İslam'a Hasret Yıllar

O, gençliğini, İslâm arayışı içinde geçirdi. İslâm’a kavuşunca hizmetle geçen bir ömrü tercih etti. İslâm dâvâsının yaşayan üstadlarından Kadir Mısıroğlu’nun mücâhide eşi, dâvâ arkadaşı, pek kıymetli Aynur Mısıroğlu…

İbret alınacak bir hayat, güzel bir mü’mine rûhu, vefâkâr bir eş ve çilekeş anne… Buyurun, onun gönlünden İslâm’ın dünü, bugünü ve yarını…

 

Efendim, bize âilenizden, yetiştiğiniz çevreden ve İslâm’ın yaşanmasının zor olduğu yıllardan biraz bahsedebilir misiniz?

Öncelikle maksadımız, kendimizi tanıtmak değil! Bizim bir ehemmiyetimiz yok!.. Gâyemiz, insanlara faydalı olabilmek... Özellikle de yeni yetişen 21. yüzyıl nesline... Bazen bakıyorum da onlardan bazılarının hâllerine üzülüyorum. Bazen güzel gayretlerini görüp memnun oluyorum. Havf ve recâ (korku ve ümit) arasında gidip geliyoruz. Ama gönlüm, bütün Müslümanların İslâm’ı güzel yaşamalarını, İslâm’ın derûnî lezzetini tatmalarını ve bu hâlleriyle güzel örnek olmalarını istiyor.

Efendim, âilem, anne ve babam tarafı bütünüyle asker âilesi, hepsi subaydır. Babam rahmetli olduğunda vazifede idi ve albay olarak vefat etti. Amcalarım ve dedem de askerdi.

Dedem, aslında Bulgaristan’da Menlik’de bir Mevlevî şeyhiymiş. En büyük arzusu, Konya’ya gidip Mevlânâ Hazretleri’nin türbesini ziyaret etmekmiş. Mâlumunuz o günün şartlarında bu, çok zor bir şey… Daha sonra Kuleli Askerî Lisesi’ne gelip “Ulûmu’d-Dîn: Din İlimleri” dersleri vermiş ve buradan emekli olmuş.

Sonraki yıllarda amcam, Kuleli Askerî Lisesi’nde Fizik öğretmeni ve müdür yardımcılığı yapıyormuş. İkinci Cihan Harbi’nde Almanlar’ın İstanbul’u bombalayacağı istihbaratı gelince, Kuleli Askerî Lisesi’ni Konya’ya taşımaya karar vermişler. Tabiî, amcam, yanında dedemi de götürüyor. Böylece dedemin yıllarca kurduğu hayal gerçekleşiyor ve orada Hakk’a yürüyor. Duâsı kabul olmuş, Hazret-i Mevlânâ’ya çok yakın bir yerde, “Musallâ Mezarlığı”nda saâdetle yatıyor.

Anne tarafım, Dağıstan asıllı… Onun babası da askerdi. Âilenin eniştelerine kadar herkesin asker olduğu bir muhitte yetiştim. Tabiî bu devirler, Cumhuriyet’in ilk devirleri olduğu için âilemizde de dînî hiçbir motif yok! Dîni inkâr ediyor değiller, ama dîni hiç tatbik etmeyen bir âile içinde, İstanbul’da yetiştim. Hattâ daha rahat anlaşılması için şöyle anlatayım: Dînî bayramlar olan Kurban ve Ramazan -ki, biz ona “Şeker Bayramı” derdik- misafirlere ikram olarak çocuklar için çikolata ve şeker; büyüklere ise, likör ikram edilirdi. Bizim evimizde böyle olduğu gibi, ziyarete gittiğimiz evlerde de renk renk likör bulunur ve onlar ikram edilirdi. Biz bu devreleri yaşadık ve bu devirlerden geldik. Allâh’a, bugünlerimiz ve hidâyetimiz için ne kadar şükretsek azdır!.. “Allah yoluna adım adan herkes, menzile vâsıl olur. Sen Allâh’ı unutmadıkça, Allah seni unutmaz!” diyor, İbn-i Arabî Hazretleri…

O zaman ne kadar dînî hayat olmasa da terbiye ve millî değerler önemliydi. Liseden sonra Allah nasip etti, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandım. İlk defa dînî anekdotlarla fakültede karşılaştım. Meselâ hocaya, doğudan gelen arkadaşlar bir not verip şu ricâda bulunmuşlar:

“-Efendim, Cuma günleri Cuma namazına gidiyoruz. Lütfen o vakitte yazılı yoklama yapmayın!..”diye.

Ben bunu duyunca çok şaşırdım. “Bu Cuma namazı ne ki, dersten bile kıymetli?!” diye düşündüm. Bana ilk darbe bu oldu. “Demek o kadar kıymetli ki, namazla ders arasında kaldıklarında namazı tercih ediyorlar.” diye düşündüm. Hoca da dindar olmamasına rağmen Cuma namazı vakti yazılı imtihan yapmayacağını söyledi. Daha sonra “kandil” zamanları geldi. Biz o zamanlar “Kandil” denince, sadece “kandil simidi”ni biliyorduk. Başka bir bilgimiz yoktu!..

Bu ve benzeri hususlar beni araştırmaya sevk etti. Beyazıt Kütüphanesi’ne gidip araştırmalarıma başladım. Zaten okumayı da çok seviyordum. Bütün dinlere karşı bende bir merak başladı. Bütün dinleri sırayla araştırmaya başladım; Yahudilik, Hıristiyanlık… vs.

Sıra İslâmiyet’e gelip okumaya başlayınca, “Aman yâ Rabbi!..” O kadar şaşırdım ki, anlatamam. Bana bu dîni öğretmeyenlere, haber vermeyenlere lânet ettim. Orada büyük bir sarsıntı geçirdim. Ben Allâh’ın dînini, kelâmını bilmemenin ıztırabını öyle derinden hissettim ki, anlatamam. Gözümde Hukuk Fakültesi falan silindi; ben öyle bir deryanın başına gelmiştim ki, artık başka hiçbir şeyin önemi yoktu.

 

Ruhlar aşk meyinden oldu mestâne

Kimi küfre vardı, kimi îmâne

Saf saf olarak durduk dîvâne

Münkirler “Lâ” dedi, ben “illâ” dedim.

 

O sıralarda Edebiyat Fakültesi’nde haftada iki gün Muhammed Hamidullah Bey’in konferanslarının olduğunu duydum. Bir gün “İslâm Tarihi”, bir gün de “İslâm Anayasa Hukûku” üzerine… O konferanslara katılmaya başladım. Allah beni güzîde insanlarla karşılaştırdı. O günkü hâlet-i rûhiyemle bağnaz insanların eline düşseydim, ters tepebilir, İslâm’dan uzaklaşabilirdim. Allah lutfetti. “O, takdir eden ve yol gösterendir.” (el-Âlâ, 3)

  1. Hamidullah Bey, hem çok bilgili, hem de çok sabırlı idi. Öyle basit sorularımı dikkate alır, tek tek sabırla cevaplandırırdı. Ve her cevabı da beni tatmin ederdi. Bu da benim İslâmiyet’e olan ilgimi artırıyordu. Bu arada üniversitede kalıp akademik kariyer yapmak istiyordum. Bu yüzden seminerler alıyordum. Kendim de konu olarak hem merak ettiğimden, hem de İslâm’a olan alâkamdan dolayı “İslâm ve Demokrasi Fikri” konusunu aldım. Araştırma yaparken istediğim bilgilere tam mânâsıyla ulaşamayınca, komünist asistan arkadaşlarım:

“-Biz bu konuda tam bilgiye sahip değiliz. Siz İslâm Enstitüsü’ne (İlâhiyat Fakültesi’nin eski adı) gidin, orada size daha çok yardımcı olabilirler!..” diyerek “Salih Tuğ” beyefendinin adını verdiler.

O zaman Salih Bey, henüz asistan idi. Allah hidâyetten nasip verecek ya, bir yol açıyor işte… İşte bu iki şahsiyet, Muhammed Hamidullah Bey ve Sâlih Tuğ Bey, benim İslâmiyet’i daha iyi tanıyıp öğrenmeme büyük tesirleri olan, kıymetli hocalardı.

Onun hâricinde eskiden bizim evimize sadece Cumhuriyet Gazetesi girerdi. Bu gazete dînî değerlere karşı düşmanca bir tavır içindeydi. Ama üniversiteye gidince diğer gazeteleri de okumaya başladım. Bazı yazarların din ve ahlâkla ilgili yazıları da benim bakış açıma çok tesir etti. Okuduğum mekteplerde ve ders kitaplarında görmediğim, Ârif Nihat Asya’nın eserleri bana çok tesir etmişti.

Derslerim hâricinde, günümün tamamını İslâmiyet ile ilgili yazılar okuyarak geçiriyordum. İşte bütün bunlar, beni yavaş yavaş asıl istikamete hazırladı. Biraz yavaş oldu, ama elhamdülillah sağlam oldu. Artık hayatımın merkezinde İslâm vardı. Bende ne akademik heves kalmıştı, ne kariyer… Sanki kör bir insanın görmeye başlaması gibiydi hâlim... Sokaklara çıkmak ve İslâmiyet’i bilmeyen herkese İslâmiyet’in varlığını haykırmak istiyordum. Hattâ evlendikten sonra Kadir Bey, benim akademik yolda devam etmemi istedi. Ama ben:

“-Hayır!” dedim, “benim işim orada değil, sokaklara çıkıp İslâmiyet’i anlatacağım! Ben bu dîne hizmet edeceğim, bana doktora lâzım değil!.. Eğer bana küçük yaşlarda biri dînimi anlatsaydı, bu kadar geç kalmazdım.”

Kendimi İslâm hususunda bilgisizliğim yüzünden “câhil” gibi görür, hukuk mezunu olmama rağmen bana eğitim durumumu soranlara “Okumam yazmam yok!” derdim. Allâh’ın kelâmını bilmedikten sonra, bütün ilimleri bilmenin ne kıymeti var?! Bu hâlet-i rûhiyemi ancak yaşayan bilir.

Sonra Kur’ân-ı Kerim’de şu âyetle karşılaştım ve o, beni büyük bir îman vecdine sürükleyerek bana her an gayret etme heyecanı aşıladı:

“Andolsun ki, içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed, 31)

 

“Bizden Önce Gidenlere Selâm Olsun” isimli kitabınızdaki sâliha hanımlarla bu devrelerde mi tanıştınız?

O güzel insanlarla tanışmak, evlendikten sonra nasip oldu, elhamdülillah! Evlenene kadar İslâmiyet’i hep teorik olarak öğrendim. Evlendikten sonra pratik yönü daha hızlı oldu. Bu minvalde bana çok tesir eden Sâlih Tuğ Bey’in eşi idi. O sıralar ben daha tesettüre riâyet etmiyordum. Sâlih Bey’le, araştırmam vesilesi ile tanışıklığım olduğu için nikâh merâsimine beni de dâvet etti. Hattâ nikâha, komünist olan birçok arkadaşla beraber gittik.

Nikâh salonuna Sâlih Bey ve nişanlısı Binnaz Hanım bir girdi ki, benim hayatıma yepyeni bir sayfa daha açıldı. Mavi bir pardesü, başı da çok güzel örtülü… Öyle güzeldi ki, anlatamam… Ben de ilk defa böyle gelin görüyordum. Benim gördüğüm bütün nikâhlar, umûmiyetle siyah etek, tayyör ceket, başlarında şapkalar… Tabiî bana tesir eden sadece Binnaz Hanım’ın tesettürü değil, hâli ve tavırları idi. İslâm’ı yaşadıkları için, her hâlleri bana tesir ediyordu.

 

Âileniz İslâm’a olan merakınızı ve ilginizi olumlu karşıladılar mı?

Maalesef hayır, hiç hoşlanmadılar. Tek âilem değil, içinde yetiştiğim muhitim de hiç hoşlanmadı. Bizde bir şey olduğu için diye değil de, sadece örnek olsun diye anlatacağım:

Hayat tarzı olarak sadece namaz kılmama rağmen çok ağır tepkiler gösterdiler. Bir gün eve geldim, annem ağlıyordu:

“-Sen çıldırmışsın!.. Bütün arkadaşların, «Kütüphâneye kapanıp İslâm’ı okudu, okudu, çıldırdı.» diye söylüyor. Ben bu yaşımdan sonra seni tımarhânelere mi götüreyim?! Yazık değil mi bana?! Bu yaştan sonra akıl hastaları ile mi uğraşacağım? Sen de herkes gibi normal bir insan olsana!.. Niye anormal oluyorsun?!” dedi bana…

Annemi çok seviyordum. Onun bu sözlerine çok üzüldüm. En sevdiğim kimse, benim yanlış yolda olduğumu düşünerek acı çekiyor. Tabiî kahroldum.

“-Yok anneciğim, ben çıldırmadım.” dedim. “Benim aklım başımda, yalnızca namaz kılıyorum.”

“-Kızım, namaz ihtiyarlayınca kılınır. Sen de ihtiyarlayınca kılarsın!” dedi.

Sonra baktı, sadece namaz kılıyorum; yavaş yavaş kabullendi.

 

Kadir Mısıroğlu Beyefendi ile evliliğiniz nasıl oldu?

Ben M. Hamidullah Bey’in derslerine devam ederken Kadir Bey beni orada görmüş. O zaman o derslere katılan tek kız bendim. Şimdi olsa genç kızlar doldururlar. Çok ilerleme oldu o günden bugüne… Ben o derse giderken, tek kız olmam hasebiyle çok çekingendim. Ne kadar dinle ilgimiz olmasa da, utanma duygusundan mahrum değildik. Derse sessizce girer, ön sırada oturur, ders biter bitmez erkekler yerinden kalkmadan hızla çıkardım. Bana bunu yaptıran, İslâm’a olan dayanılmaz hasretimdi. Ve sorularıma cevap bulacağım başka hiçbir yerim yoktu. Katılanlar da hep dindar gençler olduğu için kimse benimle konuşmaz ve rahatsızlık vermezlerdi. Kadir Bey, aynı sınıflarda ders gördüğümüz zamanlar olmasına rağmen beni o derslerde fark etmiş ve tâlib oldu.

Kadir Bey, o zamanlarda İslâm’ı müdâfaa eden birisi olduğu için annem, izdivaç teklifine şiddetle karşı çıktı. Kadir Bey de bu teklifin kabulünü kolaylaştırmak için şöyle bir taktik uyguladı: Bizim âileye en çok tesir edebilecek, sözünü dinletecek kimseyi araştırmış. Âile dostumuz olan bir avukat vardı, onu bulmuş. Onun babası da subaydı. Kadir Bey, onun tavassutu ile âilemle irtibat kurdu. Bu avukatın yardımıyla işler yoluna girdi. Yoksa bizim evlenmemiz kolay bir iş değildi.

Âilem, araya giren yakın ahbaplarımız sayesinde izdivacımıza izin verdi. Önce söz yapıldı. Annem nişanın kısa bir zamanda olmasına izin vermiyordu. Kadir Bey, okulda bana:

“-Nişan yapalım.” dedi.

Ben, annemin mezun olmadan izin vermediğini, ama sözlü olduğumuz için çıkıp beraber gezip dolaşabileceğimizi söyledim. Kadir Bey:

“-Kat’iyen olmaz!.. Ben dînî nikâhım olmadan, bir hanımla yan yana gezemem!..” dedi.

Böyle ufak tefek sıkıntılarımız oldu. Başı zordu, ama sonu güzel oldu. Annem, daha sonra Kadir Bey’i çok sevdi. Dîne ısındı; namaz kılmaya başladı, oruçlarını tuttu. Ablam da aynı şekilde… Tesettüre girmedi ama, karşı cepheden bu kadar gelebilmeleri bile çok iyi bir ilerleme oldu, elhamdülillah!.. Tabiî bu aşamalar, yıllar sürdü. Bu da hep bizlerin, yani o devir gençlerinin sabrı ile oldu. Yani bu gibi durumlarda gençlerin sabırlı olmaları, temkinli davranmaları çok mühim!..

 

Siz ne zaman tesettüre girdiniz?

Ben evlenene kadar kıyafetlerimin boyunu uzattım. Yazın sıcağında bile uzun kollu hırka giyiyordum. Evlenince de başımı örttüm. Tabiî âilem, bunu görünce:

“-Bu kız, iyice delirdi!” dediler.

Hattâ başörtülü gittiğimde annem başımdan örtüyü çekip çıkarmıştı. Ama sonra hepsi alıştı.

 

Kaç yıllık evlisiniz?

Elli yıllık evliyiz, elhamdülillah…

 

Mâlumunuz, bugünlerde boşanmalar çok arttı. Sizce elli yıllık huzurlu bir evliliğin sırları nelerdir?

Elhamdülillâh, sevgi ve saygı dolu bir âile hayatım oldu. Kadir Bey’le çok isteyerek evlendim. Hâlâ da aynı huzurla devam ediyoruz. Kadir Bey’in âilesi çok iyi bir âile idi. Allah ölenlere rahmet, kalanlara selâmet ve uzun ömürler nasip etsin.

Allah, bana çok iyi, dirâyetli, aklı başında bir kayınvâlide nasip etti. Sâliha, irfan sahibi, akıllı bir hanım… Yetiştirdiği evlâtlar da öyle… Ama kayınvâlidem gerçekten firaset ehli bir hanımdı. Kadir Bey, evin tek erkek çocuğu… Bu yüzden annesi de, kardeşleri de bizim âile saadetimiz için çok yardımcı olmuşlardır. Allah hepsinden râzı olsun.

Evliliğimizde en zor imtihanımız, Kadir Bey’in İslâmî mücadeledeki gayretleri sebebi ile başımıza gelenler... Bu sebeple başımıza gelmedik şey kalmadı, diyebilirim. Bu sıkıntılar, daha nişanlıyken başladı. Balmumcu Hapishanesi’ne kondu, yakınları ile hiç görüştürülmedi; yaşayıp yaşamadığından bile emin değildik. Annem:

“-Ben kime kız verdim?!” diye panik oldu.

O zamanlar avukat ağabeyin çok yardımları oldu. Beraber ziyaretine gidiyorduk. Nişanlısı olduğum hâlde, “Sorgusu yapılmadı!” diye görüştürmüyorlardı.

İçeride lâzım olur diye para gönderelim, dedik. Maksat para göndermek değil, tabiî… “Parayı aldım” diye içeride imza atacak, biz de imzasından onun yaşayıp yaşamadığından emin olacağız. Hayatta olup olmadığının endişesini taşımak çok zor bir şey!.. Askerî idârelerden çok sıkıntı çektik. Evlendiğimizde bütün hayatımız boyunca bu sıkıntılarla mücadelemiz oldu.

 

Hiç, “Yeter! Bizim de normal bir hayatımız olsun!..” demediniz mi?

Hayır, hiç demedim. Çünkü ben onun niyetini de, dâvâsının büyüklüğünü ve haklılığını da biliyordum. Bu mânâda onu hep destekledim. Bir sinema artisti olsaydı veya şan-şöhret için yapsaydı, derdim. Dilimle böyle bir şey söylemediğim gibi, -Allâh’ın izni ile- gönlümden bile hiç böyle bir şey geçirmedim. Benim canım çok yandı; İslâm’ı yaşamamış olmanın acısını çok çektiğim için herkesin İslâm’ı öğrenmesini, İslâm dâvâsının büyüklüğünü bilmesini istedim. Bütün hayatı Anadolu’ya Avrupa’ya giderek konferanslar vermekle geçti. Ara sıra da eve uğrardı tabiî… Biz ne kadar sabretsek de asıl yük onun omuzlarındaydı. Onun dâvâsı için gayretini gördükçe hep içimden “Helâl olsun!” dedim; yüzüne söylemesem de içimden hep söyledim.

Tabiî, bu arada bütün ömrüm tedirginlikle geçti. Çünkü çeşitli düşmanları vardı ve her an kötü bir şey olabilirdi. Hâlen yatakta şöyle rahat rahat uzanıp yatamam; omuzlarım kalkık, hemen kalkacakmış vaziyette…

 

Bu mânâda Kadir Bey, sizin gibi dâvâ heyecânı taşıyan bir hanımla evli olduğu için çok şanslı…

Asıl ben şanslıyım. El yordamıyla öğrenip yaşadığım dîni, onun sayesinde öğrenip yaşama imkânına sahip oldum. Bu mânâda dindar bir çevreye sahip oldum. Güzel insanlarla tanıştım. Bunların en başında Fevziye Nuroğlu gelir. O, benim için bambaşka, harika bir insandır. İslâm dâvâsı için onun kadar gayretli başka bir hanım görmedim diyebilirim. O zamanlar biz Kur’ân bilmiyorduk. Tabiî etrafta bu mânâda Kur’ân kursu da yok!

Fevziyeciğim, bizim için Beyazıt Câmii’nde Kur’ân Kursu açtı. Oraya başladım, ama benim için çok zor oldu. İki küçük çocuğum vardı. Gidip gelmek çok külfetli oluyordu. Bu esnada pek kıymetli Gül Hocahanım’la tanıştım. Kadir Bey’in isteğiyle Gül Hocahanım, ben kursa gidemeyince her gün evime gelerek bana Kur’ân öğretmiştir. Allah kendisinden râzı olsun!.. Buna mukabil de beş kuruş para almamıştır. Ben alması için ısrar edince ağladı ve:

“-Ben kırk yaşından sonra İslâm’a kavuştum. Allah bana bu sebeple sevap yazıp günahlarımı silerse, daha ne isterim!..” dedi.

Hâlbuki zengin bir kadın değildi, çok mütevâzi bir hayatı vardı. Üstelik Gül Hocahanım’ın bu hayatı çok ibretlidir… Aslen Vakfıkebirli olup, İstanbul’a yerleşmiş bir âilenin kızıdır. Genç yaşta beyi vefat etmiş, iki çocuğuyla yapayalnız kalmış. Çocuklarının rızkını temin etmek için dikiş-nakış öğrenmiş ve kısa zamanda İstanbul’daki modayı takip edenlerce aranan ve tercih edilen meşhur bir terzi hâline gelmiştir. Kendisi de güzel giyinir, bu hususta müşterilerine âdeta ilham verirdi. Günün birinde her ne olduysa, hayatında ihtilâle benzer bir değişiklik gerçekleşmiş ve o sosyete terzisinden, gönlü, Allah ve Rasûlullah muhabbeti ile dolup taşan gerçek bir mü’mine hanım ortaya çıkıvermiş.

Benim tanıdığım yıllarda, o, Yûnus Emre misali “kovanını yağma ettirmiş”; eski güzelim elbiselerinin eteklerine çirkin denilebilecek bir sûrette parçalar ilâve ederek onların boyunu uzatmış ve dînî ölçülere uydurmuş bir kimseydi. Muhtemelen bunu nefsini aşağılamak için yapıyordu. Yoksa elbiselerinin eteklerini, sanatını göstermek sûretiyle yadırganmayacak şekilde de uzatabilirdi. Lâkin o böyle yapmamıştı. Uzun siyah eşarbını beline kadar sarkıtır, basit ve geniş bir pardesü ile vücudunu, tesettürün âzamî ölçüleri ile örter, eskiden dönüp bakmadığı topuksuz pabuçları ile görünüş itibariyle de takvâ ölçüleri ile yaşamaya gayret ederdi. Bu şekilde yaşamaya karar verdiği zaman, artık eli ekmek tutmuş olan oğluna:

“Oğlum!” demişti. “Bana bir kuru ekmek yeter! Sen bunu benden esirgemezsen bundan böyle senin kazancınla hayatımı idâme ettirmek istiyorum. Artık benim hayattaki tek gâyem, lâyıkıyla bir Kur’ân-ı Kerîm hâdimi olmaktır.”

İşte bu sözler, onun hayatının dönüm noktası olmuştur. Bir sohbette kendisine; “Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenen ve öğreteninizdir.” (Buhârî, Fezâilu’l-Kur’ân, 21) hadîs-i şerîfini okuyarak, takdirlerimi arz etmek istemiştim. Hafifçe yüzü kızarmış, başını önüne eğmiş ve kısık bir sesle:

“-İnşâallâh!” diyebilmişti.

Onun önceki hayatını bilenler, “Gül Hanım’ın böyle bir insan olacağını hiç tahmin etmezdik!” derlerdi. İşte din, insanı, îman sayesinde böyle değiştiriyor.

 

Hâliyle, kâliyle size numûne olan başka sâliha hanımlar da vardır mutlaka…

Aslında ilk zikretmem gereken isimlerden biri Hatice Suat Anne’dir. Bizi o zaman nasıl etkilemişse, hayatımızdaki tesiri hâlâ devam etmektedir. Kendisi Yahya Efendi Dergâhı meşâyıhından Abdulhay Efendi’nin kızı idi. İstikâmetten ayrılmaz, bizim istikâmet üzere olmamız için de gayret ederdi. Sözlerine gıybetin gölgesi düşmezdi. Kul hakkına onun kadar dikkat eden birisini daha görmedim. Öyle aşk ve şevkle ders anlatırdı ki, tasvirlerine muhatap olan talebeler, kendilerini tarihe hicret etmiş zannederlerdi. Böyle şevkle ders anlattığı bir günde, tarihî bir vak’a zikrediyordu ki, mevzu îcâbı:

“-Rasûlullah geldi.” demişti ki, bundan sonra ancak kelime-i şehâdeti yetiştirmeye muvaffak oldu. O derste rûhunu Rabbine teslim ederek talebelerine “güzel ölüm” hususunda da nümûne olmuştu. Kendisinin, Fevziye Nuroğlu, Gülsen Ataseven ve benim üzerimde çok hakkı vardır. Kısacası Fazilet Kur’ân Kursu’ndan gelip geçen herkese tesir eden güzel bir hocahanımdı.

Bir de maddî-mânevî üzerimde emeği geçen çok kıymetli Fatma Feride Topbaş ablamı da anmadan geçemeyeceğim. Kendisiyle, yeni nişanlandığım zamanlar tanışmıştım. Sultantepe’deki Köşk’e dâvet olunduğumuzda, pek çok hizmetçi olduğu hâlde kapıyı açıp misafirini:

“-Hoş geldiniz!” diye kapıda karşılayacak kadar mütevâzi ve zarif biri idi.

Merhum Mûsâ (Topbaş) Baba, estetiği çok sever ya, Feride Abla’da da estetik, düzen, temizlik mükemmel bir derecedeydi. Allah, Mûsâ Efendi’ye de, Feride Abla’ya da gani gani rahmet etsin. Feride Abla’nın yüzü kadar ahlâkı da mükemmeldi. Bir psikolog kadar insan hâlet-i rûhiyesinden anlar, gönüllere girecek mutlaka bir yol bulurdu.

Muhteşem bir köşkte yaşıyordu, ama gönlünde tekke rûhâniyeti ve feyzi vardı. Niyet ettiği her şeyi, en güzel bir şekilde îfâ ederdi. Biz Beylerbeyi’nde otururken çok sık gelirdi. Bir yere giderken beni de aldırır, birçok yere beraber giderdik. Kendisini çok severdim.  O benim gönlümde yeri doldurulmayacak bir ablamdır. Hep söylerim:

“-Bir Musa Baba, bir Osman Efendi varsa, arkasında Fatma Feride Anne gibi bir sâliha hanım, sâliha bir anne olduğu içindir.”

Onu tanıyan herkes, ne kadar mübârek bir hanımefendi olduğunu zaten bilir. Onun takvâyı hayatına nasıl şiar edindiğini, hayırları nasıl mahviyetle yaptığını, takvâyı rûhunun ziyneti haline nasıl getirdiğini fark etmeyen yoktur, herhalde...

Bizim tanıştığımızda Osman (Nûri Topbaş) Bey, liseyi daha yeni bitirmişti. Babaya saygıyı da Osman Bey’de görmek lâzım… Babasının yanında edebinden, saygısından dolayı hiç koltuğa oturmazdı; sadece sandalyeye otururdu. Daha o yaşlarda konuşması, yemesi, içmesi, hep saygı ve edeple bezenmişti. Sadece babasına değil; annesine karşı da çok saygılı idi.

Fatma Feride Abla, Osman Bey’i çok severdi. Osman Bey, o zamandan beri çok halîm selîm idi. Evlenme arefesinde Fatma Feride Abla:

“-Ben öyle ev ev gezip kız bakmaya gidemem. Sen şu isimlere sıra ile git; bize hangisi uygun, bir bakıver.” dedi.

Tabiî gittiğim her evde büyük bir izzet-i ikram, ben bile mahcup oluyordum. Üç evin kızına baktım, ama bu mümtaz âileyi tam mânâsı ile kaldırabileceklerine kanaat getiremedim.

En son Süreyya Hanımı görmeye gittim. O zamanlar birçok kız, evlenmek üzere iken örtünürdü. Süreyya Hanım öyle değildi. Gönülden İslâmiyet’i yaşayan, rûhu ince olduğu gibi hâl ve hareketleri de bu zarâfeti yansıtan bir hanım idi. Zâhirî güzellik olarak da zaten Osman Bey’e denk idi. Ben Süreyya Hanım’ın ablaları ile de önceden tanışırdım. Feride Anne’ye verilen isimlerin hepsi ile ilgili mâlumât verdim. Ve Süreyyâ Hanım’ın en uygunu olduğunu söyledim. Ama yine de:

“-Ben bilemem. Bir de siz hepsini tekrar görün!..” dedim.

Ama Feride Annem:

“-Ben sana güveniyorum.” dedi.

Kendisi de sonra gördü, beğendi. Nasipmiş, tabiî bizde bir şey yok… Bize sadece aracı olmak lutfedildi. Sonra da evlendiler, elhamdülillah!

Bizim en zor günlerimizde âilece her bakımdan çok destek oldular. Rabbim, kat kat râzı olsun hepsinden...

 

Yeni evlenecek gençlere huzurlu evlilik için ne gibi tavsiyelerde bulunmalı?

Bu iş, zor bir iş!.. Bir arkadaşım:

“-Evlenenlerin nikâhı, önce göklerde kıyılır!..” derdi.

Gerçekten bu iş kısmet meselesi… Bana Kadir Bey’i tanımadan önce, onun gibi birisi ile evleneceğim söylenseydi, kesinlikle inanmazdım. Ama evlenirken çok istedim. Çünkü onun şahsiyetine hayran olmuştum. Gönül, akıyor işte… Elhamdülillah, evliliğimi hâlâ çok isteyerek, severek devam ettiriyorum. Demek ki, evlilikte hissî nokta önemli… Aynı kafa yapısında olup hayata aynı pencereden bakmak…

Bu olduğu zaman sevgi, saygı beraberinde gelir, inşâallah! Kadir Bey’den pek bir şey istemem veya bunca evliliğimiz boyunca çok nâdirdir istediğim şeyler... Meselâ canım bir şey istese, hiç dile getirip söylemem, ama o gün onu bulup getirmiştir. Aramızda bir telepati var. Evde beraberken de oturup uzun uzun konuşmayız, hatta çok nâdir konuşuruz. Ama her mevzuda anlaşırız; söze, kelimeye çoğunlukla ihtiyaç hissetmeyiz. Demek ki çok konuşmak, uzun uzun anlatmak çok da önemli değil! Gönüllerin kelimeye ihtiyacından ziyâde, anlaşılmaya ihtiyacı var diye düşünüyorum.

Gençler evlenirken “Ben bu kişi ile niçin evleniyorum?” diye sorsunlar kendilerine… Bir arkadaşım vardı, kendisi çok güzeldi ve güzelliğe önem verirdi. Evlendiği kişinin uzun boylu olmasını çok isterdi. Uzun boylu birisi kendisine tâlip olunca hemen kabul etti. Sonra birkaç evlilik daha yaptı, ama hiç mesut olamadı. Demek ki boy-pos, göz-kaştan ziyâde önemli olan şey, gönül uyumudur. Vasıflardaki müştereklik, evlilikteki huzur kaynağıdır.

Ama evlilikteki en büyük sigorta, dindarlıktır. Bu olmayınca evlilik mutlaka aksıyor. Nitekim bu sebeple etrafımda pek çok boşanma görüyorum. Bu biraz da îman zaafiyeti ile alâkalı… Çünkü çok sabretmemiz gerekiyor. Her iki tarafın da sabretmesi îcab eder. Benim çok yakınlarımdan biri, üst makamlardan biri ile evlendi. Kendisi çok nâzik, zarif bir insandı, ama evlendiği adam kaba-saba, huysuz mu huysuz bir adam çıktı. Ama o hanım, o adama yıllarca tahammül edip sabretti, kendi nezâketini bozmadan, zaman içinde bu kaba adama ahlâkı ile tesir etti. Allah da onun sabrı mukabilinde o huysuz adamı “nâzik bir efendi” eyleyerek mükâfâtını, daha bu dünyadayken verdi.

 

Zorlu ve uzun bir gurbet hayatınız oldu. Avrupa’daki hayatınız ve oradaki hizmetlerden de biraz bahsedebilir misiniz?

Evet, çok zor bir dönemdi. Avrupa’ya önceden de gitmiştim. Ama orada yaşamayı hiç düşünmemiştim. Hâlâ da düşünmüyorum tabiî… Allah bir daha göstermesin. Ne Kadir Bey, ne de ben Avrupa’da yaşamaya hazır değildik. Birden bire “12 Eylül İhtilâli” olunca Kadir Bey yurdu terk etmek zorunda kaldı. Eğer Askerî Mahkemelerin adâletine güvenebilseydi, böyle olmazdı. Söylediği sözlerin arkasındaydı; suçluysa cezasını da çekerdi.

Şimdi o yıllarda konuşulmayan, konuşulmadan yapılanlar yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Görüyorum ki, o zaman yapılanlar bir fecaatmiş. İyi ki yurt dışına sığınmış. Yoksa belâ ve cefâdan kurtulması mümkün değildi. O gittiğinde mâlum, Eylül’dü ve çocuklarımızın okul zamanıydı. Ben çocukların devam eden okulları sebebiyle hemen gitmedim, yaza kadar bekledim. Okullar yaz tatiline girince gitmeye karar verdim. En büyük oğlum da lise sona geçmişti. Ona:

“-Sen kal, liseyi de bitir, ondan sonra gel!.. Üniversiteyi orada okursun.” dedim.

Dayıları, teyzeleri, kendisiyle ilgilenecek akrabalarımız vardı. O yüzden iki çocuğumu alıp gittim. Oğlum, on beş tatilde yanımıza gelecekti. Ne olduysa o zaman olmuş!.. Banker Kastelli hadiselerinden sonra dışarıya kaçanların âilelerine pasaport vermemeye başlanmış. Ellerinde pasaport olanlara da el konulmuş!.. Hâlbuki bu, çok kanunsuz bir işti. En büyük oğlum, yazın da gelemedi. Derken tam beş yıl, büyük oğlumuzu göremedik. O burada yalnız, biz orada… Bu hâl, onun hâlet-i rûhiyesine çok tesir etti. Burada üniversite okudu, ama o beş yıl, bizi oğlumuzdan etti. Benim oğlum şimdi bizimle konuşmuyor.

Biz orada bir şekilde yaşadık, ama oğlumun acısı bana yetti. Oğlumuzu kaybettirdi o yıllar bize…

Kızım için iyi oldu. Liseyi de, üniversiteyi de hep başörtülü olarak huzurla okudu. Küçük oğlumu okuldan alıp Cuma namazına götürüyordum. Hiç karışmıyorlar, hattâ saygı gösteriyorlardı. Yani orada dînimiz açısından iyi muâmele gördük; hiçbir sıkıntı çekmedik.

Dâvâmız açısından gitmemiz iyi oldu. Avrupa’ya gidip dînî yaşantıyı terk edenlere; müslüman, fakat İslâm’ı hiç öğrenmeyenlere, yeni hidâyete erenlere faydalı olmaya çalıştık. İslâm’ın aslını, rûhunu anlatma imkânımız oldu. Giden Türkler’in çoğunluğu, “Katkı Maddeleri”nden habersiz, olur olmaz her şeyi yiyorlardı. Bu konuda bilinçlendirmek bize nasip oldu, elhamdülillah! Bizim alışveriş esnasında uzun uzun muhtevâya baktığımızı gören birisi:

“-Neden bu kadar muhtevâsına titizleniyorsunuz?” diye sorduğunda:

“-Biz Müslümanların buna dikkat etmemiz gerekir!” dedik. O da:

“-İşiniz bir hayli zor!” dedi.

Gerçi, tek dikkat eden biz değildik. Yahudiler de çok dikkat ederler. Ama onların işi biraz daha kolay!.. Çünkü onların “koşer (helâl)” marketleri var. Biz de bazen mecbur kaldığımızda koşer damgalı yiyeceklerden aldığımız olurdu. Meselâ onlar bir tavuğu kesmeden bir hafta, on gün evvel dışarıdan alırlar. “Pis bir şey yemesin, içi iyice temizlensin” diye bir yere kapatıp sadece mısır ve buğday ile beslerler. Bir gün misafirim gelecekti. Âcil tavuk ihtiyacı oldu. Bir yahudiden alacağım sırada, o bana:

“-Bu helâl, bu helâl!.. Rahatlıkla yiyebilirsiniz.” demişti.

Bir gün kızımın canı çok pasta istedi. Elimizde yeterli malzememiz yok! Lüks markalar domuz yağı kullanmaz; domuz yağını sadece halk kullanır. Bu yüzden rahatlıkla gittik, ama yine de soralım dedik. Tezgâhtar kıza bu pastalarda hangi yağ kullanıyorsunuz dedik. O da:

“-Tereyağı kullanılıyor. Ama ben yahudiyim, hiç yemiyorum. Ne de olsa şüpheli olabilir!..” deyince bir Müslüman olarak çok utandım, onlar kadar hassas olmadığım için...

Tabiî pasta almadan çıktık oradan... Sonra kızım Mehlika, dayısına mektup yazıp yemek ve pasta kitapları istedi. Âbim çok güzel kitaplar gönderdi. Kızım bir güzel aşçı oldu ki, anlatamam. Pasta-börek, Ramazan pidesine kadar her şeyi çok güzel yapıyordu. Vejeteryan ürünler bulana kadar, ben de ekmeğimi hep kendim yaptım.

İngilizler, ekmeklerine mutlaka domuz yağı koyarlar. Yumuşak olsun diye… Geçen yıllarda gittiğimde gördüm ki, eski zorluklar kalmamış. Her yerde Türkler var. Fırınlar, lokantalar, marketler açmışlar. Biz İngiltere’deyken hiçbiri yoktu. Yalnız eti, Türklerden de almazdım. Çok araştırıp alacak hassasiyeti onlarda görmedim. Eti hep Pakistanlı müslüman kasaplardan alırdım. Onlar et hususunda gerçekten çok hassas ve dikkatli idiler.

Oradaki en büyük hasretliğimiz, memleket hasreti idi. Memleketimizden haber alacak gazetemiz bile bir gün sonra gelirdi. Kadir Bey, bana iyi bir radyo aldı. Türk kanalı buldum, şarkı-türkü her şey çıkıyordu, ama haberlere sıra gelince hemen bağlantı kesilirdi, parazit yapardı. Şimdi internet var; herkes her şeyden her an haber alabiliyor, elhamdülillah!

Biz Türkiye’den ayrıldığımızda önce Almanya’ya gitmiştik. Orada Türk düşmanlığı vardı. Benim isteğimle Londra’ya taşındık, orada Müslümanlar çok rahattı. Bir yıl elimizdeki para ile idare ettik. Tabiî, hazıra dağ dayanmaz. Bizim de elimizdeki avucumuzdaki bitti. Kadir Bey, Almanya’ya iş için sürekli gidiyordu ve yol parası çok pahalıydı. Ben iki çocukla yalnız başıma Londra’da kalıyordum. Gerçekten Kadir Bey’in dediği gibi, “Gurbet İçinde Gurbet”i yaşadık. Tabiî, dostlarımız vardı, ama yine de çok zor oldu. Parasız kaldığımız çok zamanlar oldu. Kadir Bey’in Almanya’dan gönderdiği, gönderemediği zamanlar oldu. Alacakları oluyordu, alamıyordu. Bir keresinde Kadir Bey hacca gitmişti. Üç yerden alacağı vardı. Giderken o alacaklıların parayı eve bırakacaklarını söylemişti. Ama sözleşmiş gibi hiçbiri borcunu ödemedi. Kadir Bey’in hacca giderken bıraktığı az miktardaki para da bitti. Evde erzak kalmadı. Hacca gitmeden evvel bir çuval patates almış, ben de söylenmiştim; “Ne yapacağım bu kadar patatesi!..” diye… Kadir Bey de:

“-Patates satan Pakistanlının hâline acıdım, aldım işte… İstersen kullan, istersen at. Ben bir Müslüman’ın sıkıntısını gidermek için aldım.” dedi.

Meğer o bir çuval patatesi, Cenâb-ı Allah bizim erzaksız kalacağımız bu günler için göndermiş... Evde yiyecek hiçbir şey kalmayınca, biz o patatesi haşlayıp yedik. Sabah, öğle, akşam; sürekli patates yedik!.. Gün geldi, patates de bitti. Küçük oğlanı, açlığını hissetmesin diye sürekli uyutuyordum. Bu arada Kadir Bey, hacdan telefon açtı. Şimdiki gibi değil, kesik kesik ses geliyor.

“-Nasılsınız, iyi misiniz?” dedi.

“-İyiyiz, elhamdülillah!” dedim.

“-Borçlular parayı getirdi mi?” diye sordu.

“-Hayır, hiçbiri getirmedi!..” dedim.

“-Ne!! Siz ne yiyip ne içiyorsunuz? Hemen telefonu kapatın!” dedi.

Londra’da tanıdığı lokantacı bir arkadaşı varmış, onları aramış. Durumu anlatmış. Sağ olsun, onlar da iki saat sonra hanımıyla geldiler. Bize bir miktar para bıraktılar, hemen markete gittik. Şaşkınım, ne alacağımı bilemiyorum. Ev o kadar boş ki, hangisini alacağımı bilemedim. En sonunda her şeye ihtiyacımız olduğu için her şeyden az az aldık. Sevinçle evimize geldik, hemen yemek pişirip sofra kurduk. Zavallı yavrum Selman, uyanıp sofrayı görünce:

“-Sofra mı kurdunuz? Yemek mi yiyeceğiz? Ekmek de var, yemek de var.” diye sevinçten ne yapacağını bilemedi, canım benim... Ben o küçük açlığını hissetmesin diye uyutuyordum ve evde hiç gürültü yapmıyorduk ki, uyanıp da “Açım!” demesin diye… Çocuk olduğu için, hep öyle aç kalacağız zannetmiş demek ki…

Gerçekten borcu ödemek hususunda çok hassas olmak lâzım… Uzaktan size alacaklı, bir eli yağda, bir eli balda gibi gözükebilir; ama bazen öyle olmuyor işte!.. Bir keresinde kızımla bir yere gitmek gerekti, buradan (Çengelköy’den) Üsküdar kadar mesafe… Paramız bitmesin diye yürüdük. Yollarda arada bir durur, elimizi belimize koyup öyle dinlenirdik. Sonra:

“-Yâ Allah, bismillah!..” deyip yürümeye devam ediyorduk.

Öyle ki, birkaç peniye hasret kaldık. Tabiî bu durumlar, hep böyle devam etmedi. Sonra Kadir Bey geldi, elhamdülillah her şey düzeldi. Ben bunları, Rabbime şikâyet olsun diye anlatmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Siz gençlere örnek olsun diye… Sorduğunuz için, örnek vermek için anlatıyorum. İnsanların hayatında böyle inişler çıkışlar olur; her zaman bir elin yağda, bir elin balda olmaz. Bazen çok bulursun, bazen az bulursun; bazen hiç bulamazsın. Her dâim Rabbimiz’e hamdolsun!..

Elhamdülillah, gurbette iyi günlerimiz de oldu. Güzel arkadaşlar, dostlar edindik. Her çeşit müslüman ile tanışıp görüşme imkânımız oldu. Orada Ramazanlar, Cuma günleri çok güzel geçiyordu. Hanımlar da Cuma namazlarına gidiyordu. Bütün Müslümanlar neşe içinde toplanır, ama her milletten, çeşit çeşit, renk renk insanlar…

“-Selâmun Aleyküm, Cuma mübârek!” dediğin zaman herkes ile konuşmuş oluyorsun.

 Bir Cuma günü, Kanadalı Müslümanlarla tanışmıştık ve ben Kanada’da o zaman Müslüman olduğuna çok şaşırmıştım.

“-Aaa… Kanada’da Müslüman var mı?” deyince, onlar:

“-Tabiî canım, olmaz mı?! Câmimiz, her şeyimiz var.” dediler ve gülerek:

“-Biz de Eskimo Müslümanlar ile tanışınca çok şaşırmıştık.” dediler.

Ben daha da şaşırarak:

“-Eskimo Müslümanlar da mı var?” dedim. Onlar da:

“-İşte bu gerçek son din olduğu için her yere ulaşmıştır ve her kavimde Müslüman olanlar vardır.” dediler.

 Benim aklıma hiç böyle bir ihtimal gelmezdi; en kuzeydeki Eskimoların bile hidâyete geleceği… Hayal gibi bir şey!.. Ama Cenâb-ı Hak, hidâyet nûrunu her yerde parıldatıyor işte…

Bir Ramazan ayında çok ünlü bir firmada en üst düzeyde çalışan bir hanım Müslüman oldu. Hemen de tesettüre girdi.

“-Ben çok ünlü bir firmada, üst düzey yöneticiyim. İşimden olurum, sonra nasıl giderim?!” demedi.

Kendinden emin bir şekilde gidince hiç kimse bir şey diyememiş tabiî… Müslüman olduktan yirmi gün sonra Ramazan geldi. Şimdi onun hidâyetine vesîle olan arkadaşlar, oruç tutması gerektiğini nasıl söyleyeceklerini bilememişler. En sonunda çekine çekine söyleyince:

“-Dînim emrediyorsa tabiî tutarım!” deyip hemen oruca başlamış.

“-Oruç tutunca yemek, içmek… vs yok!” demişler.

Tabiî sigaranın orucu bozduğunu söylememişler. “Smoking” duman demek… Bir gün sigara içerken “Sigara orucu bozar!” dediklerinde, korkuyla hemen söndürmüş.

“-Ben nerden bileyim, bu yemek değil, duman!..” demiş.

Müslüman hanımlar aramızda anlaştık; yeni müslüman olanları sırayla iftara alalım. Ne de olsa akşama kadar çalışıyorlar; Ramazan’da onlara bir kolaylık olsun, dedik. Her akşam birimizin evinde toplanıp başta yeni Müslümanlar olmak üzere iftar yapıyoruz. Yeni Müslüman olan bir hanım:

“-Ben ne kadar isabetli bir karar vermişim. Bu ne güzel bir din!..” dedi.

O kadar kalabalık oluyoruz ki, yere sofra seriyoruz; herkes sadece bir dizine yer bulup oturuyor. Yeni Müslüman olanlar da dizini kırıp huzurla oturuyorlardı. Ardından hep beraber teravih namazını kılıyorduk. Tam otuz günümüz böyle geçti, çok feyizli bir Ramazan olmuştu.

 

Böyle yapmanız gerçekten çok isabetli olmuş. Saatlerce Ramazan’ı, Teravih’i, İslâm kardeşliğini anlatsaydınız onlar üzerinde bu kadar tesirli olmazdı!

Mutlaka öyle… Birçok yeni Müslüman, o feyizli atmosfer içinde İslâm’ın yüceliğini anladı. Bir Hacer’imiz vardı. İngiltere’nin kıyı kesiminde oturuyordu. Ben Ramazan’da oğlumu terâvih namazı kılsın diye câmiye götürüyordum. Yakında bir câmi olmadığı için de uzak mesafedeki bir câmiye gittik. O câmi de sadece erkeklere yetiyordu.

Bir gün terâvihten sonra oğlumu câmiden almak için arabada beklerken oğlum geldi ve:

“-Anne, Yahya’yı da evine bırakalım mı?” diye sordu.

“-Tabiî, olur.” dedim.

Bir baktım ki, Yahya, on altı yaşlarında bir İngiliz çocuğu… Neyse bindi arabaya, bana evini tarif ediyor. Dayanamayıp sordum:

“-Oğlum, bu yaşta sen nasıl Müslüman oldun?” Yahya da:

“-Benim annem Müslüman oldu. Onun için biz de Müslüman olduk.” dedi. Ben:

“-Annen nasıl Müslüman oldu?” diye sordum.

“-Kitaplardan okuyarak müslüman oldu. Müslümanlığı pek bilmiyor, yarın annem size gelsin mi?” dedi. Ben de:

“-Tabiî yavrum, gelsin. Çok sevinirim.” dedim.

Telefon numaramı, evimizin adresini verdik. Ertesi gün geldi. Hıristiyanlık onu tatmin etmemiş, kitaplardan araştırıp Müslüman olmuş. Daha önce Konfüçyüs’ün öğretilerine ve Budizm’e bakmış; Tevrat’ı, İncil’i okuyup incelemiş. Sıra İslâmiyet’e gelip okumaya başlayınca:

“-İşte aradığım bu!..” demiş.

Fakat etrafında hiç müslüman yok! Gördüğü, tanıdığı ilk müslüman ben olmuşum. Tesettürü de kitaplardan gördüğü için, üst üste dört tane başörtüyü takmış zavallım. Ona bir tanesinin yeterli olacağını söyledim. Sonra namaz vakti geldi. Namaz kılacağım sırada:

“-Siz öne geçer misiniz, ben size bakarak kılayım.” dedi.

Böylece onunla arkadaş olduk. Kendisi Hacer ismini almış. Kızını müslüman yapmış, ona da Sâre ismini vermiş. Çok okuyan, kültürlü bir hanımdı. Daha sonra onlar Londra’ya taşındı. Onu Londra Câmii’ne yönlendirdim. Oradaki müslüman arkadaşların numaralarını verdim

“-Onlar seni hemen bağırlarına basarlar.” dedim.

Hattâ fazla bağırlarına basmalarından da korktum açıkçası… Bir Hollandalı hanım vardı. Müslümanlığı araştırmak için gelmiş. Bizim Müslümanlar, “hemen kelime-i şehâdet getir!” diye zorluyorlar.

“-Durun!.. Bir araştırsın, gönlü mutmain olsun! Şehâdet getirince sorumlulukları başlayacak… İyice tatmin olmadan, dîni nasıl yaşayacak?! Zorlamayın.” deyince bana hak verdiler.

 

Belki buradan gitmenizin asıl sebebi, bu Müslümanlar’ın sizin gibi insanlara ihtiyacı olması idi. Burada İslâm dâvâsı için çırpınıyordunuz, ama ne zaman, ne de mekân buna imkân tanımıyordu. Rabbimiz de sizin emeklerinizi zâyî etmemek için o an en muhtaç insanlara yönlendirmiş diye düşünüyorum.

Bilemiyorum tabiî, Rabbim ne murâd etti? Ama bizim onlara, onların da bize ihtiyacı olduğu kesin… İngiltere’de devlet kademesinde pek çok müslüman olan vardı. Bizzat onlarla tanıştık. Yusuf İslâm çok çalışıyor. Herkes o zaman çok çalışıyordu İslâm için...

 

Gelelim günümüze… Gençlerin, özellikle genç hanımların İslâm dâvâsı için gayretleri nasıl olmalıdır?

Biz o zamanlar bir avuç insandık. Arkadaşlarım çok gayret ettiler ve hâlâ yetmiş yaşını aşkın oldukları hâlde çalışmaya devam ediyorlar. Fevziye Nuroğlu, Gülsen Ataseven, Meliha Yalçıntaş başta olmak üzere, niceleri şahsen bu hizmetlerin içine girdiler ve güçlerinin yettiği kadarıyla çalıştılar, çalışıyorlar. Ben arkadaşlarım kadar bir şey yapamadım. Yapabildiklerime Cenâb-ı Hak çok bereket ihsân etti, elhamdülillah! Demek ki, daha çok çalışılırsa, Allâh’ın dîni için gayret edilirse, Allah mutlaka kapıları açacaktır. Yeter ki biz, kul olarak, bir müslüman olarak ihlâsla gayret gösterelim.

Elhamdülillah, Türkiye olarak çok güzel yerlere geldik, ama bu kâfi değil! Nimet arttıkça, gayreti de, kulluğu da artırmak gerekiyor. Yani içimizde-dışımızda dînimizin hem zâhirî, hem bâtınî emirlerini önce kendimiz yaşamamız, sonra da etrafımızdakilere yaymamız gerekir. Tabiî, bu kolay bir iş değil!.. Zor, fakat imkânsız da değil! Bunun için İslâm’ın şeriat (İslâm hukuku) kısmına çok ehemmiyet verip fiilen de onun ahkâmına göre yaşamak gerekiyor. Şerîat olmadan tarîkat tek başına olmaz! Şerîata, yani Kitap ve Sünnet’in emirlerine uyulmadan din yaşanmış olmaz. Önce sağlam bir akaid, yani inanç yerleşecek… Ardından ibadet hayatımız, Rabbimiz’in istediği gibi olacak… Ondan sonra istikamet üzere yola çıkılıp hizmetle meşgul olunacak…

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu yüzden:

“-Namaz kılmayanın İslâmiyet’ten hakkı yoktur.” buyuruyor.

Bu sözünü, vefâtına yakın yaralanmış, baygın şekilde yatarken ezân sesi ile kendine geldiği zaman söylüyor. Benim de bazen şiddetli baş ağrılarım oluyor. O zaman bu söz aklıma geliyor, hemen kalkıp namazımı edâ ediyorum. Hepimizin îmânı bir değil, ama bizim de o güzîde ashâbı örnek alıp onlara benzeme gayreti içinde olmamız gerekir. Bugün şerîatı yaşamayıp “Ben tarîkat ehliyim!” diyen nice insan, aslında İslâm’a darbe vuruyor. Bunlara dikkat etmek lâzım.

Çok zor günler geçirdik. Elhamdülillah, güzel günler de geliyor. Cenâb-ı Hak, bize Tayyib (Erdoğan) Bey gibi bir başbakan nasip etti ise, bizden bir uyanış, bir diriliş bekliyor diye düşünüyorum. “Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın indinde, biz hâlâ bir şeyler yapabilecek bir ümmetiz!” diye düşünüyorum ve seviniyorum.

Fakat İslâm câmiâsı olarak hâlimize baktığımızda, bir bakıma da acınacak durumdayız. Sûriye, Filistin, Mısır, Myanmar vs. her yer kan ağlıyor. Onların, hepimiz üzerinde hakkı var. O yüzden çok gayret etmemiz gerekiyor. Deniliyor ya:

“-Âlimin hakkı kendisine hürmet edilmek, gâfilin hakkı uyandırılmak, câhilin hakkı da nasihat olunmak!”

Yarın kıyâmette câhil:

“-Beni niye ikaz etmedin, uyandırmadın!..” diyecek... Din hakkında bir şey öğrenmemiş kimseler, yakamızı tutup:

“-Neredeydin? Niye bana ulaşmadın?!” dese, ne diyeceğiz. Böyle bir vak’a, Kadir Bey’in başından geçmiş. Kadir Bey, Almanya’ya gittiği sırada bir Alman’ın Müslüman olma törenine katılmış. Töreni yapılacak yeni Müslüman, tören başlamadan evvel bir konuşma yapmış:

“-Buradan bütün müslümanlara sesleniyorum. Benim buradan iki adım ötede oturan annem ve babam vardı. Benden daha iyi insanlardı, ama İslâmiyet’i hiç duymadan öldüler. Şimdiye kadar nerdeydiniz? Onlar ölmeden neden yetişip onlara İslâm’ı anlatmadınız. Onların kâfir olarak ölmelerinden sorumlu oldunuz!..” demiş.

Âlimin, câhilin hakkı böyle… Çocukların hakkı da şefkat ve merhamet görmekmiş. Müslümanlar olarak bu konularda da ihmallerimiz var.

 

Son olarak Şebnem Dergisi okuyucularına özel tavsiyeleriniz de var mı?

Şebnem Dergisi, çok güzel ve faydalı bir dergi. Çok uzun ömürlü olmasını temennî ederim. Hepimizin mâlumu bir söz vardır:

“Bilgi edinmeden fikir edinmeyin!” diye…

Âcizâne, çok okuyup hakikî bilgiye ulaşmalarını tavsiye ederim. Bir Müslüman olarak ne iş yapıyorsanız, alanınızda ihtisaslaşın ve en iyisi olun. Bulunduğunuz yerde âmir olmaya çalışın! Yani müttakîlere imam/önder olma gayreti içinde olalım. Müslümana tembellik yakışmıyor, çalışkan olmamız gerekiyor. “Çalışana mükâfâtını veririm!” buyuruyor Cenâb-ı Allah… Îmanlı-îmansız ayırmıyor. Nitekim yaşadığımız dünyada kâfirler çalışıp müslümanları geçiyor. Mâlâyânî ile geçirecek vaktimiz yok!.. Ölüm yaklaşıyor.

Bundan da “Müslümanlar, hiç eğlenmesin!” gibi bir sonuç çıkmasın. Bakınız Rasûlullâh’ın şakalarında bile bir hakîkat vardır. Ve hepsi nasihat verir.

Bir de Ehl-i Sünnet hakîkati üzerinden ayrılmamayı tavsiye ediyorum. Maalesef bu günlerde Ehl-i Sünnet’ten ayrılıp kayan çok kimseye şahit oluyoruz. Âile hayatlarının üzerlerine titresinler, çocuklarına vakit ayırsınlar. Sonra kaybedilen şeyler maâlesef geri gelmiyor.

 

Bize kıymetli vaktinizi ayırıp sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim, umarım faydalı olmuşumdur.

EVLİLİKTEKİ EN BÜYÜK SİGORTA DİNDARLIKTIR

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle