud, bütün devlet ricâlinin hazır bulunduğu bir sırada dîvâna girdi. O nur yüzlü padişah, yerine oturmadan cebinden büyük bir inci çıkardı. Kendisine büyük bir edep içerisinde yaklaşan vezirin avucuna koydu ve şöyle dedi:
“–Söyle bakalım vezirim, bu nasıl bir incidir, değeri nedir?”
Vezir, (eline konulduğu anda yüksek değerini anladığı inci hakkında derhal):
“–Sultânım, bu çok kıymetli, paha biçilmez bir incidir. Değeri neredeyse yüz deve yükü altın eder!” diyerek cevap verdi.
Padişah da vezirin bu sözü üzerine hemen:
“–Değeri pek büyükmüş. Peki, şimdi, kır bu inciyi!” deyince vezir, (büyük bir şaşkınlık içerisinde):
“–Sultânım, ben onu nasıl olur da kırarım. Zira bu kulunuz, dâimâ sizin hazinenizin ve malınızın artıp bereketlenmesini istemekteyim! Böyle paha biçilmez bir inciyi vurup kırmayı, onu kaybetmeyi nasıl revâ görürüm?” dedi.
Padişah, vezirin bu sözlerini beğenmiş gibi göründü, ona bir elbise ihsân etti. O cömert padişah, inciyi ondan aldı. Onu bir müddet söz incisiyle oyaladı; yeni hâdiselerden, eski sırlardan bahsetti.
Sonra inciyi sarayın perdecisinin eline vererek:
“–Bunu almak isteyen biri çıkarsa, buna ne değer biçilir?” diye sordu.
Perdeci:
“–Sultânım, bu inci, ülkenin yarısı değerinde. Allah ülkemizi tehlikelerden korusun!” diyerek cevap verdi.
Sultan Mahmud, perdeciye de:
“–Ne kadar da değerliymiş! Peki öyleyse, vur, kır bu inciyi de parça parça olsun!” diye emretti.
Perdeci:
“–Ey kılıcı güneş gibi parlayan pâdişâhım!” dedi. “Bunu kırmak, parçalamak pek yazıktır, pek yazık! Bu incinin değeri bir yana; şu parıltısına bakın; gündüzün nûru bile ona uymada, sanki gündüze nûrunu o vermede!
Bunu kırmaya nasıl elim varır, nasıl olur da ben pâdişâhımın hazinesine düşmanlık ederim?”
Padişah ona da elbise verdi, maaşını artırdı; onun da aklını ve anlayışını övdü.
Bir zaman sonra o inciyi, başka bir emîrin eline verdi, onu da denemek istemişti. O da ötekiler gibi söyledi. Herkes, incinin paha biçilmez değerinden bahsetti, övdü. Padişah kime inciyi verdiyse, hepsi de incinin değerinden söz ederek o inciyi sultana geri verdi. Sultan da onların hepsine elbiseler verdi, ihsanlarda bulundu.
Yine bir gün Sultan Mahmud, devlet ricâlinin hazır bulunduğu bir esnâda bu sefer derviş meşrepli sâdık hizmetkârı Ayaz’a dönerek:
“–Ey Ayaz!” dedi. “–Parlaklığı ve güzelliği ile gönül alan bu incinin değeri nedir, sen hiç konuşmuyorsun! Söyle bakalım, bu incinin değeri nedir?”
Bunun üzerine Ayaz edep ve hürmet içerisinde:
“–Sultanım, elbette onun değeri benim söyleyeceklerimden de fazladır.” dedi. Padişah bu defa:
“–Öyle ise al şu inciyi, hemen kır, parça parça et!” dedi.
Ayaz da aldığı emir üzerine derhal birkaç taşla inciyi kırdı, öyle ki un ufak etti. Böyle hareket etmesi, pâdişâhın emrine uyması, ona pek doğru görünmüştü.
Ayaz, o değerli inciyi kırınca, beylerden yüzlerce feryâd ü figân koptu. “Bu ne pervâsızlık!” diyorlardı. “Vallâhi, bu nurlar saçan inciyi kıran, mutlaka delidir!”
Hâlbuki o inciye değer vererek, onu kırmaktan çekinenlerin hepsi de, Sultan Mahmud’un inciden daha değerli olan buyruğunu kırmışlardı. İncinin değeri ile gözleri kamaşmıştı da, sevginin değerini görmemişlerdi.
Bundan dolayı Ayaz, onlara hitâben dedi ki:
“–Ey büyükler, ey (itaat, teslîmiyet ve fedakârlıktan hissesi az olan) ünlü kişiler! Pâdişâhın buyruğu mu daha değerli idi, yoksa inci mi? Allah aşkına söyleyin; sizce pâdişâhın emri mi daha üstün ve değerli, yoksa güzel inci mi?
Ey inciye bakan, gözleriyle inciyi gören, fakat Sultan Mahmud’un emrini idrâk edemeyen beyler! Siz ana caddeyi bırakmış, çıkmaz sokaklarda yol bulmaya çalışıyorsunuz. Ben gözümü aslâ pâdişahtan ayırmam, müşrik gibi taşa yüz tutmam.
Zira parlak, güzel bir taşı seçerek pâdişâhın buyruğunu yerine getirmeyen canda bir değer yoktur! O can, can incisinden habersizdir.”
Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna ferman buyurduğu her ilâhî emir, kulları için sonsuz bir can nîmetidir. Her ilâhî emir, kulun hayatını en güzel bir şekilde tanzim eden sonsuz bir ikramdır. Bu hakikat dolayısıyla kula düşen, büyük bir aşk ile bu emirleri harfiyen yerine getirmektir.
Ashâb-ı kirâm yüreklerinde kaynayan îman muhabbeti dolayısıyla Efendimiz’in her emrine cân u gönülden:
“Anam, babam ve cânım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek mukâbelede bulunmuşlardır. Elbette ki bu itaat, teslîmiyet ve fedakârlıkları neticesinde onlar, âhiret saâdetini elde ettiler.
Ayrıca bir edep düstûru olduğundan, bilinmelidir ki, “Emir, edepten önce gelir.” Yani zâhiren edebe mugâyir gibi telâkkî edilse de kâmil bir mü’minin emrine uymak, edebe riâyetten üstündür. Nitekim Hazret-i Ali t’ın naklettiği şu hâdise de bunun müşahhas ve bâriz bir misâlidir:
“Rasûlullah r Mekke’den hicret edeceği zaman beraber Kâbe’ye gittik. Kâinâtın Efendisi bana:
«−Otur!» buyurdu.
Omzuma basıp Kâbe’ye çıkmak istedi. Birden gücüm kuvvetim gitti! Fahr-i Âlem Efendimiz benim kuvvetten düştüğümü görünce, hemen omzumdan indi. Kendisi yere çökerek:
«−Bas omuzlarıma!» buyurdu.
Omuzlarına bastım. Bana birden öyle bir güç-kuvvet geldi ki, istesem semânın ufuklarına ulaşabileceğimi hissettim! Nihâyet, Beytullâh’ın üstüne çıktım. Orada tunçtan veya bakırdan bir put vardı. Rasûlullah r bana:
«−Onu aşağı at ey Ali!» buyurdu.
Aşağı atar atmaz o, sırça bir çanak gibi kırılıverdi! Hemen Kâbe’nin üzerinden indim. Herhangi bir kimse ile karşılaşmamak için hemen oradan uzaklaştık.” (Ahmed, I, 84; Hâkim, III, 6/4265)
Kâmil bir müslüman, gönül ehli kimsedir. Bu sebeple de duyduğu her ilâhî emri, -hikmetini bilsin veya bilmesin- derin bir îman muhabbetiyle derhal îfâya yönelir. Şüphe ve istifham engellerini aştığı için neden ve niçinlerle vakit kaybetmez.
Mevlânâ Hazretleri, bu hakîkati idrâk ettirebilmek için şöyle bir misal verir:
“İlâçların faydası gizli olduğu gibi, her görünen şeyin de faydası gizlidir.”
Lâkin kimi kullar, -hekime teslîm olup ilâç ve tedâviyi reddeden hastalar misâli- kendi kifâyetsiz ve mahdut akıllarıyla ilâhî emirlerdeki ulvî hikmetleri idrâk edemezler. Böylece kendi izâfî doğrularını (!) Cenâb-ı Hakk’ın mutlak doğrularına tercih etme ahmaklığına ve gafletine dûçâr olurlar. Muhabbet noksanlığından doğan teslîmiyet ve itaat eksikliği sebebiyle, âciz ve kifâyetsiz akıllarının çıkmaz sokaklarında boşuna yorulmayı ve doğru yaptıklarını zannederken neticede ebedî hüsrâna uğramayı tercih etmektedirler.
Velhâsıl bir gönül, ilâhî muhabbet pınarından nasiplenebildiği ölçüde Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini îfâda azimli ve gayretli olur. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“(Ey gönül!) O’nun (emirlerindeki derin hikmet ve) sırları idrâk etmek, her aklın kârı değildir. O’nun kulluk küpesi, her kulağa nasîb olmaz.”
Cenâb-ı Hak, hikmet ve hakikatleri idrâkteki hatâ ve kusurlarımızı affeylesin. His ve fikirlerimizi, lûtf u keremiyle, dâimâ kendi rızâsıyla telif buyursun…
Âmîn…
SPOT:
- “(Ey gönül!) O’nun (emirlerindeki derin hikmet ve) sırları idrâk etmek, her aklın kârı değildir. O’nun kulluk küpesi, her kulağa nasîb olmaz.” (Hazret-i Mevlânâ)
- Kâmil bir müslüman, gönül ehli kimsedir. Bu sebeple de duyduğu her ilâhî emri, -hikmetini bilsin veya bilmesin- derin bir îman muhabbetiyle derhal îfâya yönelir. Şüphe ve istifham engellerini aştığı için neden ve niçinlerle vakit kaybetmez.
YORUMLAR