Bir yolcu olduğum öylesine âşikârdı ki; bunun görebilmek için gözlere ihtiyacım yoktu. Henüz bir nokta bile değilken; alınmış yüce bir kararın ve hususî bir plânın neticesiydim. “Geleceğimin” belirlendiği tarih için, sayısını hesaplayamadığım nesilleri geçtikten sonra anne-babamın sulbüne emanet edilmiştim.
İki mikro hücrenin bağlantısıyla küçücük bir yerde doğmuş ve sağlam karargâhıma gönderilmiştim. Elsiz ayaksız yürütülmüş, daracık yolları, sarp yokuşları aşmıştım. Kemik çatı içinde, 40 haftamı geçireceğim yumuşacık bir odaya kondurulmuştum.
Burası; “mahdut ömrüm” için hazırlanmış, sürekli yenilenerek tazelenen, ipek döşeklerin serildiği, leziz taamların sunulduğu, güçlü muhafızların koruduğu, huzurlu bir misafirhane idi. Sağımdan-solumdan, önümden-ardımdan çıkan uzantılarla oraya sımsıkı tutunmuştum. Kat kat karanlıkların içinde, içi su dolu bir kesede günbegün büyümeye başlamıştım. Bugüne kadarki seyahatim burada da geçici olduğumun açık bir işaretiydi.
Vücut sistemimin gelişiminden; fânî olan bir mekâna gideceğimi, orada muvakkaten kalacağımı anlayabiliyordum. Zaten tanıştırıldığım ilk şeydi, “ölüm” gerçeği. Yolculuğumun kaçıncı günündeydim; aslında henüz çok da gençtim. Ama ben de fâniydim!..
İşte bazı hücrelerim doğarken bazısı ölüyordu ve bu şekilde doku-organ ve sistemlerim teşekkül ediyordu. “Doğum ve Gelişim, Değişim ve Dönüşüm, Diriliş ve Ölüm”; yani yokluktan varlığa, hiçlikten sanat harikalığına programlanmış bir sistemin içindeydim.
Ben; bilemediğim bir zamandan, hesaplanmış muayyen bir vakte ve takdir edilmiş bir mekâna seferî idim. Konup-göçtüğüm duraklardan, asıl yurduma intikal edecektim. En baştan “ölümümle” tanıştırılmam, yok olup gideceğimin değil; bu kapıdan bambaşka bir âleme doğacağımın işareti idi. Zira çok büyük emekler ve titiz hazırlıklar, teferruatlı plânlarla yürütülüyordu varlığım.
Annem benden habersiz iken, onun bedeninde muhafaza edilişim, îtinâ ile beslenip-büyütülüşüm, her muhâtaralı durumdan necât buluşum, âsûde bir ülkede selâmet ve âfiyetle ömür sürüşüm ve şâhit olduğum pek çok şeyle birlikte, geçici olsa bile misafir edileceğim hanlarımın ihtişâmı; çok özel ve de kıymetli olduğumu tebârüz ettirmekte idi!
Karanlıkların içinde ilkin kapalı inşâ edilen gözlerim, hangi âlemin seyrine açılacaktı ve açılmalıydı? Suyun içinde böylesine mükemmel inşâ edilen bir işitme sistemi ile kimin dilediği seslere kulak verecektim? Kat kat kesemin içinde içtiğim su bana yettiği hâlde; katı gıdaları çiğneyecek diş tomurcukları ve envâi çeşidi sindirecek bir hazım sistemi ile hangi lokmaların girişine “Dur!” diyecektim?
Ağız boşluğunda inşâ edilen kemiksiz bir et parçası olan dilim; neleri şakıyacaktı? Aylarca sönmüş bir balon gibi pasif görünen akciğerlerimdeki milyarlarca kesecik, hangi ortamların nefesini bana taşıyacaktı? Vücut ergonomim ne sopa gibi sert ve düzdü, ne de dâimâ yay gibi eğri... Bu daracık mekânda içine iyice kıvrılmış bir “C” harfi gibi yüzerken; gerektiğinde lâzım olan şekli alabilmem, istersem düz, istersem kıvrak olabilmem, rahatlıkla eğilip-doğrulabilmem için bina edilen kas-iskelet sistemi ile nereye baş koyacak, nerelerde dik duracaktım?
Bütün hücrelerimin hayatiyetini devam ettiren, başlangıç yaptığı ilk günden beri kurulu bir saat gibi işleyen kalp-dolaşım sistemimle, nasıl bir ömür geçirirsem gerçekten ihyâ olacaktım? Dört odacıklı bu mükemmel et parçası, hangi sevgiliye “Beyt” olacaktı? Trilyonlarca bağlantı kurabilen milyarlarca sinir hücresi, neyin tefekkürünü yapacak, hangi gelecek için kararlar alacaktı?..
Adım adım, hattâ anbean hazırlanan bir geleceğe akıyordum. Emrime âmâde kılınmış bir âlemden ben nereye gidiyordum? Kıymet verenim, çeşitli âzâlarla beni teçhiz edenim, bütün kâinâtı benden milyarlarca yıl önce benim için var edenim, az bir süreliğine konakladığım dünya hanında sağ-sâlim kalabilmem için sayısız galaksilere tâlimat verenim, Güneş’i, Ay’ı, yıldızları; havayı, rüzgârı, yağmuru, karı; taşları, toprağı, ovaları; bitkileri, hayvanları; denizleri, dağları; anamı-babamı... daha saymaya kalksam bitiremeyeceğim nîmetleri[1] bana ikram edenim, meccânen verdiklerine mukâbil benden bir ücret istiyor muydu? Hakîkatte ben hangi “geleceğin” yolcusuydum?
Daha doğmadan benim için “Baby shower”ları, doğduğum zaman da “İyi ki doğdun” partilerini plânlayanlar; annem-babam ve bütün insanlık; hiçlikten varlığa yol alışımdan, kendine bile mâlik olmayan bedenlerde emniyetle taşınmamdan, yaşadığım zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen hayatta kalışımdam, hiçbir yerde ve zamanda asla bir başıma bırakılmayıp her türlü nîmetle hak etmediğim hâlde ikramlanışımdan... habersiz olabilirler miydi?
Her ay hekime gitmelerine, bir cihazın içinden beni seyretmelerine, kalbimin sesini işitmelerine ve bir sonraki randevuyu iple çekmelerine rağmen; “Beni hakikî istikbâlin yolcusu!” olarak plânlayan ve bu dershaneye göndereni, zuhûrunun şiddetinden gâib olarak her ânımı kuşatan şefkatli, merhametli, sonsuz ilim sahibi olan, yaratanların en güzelini[2] fark etmemiş olabilirler miydi?
Bu kusursuz vücut sistemi; gözler-kulaklar ve gönüller bize ne diye verilmişti[3]; insaf edip hiç düşünmemiş olabilirler miydi? Her biri, benim geçirdiğim bu mükemmel, bir o kadar da meşakkatli merhaleleri yaşadığı hâlde, onlara bunu unutturan neydi?[4] Gafletle hamâkat mi, yoksa nankörlük ile isyan mı? Ya da bir noktacık bile değilken kendini dev aynalarında görme megalomanyası mı?
Sahip olduğu kırıntı kabîlinden ilim miydi, âciz insanı kibre sevk eden, yoksa dinçlik çağına eriştiğinde kendini müstağnî zannetmesi mi? Şu muhafazalı mekânımda, bundan daha ziyâde hiçbir şeyin idrâkinde zorlanmadım desem yeriydi! Keşke sesimi burdan herkese duyurabilseydim, yaşadığım her ânı en ince teferruatına kadar dile getirebilseydim!..
Şimdiye kadar süresini hesaplamaktan âciz kaldığım seyahatim boyunca, O azametli kudret elinin bana takdir edip yazdığından başkası başıma gelmedi, bundan sonra da gelmeyecek! Bu ânıma gelene kadar beni hiç yalnız bırakmayanım, bundan sonra da hiçbir ânımda aslâ yalnız bırakmayacak!
Ben daha hücre bile değil iken buna yakînen îman ettim. Her salisemde bunu zerrelerime kadar hissettim ve hattâ müşâhede ettim!.. Hâl böyle iken; varlık sahnesine çıktığım ilk andan itibaren izdivac kucağında anne-babama da bir emanet olarak tevdî edildim.
Nasıl ki bana verilen her bir sistem, uzuv, hattâ hücre bana emanetse, konup geçeceğim mekânlar, istifademe sunulan imkânlar bana emanetse ve meccânen verilmelerine rağmen belirlenmiş bir günün muayyen bir vaktinde bedelleri istenecekse; her bir zerre dile gelip ömrünün hesabını verecekse; ben de, emanet edildiğim kişiler de, tek tek sîgaya çekilecek! Nankörlük mü şükür mü; îman mı küfür mü; merhamet mi zulüm mü; rızâ mı isyan mı ilâ âhir, hangisini tercih ettim; kendisine nîmet verilenlerin yoluna mı[5], dalâlette olup gazaba uğrayanların yoluna[6] mı gittim; sorulacak!..
Her ân benimle beraber olanla[7]; ben de beraber miydim; sorulacak!.. O’nu -celle celâlühû- kaale almadan yapılan her plânın, atılan her adımın hesabı sorulacak!.. Aklı ve vicdanı dumûra uğramamış her insan; alıp verdiği nefeslerin hakikî sahibini tanımadan geçirilmiş bir ömürden daha büyük ziyânın olmayacağını ve hiç bitmeyecek dehşetli gün için; hazırlık yapması gerektiğini idrâk eder, ikrâr eder! Ve tabiî ki gereğini de icrâ eder!
Cenâb-ı Hak, beni selâmet yurdundan imtihan maksadıyla buraya gönderdi ve tekrar Dârüsselâm’a dâvet etti![8] Benim için tek ve asıl istikbâl budur! Kendilerine emanet olarak ve hem de imtihan edilmek üzere verildiğim anneciğim ve babacığım!
Lûtfen geleceğimi inşâ etme adına plânlar yaparken biricik hakîkati görmezden gelmeyin! Sizin bedenleriniz içinden, kudret eliyle beni süzüp çıkararak, bir sanat harikası olarak kucağınıza verene emanet edip; hem benim hem sizlerin üzerinde sonsuz lûtufları olan Âlemlerin Rabbi’nin istekleri doğrultusunda bir gelecek hazırlayın bana... Sayılı nefeslerimi bahşeden Rabbimin rızâsı uğruna geçireceğim bir hayatın inşâsı için gayret edin ki; sonsuz hayatımız başladığında ebedî ayrılığa ve hüsrana dûçâr olmayalım! Hiç bitmeyecek o gün başladığında, birbirinden kaçanlardan[9] değil, yüzleri sevinçle ve ilâhî nûr ile parlayanlardan[10] olalım! Âmîn.”
Hakîkaten yeni doğmuş bir bebek dile gelse, bize kim bilir daha neler anlatır? Belki de bu bahsi sükûtun sessizliğine havâle edip; geriye kalanı oradan dinlemek îcâp etmektedir! Zira;
Tefekkür aştı idrâki, âciz bıraktı;
Kelâm ise sınırlı satıra sığmayıp taştı...
Kıymetini bilmek lûtfetsin cümlemize;
Rabbimiz başımıza hilâfet tâcını taktı!
[1] Bkz. İbrahim, 34.
[2] Bkz. el-Mü’minûn, 14.
[3] Bkz. en-Nahl, 78.
[4] Bkz. el-İnfitâr, 6-8.
[5] Bkz. en-Nisâ, 69.
[6] Bkz. el-Fâtihâ, 7.
[7] Bkz. el-Hadîd, 4.
[8] Yûnus, 25.
[9] Abese, 34-36.
[10] el-Kıyâmet, 22; Abese, 38.
YORUMLAR