Peygamber r Efendimiz, hicretin sekizinci yılında bazı kabîlelerin[1] Medîne’yi kuşatmak maksadıyla toplandıklarını haber almıştı. Bunun üzerine, içlerinde Muhâcir ve Ensâr’ın ileri gelenlerinin de bulunduğu 300 kişilik ordunun başına Amr bin Âs’ı komutan tayin ederek onların üzerine sefere yolladı.
Amr t’ın kumandası altında yola çıkan mücâhidler, gündüzleri gizlenip geceleri yürüyerek, Medîne’ye deve yürüyüşü ile on günlük mesâfede bulunan Zâtü’s-Selâsil’e vardılar. Lâkin aradıkları kavme yaklaştıklarında Amr bin Âs, onların kendilerinden sayıca daha fazla olduğunu ve Müslümanlar için büyük bir yığınak hazırlamış olduklarını gördü. Bunun üzerine mü’minlerin hayatlarını tehlikeye atmamak için, hemen Peygamber Efendimiz’e bir elçi yollayarak yardımcı bir birlik talebinde bulundu.
Efendimiz de derhal Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer v’nın da aralarında bulunduğu 200 kişilik yardımcı birliği Ebû Ubeyde bin Cerrâh komutanlığında gönderdi. Ubeyde bin Cerrâh’a da Amr bin Âs’la görüştüklerinde hep birlikte hareket etmelerini ve aralarında aslâ anlaşmazlığa düşmemelerini emir buyurdu. (Vâkıdî, II, 770; İbn Saʻd, II, 131)
Lâkin iki birlik buluştuğunda, aralarında komutanın kim olacağı hususunda bir müddet anlaşmazlık yaşandı. Zira Amr bin Âs, Ebû Ubeyde’ye hitaben:
“‒Sizin de kumandanınız benim! Çünkü Rasûlullah r’e haber göndererek bana yardım etmenizi, kendisinden ben istedim. Sen, ancak bana yardımcı olmak üzere geldin!” dedi. Ebû Ubeyde t ise onun bu sözlerine:
“‒Hayır! İş öyle değildir. Ben, kumandanı bulunduğum birliğin kumandanıyım, sen de kumandanı bulunduğun birliğin kumandanısın!” mukâbelesinde bulundu. Bu tartışma, Ebû Ubeyde t’ın imam olup halka namaz kıldırmak istediği zaman yeniden tekrarlandı.
Bu hâdiseler üzerine Ebû Ubeyde, Amr bin Âs t’ın “Sen ancak benim yardımcımsın!” diyerek direndiğini görünce, emri altındaki bazı sahâbîlerin bu hususta kendisine çıkışmalarına da aldırmayarak ona hitaben:
“‒Ey Amr! Bilesin ki, Rasûlullah r’ın bana en son sözü:
«‒Arkadaşının yanına varınca, birbirinize karşı itaatli olunuz! Aranızda anlaşmazlığa düşmeyiniz!» emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat eder, boyun eğerim!” dedi ve ona tâbî oldu. Böylece din kardeşi ile geçimli olmak ve İslâm kardeşliğinin herhangi bir zarara uğramaması için kendi hakkından ferâgatta bulundu.
Bu fedakârlığı öğrenen Efendimiz ise:
“Allah, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı rahmetiyle esirgesin!” diyerek ona duâ da bulundular. (Vâkıdî, II, 773)
İslâm kardeşliği; bütün mü’minleri gönlün muhabbet iklîmine alabilmek, kardeşinin sevinciyle sevinip derdiyle dertlenmek, zor zamanında tesellî kaynağı olup gerektiğinde nefsinden fedâkârlıkta bulunabilmekle gerçekleşir. Zira âyet-i kerîmelerde, bu husustaki emirler çok açıktır:
“…O hâlde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, (mü’min kardeşleriniz ile) aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.” (el-Enfâl, 1)
“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın...” (Âl-i İmrân, 103)
Bu sâyededir ki mü’minler; asırlarca ırk, kavmiyet ve mezhep gibi farklılıklarına rağmen daima birlik ve berâberlik içinde yaşamışlardır. Bu kardeşlik, fertlerin ve toplumların en büyük huzur, sürûr ve saâdet kaynağı olmuştur. Bu huzuru kaybetmek ise, ferdî ve ictimâî kayıpların en hazinidir.
Lâkin zamanımızda maalesef menfî neşriyat, müstehcenlik ve aşırı tüketimi kamçılayan reklamlar ve onlarla yan yana yürüyen kontrolsüz basın, genç dimağları şaşırtmakta, yormakta ve âdeta narkoze ederek kendi kalıbına sokmaktadır. Diğer taraftan televizyon, internet ve modanın menfî ve yıkıcı tesirleri karşısında İslâm kardeşliği ve toplum huzuru büyük yaralar almakta ve îman bağı sanki bir hazâna yakalanmaktadır. Zira daha evvel, düşenin düştüğü yerde kalmasına göz yumulmaz, düşen elbirliği ile kaldırılır, sıkıntısı giderilerek insanlık haysiyeti içerisinde yaşaması temin edilirdi. Fakat günümüzde nefsânî hesaplar ve dünyevî menfaatler uğruna nice gönüller arasına dargınlık, kırgınlık ve soğukluk girmekte; böylece cehâlet, bencillik ve duygusuzluk neticesinde İslâm kardeşliği gitgide zayıflamakta, maddeye esir olmak sefâleti, gönüllerde İslâm’ın feyz ve rûhâniyetini âdeta eritip yok etmektedir.
Mâlum olduğu üzere, Cenâb-ı Hak, her insanın gönül dünyasını bir yaratmamıştır. Bu sebeple topluluğun bulunduğu yerde görüş ayrılıklarının vukû bulması kaçınılmazdır. Mühim olan, her ayrılığı İslâm’ın telkîn ettiği kardeşlik rûhu etrâfında bertaraf ederek ve gönüllerde kin ve hasedin oluşmasına mahal vermemektir.
Bu cümleden olarak mü’minler, din kardeşlerinde görmüş oldukları bir hata sebebiyle, öncelikle kendi nefislerini sorgulamalıdırlar. Nitekim Abdullah bin Mübârek Hazretleri, kötü huylu biriyle yapmış olduğu yolculuk sonrasında, onun kötü huylarını niçin düzeltemediğinin muhâsebesiyle içli içli ağlamıştır.
Mü’minlerin din kardeşlerinde gördükleri hataları düzeltmeye çalışırken kullanmaları gereken üslûp da çok mühimdir. Zira kullanılan kaba ve yanlış bir üslûp, kaş yapayım derken göz çıkarmakla neticelenebilir. Bu sebeple hatalı insanların benliğini tahrik ederek, yanlışlarını kabul etmemelerine sebep olabilecek sert ve haşin bir hitap tarzından uzak durmak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz r muhâtaplarında gördüğü bir hatayı onlara yakıştıramadığını hissettirecek şekilde son derece nâzik ve hassas bir üslûp kullanır:
“–Bana ne oluyor ki, sizleri böyle görüyorum!”[2] buyurarak kendilerine galat-ı ru’yet (yanlış görme) izâfe ederlerdi.
Bilhassa insanlığa örnek olacak nesillerin yetiştirildiği okullar ve Kur’ân Kursları, kardeşliği zedeleyecek davranışlara karşı daha hassas olunması îcab eden yerlerdendir. Zira eğitim müesseseleri, İslâm kardeşliğinin en güzel ve zirve seviyede yaşandığı yerler olmalıdır. Nitekim insanlığa hakkı, hayrı ve güzel ahlâkı tavsiye edecek insanların, bizzat kendi yaşayışları ile bu kardeşliği sergilemeleri elzemdir.
Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurmuştur:
“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.”
Öte yandan günümüzde toplumun temelini teşkil eden âile yapısındaki ahlâkî tahribat ise çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Nitekim mânevî terbiye eksikliği ve medyanın menfî telkinleri neticesinde âile fertleri arasındaki gönül bağları gitgide zayıflamaktadır. Öyle ki gençler, ilâhî emir gereği kendilerine “öf” bile demenin yasaklandığı anne-baba için hizmet etmeyi bir nîmet değil de külfet olarak görmekte, âile fertlerinin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazîlet cevheri olması gereken annelerin gönülleri, bu olgunluğu sergileyememektedir.
Yine mânevî olgunluktan mahrum nice anneler, gelinlik kızlarını uğurlarken:
“Aman kızım! Göreyim seni, sakın kendini ezdirme! Kocanı avucunun içine al! Hayatın keyfini çıkar! Bu dünyaya bir daha mı geleceksin!” tarzında hodgâmlık ve bencilliği palazlandıran nâhoş cümlelerle gûyâ nasihat etmektedir. Böylece, eşlerin birbirlerini anlayışla karşılayıp hoş geçinmelerine bağlı olan âile saâdetinin temelleri, ilk günden zedelenmektedir. Neticede sağlıklı toplumların çekirdeği olan âile yuvaları dağılmakta, düzgün bir âile terbiyesinden mahrum kalan çocuklar da sokakların insâfına terk edilmektedir. Böylece toplum, sanki bir sahrâ hastanesine dönüşmektedir.
Hâlbuki daha evvelki nesillerde gençler, İslâmî bir edep ve terbiye ile yetiştirildiğinden; ince, zarif, nâzik, hassas, affedici ve güler yüzlü olmak onların bir tabiat-ı asliyesi hâlinde idi. Bu özellikleriyle anne ve evlatlar, âyet-i kerîmede ifâde edildiği üzere “göz nûru” olacak vasıflarla müzeyyendi. (el-Furkân, 74) Böylece takvâda, Allâh’a yakınlıkta ve İslâm şahsiyetini temsilde güzel bir misâl olarak, toplumun huzur kaynağını teşkil ediyorlardı.
Yeni bir yuva kurmak için evden ayrılan genç kızların, büyüklerinden aldıkları nasihatler:
“Güzel evlâdım! Gelinlikle gireceğin yuvayı saâdetle doldurmalısın. Girdiğin bu kapıdan, ak ve lekesiz bir kefenle ebedî yolculuğuna çıkmalısın!”
“Büyüklere saygı göster, hürmette kusûr etme; böylece sen de yükselirsin, onların saâdeti sana da ulaşır.”
“Halı ol, üzerinde kırk tane ayak dolaşsın ki, baş tâcı olasın!”
“«Ağzından kan damlasa, kızılcık şurubu içtim» diyerek âile içi hâdiseleri kimseyle paylaşmayasın!” cümleleriyle özetlenebilecek bir muhtevâda idi.
Eşler, kayınpeder ve kayınvâlidelerini anne-babaları olarak telâkkî eder, gelinler görümcelerini ve damatlar da kayınbirâderlerini âdeta kardeş olarak bilirlerdi. Bu fânî cihanda kurdukları âile yuvaları da, yaşadıkları takva hayatıyla cennet hazırlığı hâlinde olurdu. Zira onların yegâne örneği, dünyadaki en mesut hâne olan, Peygamber Efendimiz’in yuvası idi.
O yuva, dünyanın öyle huzur ve güzellik dolu yuvasıydı ki, günlerce sıcak bir yemek pişmediği hâlde, burcu burcu saâdet kokardı. Üstelik o mukaddes yuvada hanımların odası, ancak başlarını sokacak bir mekândan ibâretti. Ancak o yuvanın en lezzetli rızkı; rızâ, sabır ve teslîmiyetti. Allah Rasûlü r’in âile hayatında uyguladığı terbiye usûlü, onların kalplerini sonsuz bir bağlılık, hürmet ve muhabbetle doldurmuştu.
Şu bir hakikattir ki, hiçbir kadın, efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü r’e olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir koca da, hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti seviyesinde sevemez. Hiçbir evlât, Hazret-i Fâtıma’nın babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasulü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.
Hâsılı bir yuvayı huzur ve saâdet içinde devam ettiren yegâne hususiyet, karşılıklı sevgi, saygı ve mesûliyet duygusudur. Ama unutmamalıdır ki, ecdâdımız: “Yuvayı dişi kuş yapar” buyurmuşlardır. Bu bakımdan yuvaya sahip çıkmak hususunda kadın, daha tesirli bir rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada göstereceği firâset (seziş ve kavrayış), gayret ve fedâkârlık, erkeğinkinden daha fazla bir ehemmiyet arz eder.
Bu hususta günümüz annelerine düşen vazife de, evlatlarını şu hadîs-i şerîfin muhtevâsına girecek şekilde yetiştirmeye gayret etmektir:
“Mü’min, başkalarıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400, V, 335)
Zira Rabbimiz; mü’minlerin, birbirini yıkayan iki el gibi olmalarını arzu buyurmaktadır.[3] Birbirini yıkayan iki elden maksat ise, birbirinin maddî-mânevî noksanını telâfî etmek, sevinç veya hüznünü paylaşmak, aşırı istekten sakınmak, derdine ortak olmak, birbirine öğütte bulunmak, kusurlarını affetmek ve husûmeti bertaraf edebilmek için “ben haklıydım, sen haksızdın!” gibi sözlerin üzerine bir şal atarak kardeşliği her hâlükârda yaşatabilmektir.
İşte İslâm’ın bize telkin ettiği ve bizden istediği yüksek ahlâk, bu hâle sahip olabilmektir.
Bir şair, gönlün fazîlet bahçesi hâline gelebilmesi için insana şöyle nasihat etmektedir:
Gökten cevherler yağsa taş yine vermez çiçek
Toprak ol ki toprakta nice güller bitecek
Ne mutlu, din kardeşliğini her hâlükârda muhafaza edip yaşatabilen mü’minlere!..
Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi İslâm kardeşliğinin feyz ve rûhâniyeti ile ziynetlendirsin. Cümlemizi, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet günü Arş-ı Âlâ’nın altında gölgelendirilecek olan din kardeşleri zümresine ilhâk eylesin.
Âmîn…
Spotlar:
“Mü’min, başkalarıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.” (Ahmed, II, 400, V, 335)
[1] Kudâa, Beliyy, Cüzam, Benî Uzre ve Yemen kabîleleri.
[2] Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3; Müslim, Salât, 119; İbn-i Hibbân, IV, 534.
[3] Bkz. Süyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, no: 21028.
YORUMLAR