İslam'ın Zor Günleri

İslâm, Allah tarafından insanlığa indirilmiş kurtuluş yoludur. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem’den son peygamber Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimize kadar bütün peygamberler, insanlığa aynı dâveti tekrarlamışlardır. Allâh’a ve âhiret gününe inanmayı, şeytandan ve onun hilelerinden uzak durmayı…

Allah Teâlâ, insanı denemiştir; tıpkı melekleri ve cinleri, kısacası akıl ve irade taşıyan bütün mahlûkâtı denediği gibi… İnsanın denenmesi, Kur’ân-ı Kerim’de pek çok kelimeyle ifade edilir. Bunlardan bir tanesi de fitnedir.

 

Fitne

Fitne kelimesi, Arapça “f-t-n” kökünden türemiştir. Bu kök de sözlükte, “yakmak, bir şeyi ateşle yakmak” esas mânâsının yanı sıra, özellikle “altın, gümüş gibi madenlerin hâlisini sahtesinden ayırmak için ateşte eritilmesi”ni ifade eder. Bu kökten türetilmiş olan kelimeler de mecâzen, “insanı deneme, insanın zor şeylerle imtihandan geçirilmesi” mânâlarında kullanılır.

Bu mana genişliği ile fitne; “insanın denendiği her türlü şey, mâruz kaldığı sıkıntı, belâ, musibet, baskı, işkence, azap, sapıklık, bir şeyden çok hoşlanma, tutkun olma, ayartma ve insanlar arasında kargaşa çıkarma, aklın gitmesi” gibi birçok şekliyle Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şerîflerde yerini bulmuştur.

Allah Teâlâ, insanı “denemek” için hayat ve ölümü yaratmış; ona mal ve evlat vermiş, ona çeşitli dünyevî zevkleri sevdirmiştir. İnsan, bütün bunlara karşı tavrı ile büyük bir imtihandan geçer. Âdeta içinde hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde bütün niyet, gizli duygu ve düşünceleri ortaya dökülür. Tıpkı, şeytanın içindeki kibrin Hazret-i Âdem’e secde etme emriyle; Hazret-i Âdem’in içindeki sonsuz yaşama arzusunun şeytanın iğvâları ve yasak meyve ile denenmesi gibi…

Bu mânâda insanlar, peygamberlerin dâvetleri ile denenmiş; bir kısmı içindeki îmanı, bir kısmı da küfür ve isyanı ortaya dökmüştür. Peygambere îman edenler de bin bir imtihanla yoklanmış; onların içinden de sabredenlerle sapıtanlar ayrılmıştır.

Allah, bu dünyayı kullarını denemek için yarattığından ve her kulunu, ondan daha iyi tanıdığından; her kuluna özel imtihanlar kurar. Kimine mal ile, kimine şöhret ve makam ile, kimine sevdiği evlatları ve eşleri ile, kimine duygu patlaması yaşatacak bir öfke ve buna götüren sebeplerle imtihanlı sahalar hazırlar. Kul, kendi zaafını görüp hatasına dikkat kesilmedikçe bu çetin imtihanlarda kaybeder. Kısacası, imtihan edilmeyen kimse olmadığı gibi, imtihanı kendisine “çok kolay” gelen kimse de yoktur. Her dağa göre bir kar vardır.

 

Peygamberimizin ve Ashâbın İmtihanı

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 40 yaşında nübüvvetle vazifelendirilmiş, o zamana kadar kendisine “Muhammedü’l-Emîn” deyip saygı gösteren insanlar, bir anda kendisine düşman olmuşlardır. Alay ve hakaretlerden sonra, psikolojik ve fizikî her türlü şiddet ve baskı yolu denenmiştir. Gözünün önünde, “ashâbım” ve “akrabam” dediği insanlar; işkence altında aylarca süründürülmüş; boykot yıllarında çocuklar, yaşlılar açlıktan ölmüş, kendisine türlü saldırı ve suikast planları yapılmıştır. O ise, ashâbına sadece “sabır” tavsiye etmiştir. Dile kolay, 13 yıl boyunca, siyasî, ekonomik, vicdânî, toplumsal her türlü baskı ve şiddete karşı sabır ve îmanla direnmek kolay değildir.

Belki bundan daha zoru ise, Medine’ye hicretle ortaya çıkmıştır. Mekke’de îman sahibi olmak bedel ödemeyi gerektirirken; Medine’de mü’min olmak avantajlı bir hâle gelmiştir. Çünkü Medîne’de İslâm’ın bir devleti ve gücü vardır. Bu yüzden insanların bir kısmı, kalben Mekke müşrikleri kadar katı ve dine düşman olsa da, bu yüzlerini göstermek istemezler. Başka bir yüz takınırlar kendilerine… Müslümanlarla beraber namaz kılar, oruç tutar, hatta cihad meydanlarına çıkarlar. Ancak kritik eşikler gelince, bazen Müslümanları birbirine düşürmeye, bazen de onları düşmanlarının önünde yüz üstü bırakmaya, hatta arkadan hançerlemeye çalışırlar.

Bu sebeple, Medine dönemi, fitne-fesat ve nifak hareketleri açısından, Mekke’den daha zordur. Mekke’de saflar belirgin, dost ve düşman bellidir. Ancak Medine’de kimin ne olduğu, ancak zor dönemeçlerde ve ağır bedellerle ortaya çıkar.

 

İslâm’ın Fitne Dönemleri

Peygamber Efendimiz, te’yid-i ilâhîye, yani ilâhî muhafaza ve korumaya sahipti. Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü vahyiyle desteklemiş, O’nu ve dinini her türlü saldırı ve ihanetten korumuş ve nihayet “dinini kemâle erdirip tamamlamış”tır. Allah tarafından uhdesine verilmiş vazifeyi, bihakkın yerine getiren Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların arasından ayrılınca, ashâb-ı kiram büyük problemlerle yüzyüze gelmeye başladı. Bunlardan ilki, vahyin kesilmesi sebebiyle, bundan sonraki hâdiseler karşısında kime, nasıl müracaat etmelerinin muallakta olmasıydı. Çünkü onlar, karşılaştıkları her problemi, hemen Allah ve Rasûlü’ne götürüp çözebiliyorlardı. Her ne kadar Kur’ân-ı Kerim’in tamamı indirilmiş olsa da, artık aralarında Allâh’ın Habibi yoktu. Yeni dönemde, Kur’ân ve Sünnet’ten anladıklarıyla “içtihad” edeceklerdi.

İlk içtihad etmeleri gereken husus, Peygamber Efendimizi müteâkip O’nun yerine devleti kimin yöneteceği idi. “İmâmet” veya “Hilâfet” de denilen bu konu, büyük bir ittifakla çözüldü.

Ama dertler bitmiyordu. Müslümanlığı, Peygamber Efendimizin şahsına verilmiş bir söz gibi gören veya zekât gibi, mala dokunan hususlardaki İslâm’ın emirlerinden hoşlanmayan yeni Müslüman olmuş birtakım gruplar, “irtidat etmeye: dinden çıkmaya” başladılar. Ashâb ne yapacağını şaşırdı. Bu insanların bir kısmı Müslüman olmaya devam ettiğini, namazı kılacağını, fakat zekât vermeyeceğini söylüyordu. İlk Halife Hazret-i Ebûbekir, büyük bir firâset örneği göstererek zekâtın da, namaz gibi İslâm’ın tartışılmaz bir emri olduğunu, bunu inkâr eden veya vermekten yüz çevirenlerin dinden çıkmış sayılacağını îlan etti ve gerekirse harbe girişeceklerini bildirdi. Ve onun iki yıllık hilâfeti, bu ihtilâf ve fitneleri bastırmakla geçti.

Hazret-i Ömer dönemi ise, fetihlerin arttığı, hazinenin, dolayısıyla Müslümanların alabildiğine zenginleştiği bir dönemdi. Hazret-i Ömer, firâset ve otoritesiyle ihtilâf ve fitnelere fırsat vermedi; ateş daha kıvılcımken söndürmeyi bildi. Fakat bir gün Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz etti:

“-Rabbim, ülke genişledi, insanlar zenginleşti. Ben ise yaşlandım. Bu kadar refah içindeki toplulukların azması, yoldan çıkması yakındır. Bana, ümmet-i Muhammed’in fitnesini gösterme!..”

Çok geçmeden Ebû Lü’lüü adındaki bir mecûsî (ateşe tapan) tarafından namaz kıldırırken şehid edildi.

Üçüncü Halife Hazret-i Osman dönemi, bu bolluk ve refahın artmaya başladığı, içten içe fitnelerin kaynaştığı bir dönemdir. İslâm, bir tarafta Kıbrıs adasına, Anadolu içlerine ve Kuzey Afrika’ya ilerlemiş; diğer tarafta Dağıstan, Ermenistan bölgesi ile Çin’e kadar yaklaşmıştı. Çeşitli kültür ve inançlardan pek çok insan Müslüman olmuş, ancak her birinin îmanı kemâle ermemişti. Kafası ve gönlü karışık insan çoktu. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’in okuyuşuyla ilgili ihtilâflar çıkmış ve bu da Müslümanların Kur’ân-ı Kerim’i birden çok nüsha hâlinde belli başlı İslâm beldelerine göndermeyi gerekli kılmıştı. Ancak Yemen’de bulunan yahudi asıllı Abdullah bin Sebe başkanlığında bir fitne hareketi, küçük çaplı bir orduya dönüşerek Medine’yi bastı. Ve halifeyi, kendi evinde Kur’ân okurken şehid etti.

Artık fitnenin kapısı kırılmıştı. Aynı güruh, bir ay kadar süren tedhiş (terör) hareketlerinden sonra Hazret-i Ali’nin halife olmasını temin etti. Ancak iş, sükûnete ermemişti. Bu sefer de onun etrafında toplanarak İslâm tarihinde acılı sayfaların başlangıcı olan hâdiseler yaşandı. Cemel ve Sıffîn savaşlarında, pek çok sahabî şehid düştü. Sıffîn savaşının sona ermesinde rol oynayan “Hakem Olayı” ise, başka bir fitnenin habercisiydi. Hâricîler denilen, bugünkü IŞİD benzeri bir örgüt kuruldu ve bunlar, insanların yolunu keserek sordukları bir-iki soruyla onları öldürmeye başladılar. Aynı grup, gün geldi, Medine’ye baskın yapıp oradaki erkekleri öldürdü, mallara ve kadınlara el koydu. Bunu da daha iyi Müslüman olduklarını göstermek için yaptılar.

Nihayet bu örgütün suikastçıları, Hakem Olayı’nda aktif olan Hazret-i Ali, Hazret-i Muâviye ve Amr bin Âs gibi üç sahabînin öldürülmesi kararını aldılar. Fakat sadece Hazret-i Ali’yi şehit edebildiler.

 

Emevî ve Abbâsî Dönemleri

Hâdiseler, kartopunun çığa dönüşmesi gibi büyüdü, büyüdü. Gün geldi; Müslümanların topraklarında Müslüman idareciler, Peygamber neslinden gelen Ehl-i Beyt’e Cuma hutbelerinde lânet okuttular. Gün geldi, vergi kaybına sebep olur diye, insanların Müslüman olması zorlaştırıldı. Peygamber Efendimizin Vedâ hutbesinde, ayaklarımın altında dediği, “kan dâvâları”, “ırkçılık-kabilecilik” hortladı. Zaman zaman Ömer bin Abdülaziz gibi, Emevî zulmüne dur diyen kendi içlerinden halifeler çıksa da, bu zulüm dalgası, Peygamber goncası Hazret-i Hüseyin -radıyallahu anh-’ın hunharca katline kadar devam etti.

Allah, zâlimlere de mühlet verir, ama ihmal etmez. Bir başka hareket başladı, Ehl-i Beyt’i bayraktarlaştıran… Peygamber Efendimizin amcası Hazret-i Abbas’ın soyundan… Ama onlar da başka bir zulüm dalgasına dönüştü. Emevîlerin kabirlerini açtırıp kemikleri kırbaçlatacak kadar İslâm’ın özünden uzaklaştılar. Bazen tercüme faaliyetleri ile Yunan Felsefesi’ni İslâm dünyasına taşıdılar, bazen “Kur’ân mahlûktur, yaratılmıştır” diye gereksiz bir tartışma başlatarak pek çok İslâm âlimini kırbaçtan geçirdiler veya hapislerde çürüttüler.

 

Bugüne Gelirsek

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Îman garip olarak başlamıştır ve yine başladığı hâle dönecektir. İnsanların bozulduğu zamanda gariplere ne mutlu!.. Ebu’l-Kâsım’ın canını elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, tıpkı bir yılanın yuvasında sıkıştığı gibi İslâm da şu iki mescit (Mekke ve Medine) arasında sıkışıp kalacaktır.” (İbn-i Hanbel, I, 185; Müslim, Îman, 232) buyuruyor.

Bugün de İslâm’ın garip günlerini yaşıyoruz. Bir taraftan amansız İslâm düşmanları, Ortadoğu’yu, Müslümanların yaşadığı her bölgeyi yok etmeye, İslâm’ın izini kazımaya çalışıyor. Bir taraftan gâfil Müslümanlar, büyük bir ihânet çemberinde, düşmanın ateşine odun taşıyorlar. Büyük fitne günlerindeyiz. Peygamberimizin, bu dönemlerle ilgili tavsiyelerine kulak vermek gerekiyor. Elimizi, dilimizi Müslüman kanına bulamamaya, fitne ve kargaşaya ortak olmamaya çalışmamız lâzım!.. Gücümüzün son noktasına kadar birlik, beraberlik, kardeşlik için çalışmalı; buna muvaffak olamazsak en azından saldırıya geçen taraf olmamalıyız. Elbette haklıyı tutma, hakkın yanında yer alma vazifemiz var. Ancak bu, hakkı tanımanın zorlaştığı, ortalığın toz-dumana bulandığı dönemlerde, önümüze kim çıkarsa çıksın, kılıç sallamaya devam etme hakkı vermiyor. Ana hatlarını yukarıda zikretmeye çalıştığımız hâdiseler, bizim için acı bir tecrübe yumağı… Tecrübe edilmiş şeyleri tekrar tekrar tecrübe etmeye gerek yok!.. Bir delikten bir kere ısırıldığımız yeter!..

Rabbim, bize kardeşin kardeşi kırdığı, Müslüman kanı dökülen o büyük fitne günlerini tekrar yaşatmasın. Diliyle, gücüyle, bütün imkânlarıyla dini yücelten; dine hizmet eden ama ona gölge düşürmeyen kullarından kılsın bizleri… Hatalarımızı affetsin. Ümmet olarak düştüğümüz bu bataklıktan, Rabbim, yine lütfuyla bizleri kurtarsın. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle