Her ne kadar halk arasında annesini kaybetmiş olanlara «öksüz», babasını kaybetmiş olanlara «yetim» denilse de dinimizde ergenlik çağına gelmeden önce babasını kaybetmiş kız veya erkek çocuklara “yetim” denilmektedir. Tanımdan da anlaşıldığı kadarıyla yetimlik çocukluk devresiyle alakalı bir durumdur. Zira Peygamberimiz (s.a.v); “Büluğ çağına ulaştıktan sonra yetimlik kalkar.” (Ebû Dâvud ) buyurmaktadır.
İslâm’dan evvelki dinlerde, muhtaç olan bu insanlara karşı merhamet ve şefkat gösterilmesi, onlara yardım edilmesi, onların büyütülmesi hakkında pek az emir vardır. Tevrat’ta öşür ve zekâta müstahak olanlar arasında yetimlerin adı sadece iki yerde zikredilmektedir.[1]
İncil’de ise bu konuyla ilgili bir hüküm veya açıklama yer almamaktadır.
İslâm öncesi Arap toplumunda ise özellikle savaşlar ve boşanma kolaylığı gibi sebeplerle dul ve yetimlerin sayısı oldukça fazlaydı. Câhiliye toplumunda yetimler horlanır ve haklarına riâyet edilmezdi. Hatta yetimlerin mallarından velîleri istediği gibi tasarruf etmekte, birçoğu yetimi babasının mirasından mahrum bırakmaktaydı.
Ancak İslâmiyet, yetimlerin himâye edilmesine ve onlara bakılmasına fevkalâde bir ehemmiyet vermiştir. Nitekim, sokakta kendi kendine veya çok zayıf bir ahlâk ile yetişecek insanlar, mutsuz bir hayat yaşayacakları gibi, cemiyetin başına pek çok mesele çıkararak içtimâî huzuru bozacaklardır. Bu sebeple dinimiz onların imkân nispetinde aile içerisinde barındırılmasını ve diğer çocuklara gösterilen müşfik bir ahlâka ve muâmeleye mazhar edilmelerini emreder. Himâye, bakım, terbiye ve malların korunmasına yönelik pek çok açıklamada bulunur.
Kur’ân-ı Kerim, Mekke’de nâzil olmaya başladığı ilk yıllardan itibaren yetim meselesini ele almıştır. Hatta ilk vahiylerde –Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kendisinin de yetim olduğu hatırlatılarak– yetimlere iyi muâmele yapılması emredilir:
“Rabbin, bir yetim olduğunu bilip de seni barındırmadı mı? (…) O halde yetime gelince, ona sakın kahretme…” (Duhâ, 6-9)
Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîme ile; “Ben seni nasıl yetim bulup çeşitli vesilelerle koruyup muhafaza ettimse, sen de buna karşılık, diğer yetimlere sahip çık! Onların derdiyle ilgilen, sıkıntılarını hallet!..” demek istemiştir.
Yine Mekkî olan Fecr sûresinde;
“Siz yetime iyilik etmezseniz…” diye bu davranış kötülenirken, Mâûn Sûresi’nde yetime yapılan kötü muâmele bir nevî “dini inkâr” olarak tavsif edilir;
“Ey Muhammed! Dini yalan sayanı gördün mü? Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur.” (Mâûn, 1-3) buyurulmaktadır.
Yetime iyilik konusunda ısrar eden Mekkî âyetlerden bir diğerinde yetime yardım “zor geçidi aşmak” gibi fevkalâde hayırlı bir amel olarak zikredilir:
“Biz insanoğlu için iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona eğri ve doğru, iki yolu da göstermedik mi? Ama o, ZOR GEÇİDİ AŞMAYA GİRİŞMEDİ. O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin? O geçit, bir köle ve esir âzad etmek, yahut açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toprağa serilmiş bir yoksulu doyurmaktır.” (Beled, 8-16)
Mekke’de daha ziyâde yetime iyi muâmeleyi teşvik edici, kötü muâmeleden de nehyedici âyetler gelmesine mukâbil, Medine’de yetimlerin himâyesi husûsunda daha kesin emirler, daha müşahhas tedbirler ihtivâ eden âyetler gelmiştir. Bu âyetlerden bir kısmı, yetimlere maddî yardıma teşvik edicidir:
“Kulumuz Muhammed’e inanıyorsanız bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın, Peygamber’in ve yakınlarının, YETİMLERİN, düşkünlerin ve yolcularındır.” (Enfal, 41)
Nisâ sûresi 8. âyet-i kerime de ise;
“Miras taksiminde yakınlar, YETİMLER ve düşkünler bulunursa ondan onlara da verin, güzel söz söyleyin.” buyurulmaktadır.
Âyetin emrini, bir kısım âlimler “nedb”e, yani bunun “nafile bir amel” olduğuna hükmederken, diğer bir kısmı da bunun “mutlaka yapılması gereken bir vâcip” olduğuna hükmetmiştir.
Bir defasında Ashâbdan bazıları, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Hangi şeyi nafaka olarak verelim?” diye sorarlar. Bu soru üzerine gelen bir vahiy, nafaka olarak verilebilecek şeyleri değil, kimlere nafaka verileceğini belirtir:
“Onlar hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki; “Maldan vereceğiniz şey ananın, babanın, akrabanın, YETİMLERİN, yoksulların, yol oğlunun (yolcunun) hakkıdır.” (Bakara, 215)
Görüldüğü kadarıyla 1400 sene önce nâzil olan Kur’ân, himâyeye muhtaçların ve yetimlerin himâyesini devlet vazifelerinden biri hâline getirip, maîşetlerini neredeyse devlet hazinesine yüklemiş olduğu hâlde, memleketimizde, bakıma muhtaç çocuklardan son derece cüz’î bir kısmının melce’ (sığınak) bulabildiği “çocuk yuvaları”, “yetiştirme yurtları” vesâirenin bütçeleri, maalesef hâlâ devlet garantisinden mahrumdur. Ve bu müesseselerin idarecileri, ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve hizmetin devamını sağlayabilmek için binbir türlü zahmet çekmektedirler.
Yetimlere iyi muâmele, himâye, maddî yardım hususlarında, Hazret-i Peygamberden de pek çok hadis vârid olmuştur:
“Müslümanlar içinde en hayırlı ev, kendisine iyilik yapılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de kendisine kötülük yapılan bir yetimin bulunduğu evdir.” (İbn Mâce)
Demek ki, yetimi sadece barındırmak kâfî değildir, aynı zamanda ona iyi davranmak da gerekir. Bir taraftan yeme-içme, giyim-kuşam gibi ihtiyaçları karşılanan yetim; diğer taraftan maddî veya mânevî eziyete mâruz kalırsa, bu tür barınma onun için zulüm hâline dönüşebilir.
Bir başka hadîs-i şerifte de yetime yapılan iyiliğin karşılığında cennetin kazanılacağı şöyle dile getirilmektedir:
“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmîzî)
Affedilmeyecek suç ifadesi, iki büyük günahı hatıra getirmektedir ki, bunlardan biri “Allah’a şirk koşmak”, yani Allah’tan başka bir ilahın varlığını kabul etmek, diğeri ise “kul hakkı”na girmektir.
Yine Rasulullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- yetimlerin maddî ve mânevî sıkıntılarına katlanarak onları güzel bir şekilde yetiştirenlerin cennette kendisine komşu olacağını haber vermektedir. Hadis-i şerifte:
“Kim üç yetimi yetiştirir, nafakasını temin ederse, sanki ömür boyu geceleri namaz kılmış, gündüzleri oruç tutmuş ve sabahtan akşama yalın kılıç Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap alır. Kezâ, ben ve o, şu iki parmak gibi cennette kardeş oluruz.” buyurmuş ve ardından şehâdet parmağı ile orta parmağını birbirine yapıştırmıştır.” (İbn Mâce)
Cennete girebilmek, şüphesiz büyük saâdettir. Ama Rasûlullâh’a cennette komşu olabilmek bundan daha üstündür. Cenneti yaratan ve oradaki üstün mevkîleri bazı iyilikleri yapanlara ayıran Allah Teâlâ, sevgili Rasûlüne komşu olma bahtiyarlığını, yetimleri koruyanlara lutfetmiştir.
Yetime sahip çıkanlar, toplumun bir açığını kapamış, bir yarasını sarmış; kısaca insan olmanın sorumluluğunu duymuş olurlar. Hayatın zorluklarının bir kimseyi ezmesine mâni olanlar, muhakkak hadis-i şeriflerin vaad ettiği hesapsız mükafatı kazanırlar:
“Bir kimse, sırf Allah’ın rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır…” (İbn Hanbel)
Şu hâlde yüreğinden kopup gelen derin bir şefkat duygusuyla bir yetimi kucaklayıp bağrına basan, ona yalnızlığını ve yetimliğini unutturmaya çalışan bir kimse, ilâhî rahmet sağanağı altında yıkanmış ve günahlarından arınmış olmaktadır. Zira yetime gösterilecek iyi muâmelenin dünya hayatında kalp huzuruyla yaşamak için önemli bir vesile olduğu unutulmamalıdır.
Peygamber Efendimiz, kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye:
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan; fakiri doyur, yetimin başını okşa!.. (İbn Hanbel) tavsiyesinde bulunmuştur.
Peygamberimiz –sallallâhu aleyhi ve sellem- söz ve tavsiyeleri yanında uygulamalarıyla da bizler için güzel bir örnek olmuştur. Mesela; Mescid-i Nebevî’nin inşâ edildiği arsa, Ensar’dan iki yetime aitti. Bu iki yetim arsayı mescid yapılması için hibe etmek istemişler, ancak Hazret-i. Peygamber bunu kabul etmemiş ve bedelini ödemiştir. (Buhârî)
Yine Rasulullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mûte savaşında Cafer b. Ebî Tâlib’in şehâdetini duyunca, hemen onun evine koşmuş, gözyaşları içinde çocuklarını bağrına basıp koklamış, sonra da bu aileyle yakından ilgilenmiştir.
Yetimin istikbalinin de düşünülmesi gerekir ki, bu husus pek çok âyet ve hadiste zikredilmektedir. Bu âyetlerden birinde Hazret-i Mûsâ ile Hızır -aleyhimesselâm-, arkadaşlıkları esnasında bir kasabaya uğrarlar. Hazret-i Hızır yıkılmaya yüz tutan bir duvarı, kasabalıların kendilerine uyguladıkları kötü muâmeleye rağmen doğrultarak yıkılmasını önler. Hazret-i Mûsâ’nın bu davranış karşısında taaccüp ve suâli üzerine Hazret-i Hızır, mevzuumuz açısından ehemmiyet arz eden şu açıklamayı yapar;
“…Duvar ise, şehirdeki iki yetim erkek çocuğa âitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların ergenlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi…” (Kehf, 82)
Âyetten anlaşıldığı kadarıyla Allah Teâlâ yetimlerin ergenlik çağına gelinceye kadar mallarının muhafaza edilmesini istemiştir.
Kişinin haksız yere yetim malına el uzatmaktan sakınması gerekir. Çünkü âyet-i kerîmede; “Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe yaslanırlar.” buyurulmaktadır.
Nisâ sûresi 6. âyette ise:
“Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin, onlarda rüşd (olgunlaşma) görürseniz, mallarını kendilerine verin.” buyurulmaktadır.
Âyette geçen “deneyin” emrinden maksat, âlimlere göre yetimin hayata hazırlanması, kendi kendini idare edebilecek hâle gelmesi demektir. Yine âyette “rüşd” kelimesi geçmektedir. Burada kastedilen “rüşd” büluğ değildir. Aklî kapasite ile alakalı bir “olgunluk” hâlidir. Daha teknik ifadeyle “dine ve dünyaya zarar verip vermeyecek şeyleri bilmek”tir.
Bir taraftan inmekte olan âyet-i kerimeler, diğer taraftan da Rasûlullâh’ın açıklamaları, Arapların tabiatlarını değiştirmiş; taştan daha katı olan yürekleri âciz ve kimsesiz yetimler karşısında âdetâ bir mum gibi eritmişti. Her sahâbînin evi birer yetimhâne oldu. Bütün yetimlere şefkat ve merhamet gösterildi. O derece ki, bu hususlarda birbirleriyle yarış ediyorlardı. Yetimleri barındırmak için herkes seferber olmuştu. Hatta Bedir yetimlerini almak için başta Hazret-i Fâtıma ve Hazret-i Âişe, Peygamber Efendimiz’e ısrar ediyorlardı.
Ashâb-ı kiramdan Abdullah b. Ömer -radıyallâhu anhümâ- herhangi bir yetim çocuk olmaksızın yemek yememeyi âdet edinmişti.
İşte sahâbîler, yalnız yetimlerin haklarını kendilerine vermekle, onları muhafaza etmekle kalmamış; onları her zaman korumayı ve himâyeyi bir görev bildiklerini tam mânâsıyla ispat etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak, âyet, hadis ve sahâbe hayatlarından en güzel ibretleri alarak yetimlere iyi muâmele etmemizi hepimize nasip etsin. (Âmin)
[1] “Seninle hissesi ve mirası olmayan laviler, garip, öksüz ve dul kadın ki kapılarındadırlar, gelip yeyip tok ola..” (Tevrat, Müsenna, Bab; 14, Fıkra 29)
“Garibe, öksüze, dul kadına verdiğinden sonra onlar dahi yiyip doymuş iken…” (Tevrat, Müsenna, bab; 26, Fıkra 12 )
YORUMLAR