Ayşe Tuğçe Hanım, az önce; “Ben podyumlarda ömrümü ziyan ederken bir müslüman kardeşim gelip bana niye İslâm’ı tebliğ etmedi, neden «Kardeşim, bu yol yanlış yol, oradan kurtul!» demedi diye kendime sık sık soruyorum.” dediniz. Bizler hep dindar çevrede olduğumuz için en uç noktalarda hayatlar yaşayan, İslâm’dan uzak insanlara dînimizi anlatmaktan çekiniyoruz. Siz o cenahtan gelmiş ve bu eksikliği hissetmiş birisi olarak oradaki arkadaşlarınıza tebliğ ediyor musunuz? Veya “Oralarda zâyî olan kardeşlerimize tebliğ nasıl olmalı?” diye sorsak..
Tabi, elimden geldiği kadar yapmaya gayret ediyorum. En azından kulaklarına su kaçırmaya çalışıyorum. Çünkü hepimiz bu insanlardan mes’ûlüz…
Tesettüre girdikten sonra çok yakın bir arkadaşımı ziyaret için Hollanda’ya gitmiştik. Tabi, benim hidâyetimden haberi yoktu. Arkadaşım beni tesettürlü görünce nevri döndü.
“-Yarasa gibi olmuşsun! Amsterdam’da bu kıyafetle ne işin var?!” dedi.
Beraber trene bindik, yan yana görünmemek için benden uzak durdu. Başka Hollandalı bir kadın da:
“-Başörtünüzü çok beğendim, size de çok yakışmış!” dedi.
Aslen müslüman olan örtümden utanıyor, uzaklaşıyor; elin gavuru ise benim başörtümü takdir ediyor. Bu arkadaşım, benimle bütün ilişkilerini kopardı. Hâlbuki biz çok eski bir arkadaştık. Ben ona da tesettürü anlatmaya gayret ettim, ama dinlemedi bile... Yani her türlü tepkiye mâruz kalabilirsiniz. Umduklarınız ters davranır, ummadıklarınız da yaklaşır. Ama Rabbimiz bunları yaşayacağımızı bize peygamber hayatlarından örnek vererek anlattı, Kur’ân-ı Kerîm’de... Bu yüzden ben her türlü tepkiyi, olumlu-olumsuz fark etmez, göze alıp tebliğ etmeliyiz diye düşünüyorum. Kendilerini sevdiğim pek çok arkadaşım beni terk etti, ama Rabbim bana birçok sâliha arkadaş lûtfetti.
Meselâ son zamanlarda birçok genç kız başlarını açıyor, yani doğru yolu bırakıp yanlış yolu bile isteye tercih ediyorlar. Birçoklarının annesi benim yanıma kızlarını ikna edeyim diye getiriyor. Onları dinliyorum. Hepsinde şunu gördüm: Youtube’daki fenomenlerden etkilenmişler. Birçoğu dikkat çekmenin popülerliği için açılmış. Zaten örtünürken de şuurlu şekilde örtünmemişler; ya arkadaşları örtündü diye örtünmüşler ya da anne-babası:
“-Eğer örtünürsen sana istediğin cep telefonunu alırım!” vs. demiş. Yani şuurlu örtünüp de şuurlu bir şekilde açılma söz konusu değil. Burada “ilim eksikliğini” görüyoruz.
İslâm’ı gerçekten öğrense ve tesettür âyeti üzerinde tefekkür etse, böyle olmazdı. Evet, örtünmek çok zor, örtülü kalmak da çok bedel istiyor. Ama bu da bizim zamanımızın imtihanı, öyle değil mi? Kimi örtülü hanımlar da sosyal medyadaki bazı kötü örnekler sebebiyle:
“-Ben örtülü model olmak istiyorum!” diyorlar.
“Modelin örtülüsü” olmaz! Model olunca, makyaj yapacaksın, resimlerin boy boy çekilecek, her türlü ortamda sergilenecek! Bunların hiçbirisi İslâm’ın tesettür rûhu ile bağdaşmıyor. O zaman tesettür olmuyor. Biz burada îmanımızın samimiyetinden test ediliyoruz. Benim tam tesettüre girmeye niyet ettiğim zamanlarda, siyahî artist Defne Joy Foster öldü. Onun rol aldığı bütün reklam, dizi vs. projeler bana teklif edildi. Samimiyetim nasıl test ediliyor, bakın! İçimde binbir vesvese, oynadığı dizi, âile dizisi… “Yapsam mı acaba?” diye düşünmeye başladım. O gece rüyamda Defne Joy Foster’ı rüyamda gördüm. Bana dedi ki:
“-Tuğçe, ben Acun’la anlaşma yapmıştım Survivor’a katılmak için… Dominik’e gidecektim. Ama öldüm!”
Ben dehşetle uyandım. Rüyadan çok etkilenmiştim. Çünkü Defne’nin Acun’la böyle bir antlaşma yaptığından haberim yoktu. Hemen menajerini aradım.
“-Defne, Acun’la Dominik için antlaşma yaptı mı?” dedim.
Menajeri çok şaşırdı.
“-Bu antlaşmayı sana kim söyledi? Kimse aralarındaki bu antlaşmayı bilmiyordu. Eğer ölmemiş olsaydı, bugün Survivor’da olacaktı.” dedi. Ben de:
“-Rüyamda gördüm.” dedim. Yani bana, “Ölüm var, seçimlerine dikkat et!” diye uyarı geldi.
Bu hâdiseden bir müddet sonra büyük bir tesettür firması olan “Safa-Merve Moda Tesettür”den reklam yüzleri olmam için teklif geldi. Başka firmalar da:
“-Bizim örtülü modelimiz olur musun?” diye ardı ardına arıyor. Yani şeytan yolumdan çevirmek için her yönden saldırıyordu. Bu tesettür firmalarına:
“-Hayır kabul edemem!” deyince:
“-Niye kabul etmiyorsun ki? Hem örtünden tâvizin olmayacak, hem de işini yapacaksın!” diyorlardı.
Ben bu firmalara da “tesettürlü model olamayacağını”, kadının “yüz ve vücudunu teşhir edemeyeceğini” anlatmaya gayret ettim hep…
Ben bunları söyledikçe:
“-Fiyat az geldiyse sizin istediğiniz fiyatı da verebiliriz!” diye ısrar edenler oluyordu.
Örtünün “moda” veya “tarzının” olmayacağını, Allâh’ın “farz bir emri olduğunu” söylüyordum. Bunlar ciddî derecede insanın sarsıldığı imtihanlar, ama bizim îman imtihanımız da bu asırda buradan gelecek demek ki…
Şu an içinde bulunduğumuz çağ, teşhirin en zirvesinin çağı… Kadınların fıtratında da beğenilmek, güzelliğini göstermek var. Bugün öyle bir rekabet dünyasındayız ki, dindar hanımlar bile bu “teşhir” ve “moda”nın akımlarında debeleniyor. Bu fıtrat ile teşhir etme isteği arasındaki dengeyi genç hanımlar nasıl korumalı?
Bugün moda, sinema ve sosyal paylaşım mecraları tamamen kâfir insanların elinde ve onların istediği gibi devam ediyor. Müslüman ülkelerin gençlerini ifsat edebilecekleri bir mecrâ, bu sektörler… Meselâ Gucci’nin reklâmına bakın; başörtülü, etekli bir erkek model reklam yüzü olmuş. Bizim hanımlarımızın başında da Gucci başörtüler…
Ben İsrâil’e gittiğimde, onların okullarındaki kızları görünce çok şaşırdım. Kızların uzun siyah elbiseleri, başlarında örtüleri, hepsi tek tip giyinmiş kızlar… Erkekler başları kipalı, uzun ceketli… Kız ve erkek okulları tamamen ayrı… Kendi gencini bu şekilde eğitiyor, dînine ve dâvâsına bağlı… Ama müslüman gençliğini de moda, sinema ve sosyal medya ile tamamen kontrol altına alarak İslâm dâvâsı ile buluşmasınlar diye meşgul ediyor.
Gençlere tavsiyem, bizim ölçümüz bu mecrâlar değil! Bizim ölçümüzü, Allah ve Rasûlü belirledi. Bu, “Güzel giyinmeyelim!” demek değil!.. Tabi güzel giyineceksiniz, birbirinize iltifat edeceksiniz. Genç kızların bunu duymaya ihtiyacı var. Ama helâl daire içinde olacak…
Ben geçende bir kursta hâfızlık cemiyetine katıldım. Çok etkilendim. Vaktiyle benim başıma da taç takılmıştı. Ama adı üstünde “Dünya Güzellik Tâcı”… Yani dünyada kalacak… Taç da dünyada kalacak, güzellik de bitecek! Benim âhiretime faydası olan bir taç değildi! Ama hâfızların tâcı öyle mi? Onların başına iki dünyalarını mâmur edecek bir taç takılıyor; hem kendilerine, hem de soylarına faydası olacak! Bundan daha güzel bir taç olabilir mi?
Kardeşlerim, hep beraber Allâh’ın ipine (dînine) sarılalım. Bizi bu ip kurtaracak!
En büyük tuzak, kötü arkadaş çevresi!.. Bugün sosyal medya da bir arkadaş! Sâlih arkadaşlarla birlikte olalım. Meselâ birçok örtülü hanım, sosyal medyada gay olan fenomenleri takip ediyor.
“-Kardeşim, niye takip ediyorsun? Onun prim yapmasına sebep oluyorsun! Ayrıca onu gördükçe Lût Kavmi’nin helâk olduğu bir günah gözünde normalleşiyor!” diyorum.
“-Benim kötü bir niyetim yok!” diyor.
Ne kadar câhilce bir yaklaşım! Sen onu meşrûlaştırıyorsun kalbinde... En büyük tehlike bu! Senin normal gördüğünü, senin neslin yapar. Lütfen kardeşlerim, günahın küçüğünden büyüğünden, azından çoğundan kaçalım! Âhir zamandayız, bizim çok uyanık olmamız lâzım.
Zamanımızda o çirkef hayat, medya tarafından “büyülü bir dünya, ulaşılması nâdir insanlara nasip olan bir zirve” gibi lanse ediliyor. Siz o şöhreti bırakınca oraya bir daha heves etmemeniz için sizin kalbinizi neler besledi?
Benim kalbimi en çok besleyen şey, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve hanımlarının hayatını okumak oldu. Sonra sahâbe hayatları ile Allâh’ın velî kullarının hayatlarını okuyup bu dünya zevklerini nasıl terk ettiklerini gördükçe, o taraftan uzaklaşıyor, İslâm’a daha çok yaklaşıyordum.
Bu yüzden gençlerin boş romanlar ve fantastik kitaplarla vakit kaybetmemelerini, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatına yoğunlaşmalarını tavsiye ederim.
Beni törpüleyen ve etkileyen ikinci faktör de Afrika oldu. Düşünsenize, aynı çağda yaşıyoruz; onlar da Allâh’ın kulları… Ama yaşadıkları şartları görünce:
“-Bizim Allâh’a sunacağımız hiçbir bahanemiz yok!” diyorsunuz. O yüzden mazlum coğrafyaların da bizi iyileştiren, yetiştiren bir yönünün olduğunu düşünüyorum.
Anne ve babanızın hidâyeti nasıl oldu?
Biz annemle umreye gidince, annemin de yavaş yavaş kalbi yumuşamıştı. Ben tesettüre girdiğim zamanlarda da Alzheimer olmuştu artık... Ama babam, eşimin ona İslâm’ı anlatması ile yöneldi. Ömrünün son yıllarında yatalak hasta idi, eşim ona çok hizmet etti. Şahsî ihtiyaçlarını gördü. Sonra yanında tesettürlü durunca ona çok kırılırdı.
“-Ben senin babanım, niye benim yanımda yabancı gibi davranıyorsun?!” derdi. Ben de:
“-Babacığım, Allah böyle emretmiş!” derdim.
Babam, Ramazan-ı Şerîf’te vefat etti. Tabi, akrabalar hep cenazeye geldi. Amcam da astsubay emeklisi, beni tesettürlü görünce bayağı sinirlendi.
“-Senin tesettürlü durmanla mayolu durman arasında hiçbir fark göremiyorum; niye örtünüyorsun ki?” dedi. Kızı da hâkim:
“-Baba, bırak bunları, girmişler bir tarikata; terörist mi ne oldukları belli değil!” dedi. Yani cenaze günü oluyor bunlar; hiç “Acısı var, bunun yeri değil!” diye düşünmüyorlar. Cenazeden sonra akrabalardan hiçbiri beni arayıp sormadı.
Daha sonra da Afrika’daki hizmet maceramız başladı.
Afrika hizmetine hangi vesîle ile başladınız?
Bizim burada Afrika’da büyükelçilik yapmış olan bir komşumuz var. Hanımı bir gün beni ziyarete gelmişti. Ona:
“-Afrika nasıl bir yer, çok merak ediyorum.” dedim. O da:
“-Çok güzel bir yer… Herkesin her alanda hizmet edebileceği bir yer…” dedi.
“-Çok gitmek isterim.” dediğimde:
“-Giderken boş gitmeyin, mutlaka çocukları sevindirecek bir şeyler götürün.” dedi.
Benim içimde bir heyecan başladı. Eşime söyleyince hemen gitmeye karar verdik. Eşim Kenya’ya bir bilet aldı. Arkadaşlarımıza haber verdik. Her yerden çocuklara götüreceğimiz hediyeler geldi. Çikolatalar, kıyafetler, oyuncaklar... Kenya’da ilk durağımız Sultan Hamud isminde bir köydü. Köylüler bize:
“-Nerelisiniz?” diye sordu. Eşim:
“-Biz Türk’üz!” deyince:
“-Siz Sultan Abdülhamid’in torunlarısınız. Bu köyün adı, Sultan Abdülhamid’in adıdır!” dediklerinde çok duygulandık. Köyün isminin hikayesi de şöyleydi:
Sultan 2. Abdülhamid Han zamanında Kenya’dan bir heyet gelmiş:
“-Biz Bir mescid yapmak istiyoruz ama paramız olmadığı için yapamıyoruz, bize yardım edin!” demişler.
Sultan Abdülhamid Han da bir heyet hazırlayıp Kenya’ya göndermiş:
“-Gidip bakın bakalım, orada ne ihtiyaç var? Mescid ihtiyacı varsa, parasını da verin.” demiş. Heyet gelmiş, ihtiyacı görmüş ve orada Abdülhamid Han Hazretleri’nin verdiği para ile bir mescid inşa etmiş.
Hâlâ bu mescid ayakta… İçinde eğitim gören çocuklara ne ikram ettiysek almak için ellerini bile uzatmadılar. Tâ ki mescidin imamı:
“-Alabilirsiniz!” diye izin verene kadar...
(Götürdüğümüz tişörtlerin üzerinde sûret var diye almadılar. İmam:
“-Ben bunları hâfızlarıma giydirirsem, yanlarına melek gelmez! Bu yüzden bunları alamayız.” dedi.
Yine çocuklara aslâ Barbie bebek götürmüyoruz, almıyorlar. Ancak örülmüş başı örtülü bebekleri alıyor çocuklar...)
İmam da bizi önce, “Gerçekten müslüman mıyız yoksa müslüman kılığına girmiş bir misyoner miyiz?” diye testten geçirdi.
Bize ilk olarak:
“-Kelime-i şehâdet getirin!” dediler. Getirdikten sonra “Nâs Sûresi’ni oku!” dediler, okuduk. Onlar sürekli gerek dînî olarak, gerek sağlık açısından çok sömürülmüşler. Bir İngilizin böbreğe mi ihtiyacı var? Hemen Afrika’dan tedârik ediyorlar. Kimse hak talep edemiyor. Hastaneye bir hastalığı için gitmiş, fark edilmeden böbreğini almışlar. Çocukları kaçırılıyor, bulamıyorlar. “Çocuğum nerede?” dese bile arayan, soran yok! Bu yüzden artık gelenlere güvenmiyorlar. Bize de daha yeni güven oluştu. Artık bize:
“-Çocuklarımızı götürün, medreselerde İslâm’ı en güzel şekilde öğrensinler. Yavrularımız İslâm için fedâ olsun!” diyorlar.
Onların tek umudu, Türkiye’de alacakları eğitim... Afrika’nın bazı bölgelerindeki anneler çok firâsetli… Misyonerlere karşı çocuklarını çok güzel yetiştirmişler ve korumaya almışlar. Bizi testten geçiren hoca, tahtanın üzerine Arap harfleri ile “er-Rahman” yazdı, eşime:
“-Oku bakalım!” dedi. Eşim okuyunca:
“-O zaman müslümansan haydi, er-Rahmân Sûresini oku bakalım!” dediler. Eşim Rahman Sûresi’nden bir bölüm okuyunca hepsi sevinçle boynuna sarıldılar. Bize:
“-Kusura bakmayın, biz çok kandırıldık. Bu yüzden bu kadar çok dikkat etmek zorunda kalıyoruz!” dediler. “Çünkü biz mescid-medrese yapan, kelime-i şehâdet getiren, müslüman gibi giyinip konuşan misyonerleri de çok gördük. Çocuklarımızı Kur’ân-Siyer öğreteceğiz diye toplayıp bir müddet sonra hıristiyan müzikleri ve piyesleri ile Hıristiyanlığa çekenler, hattâ isimlerini değiştirenler oldu.”
Misyonerler o kadar rahatlar ki, karşılaştıkları herkese hiç çekinmeden:
“-İncil der ki…” diyerek anlatmaya başlıyorlar.
Ben onların bu hâlini görünce kendimizden utandım. Biz karşılaştığımız kaç kişiye hemen İslâm’ı anlatmaya başlıyoruz veya karşılaştığımız ilk kişiye “Kur’ân der ki…” diye hangi âyeti anlatıyoruz. “Aman kızarlar, aman küfrederler!..” diye çekiniyoruz. Hâlbuki hangimiz Hazret-i Sümeyye gibi kırbaçlanıp paramparça edildik ki… Sadece dil kırbacından korkuyoruz. Artık İslâm için bu kadarına da tahammül etmeliyiz, öyle değil mi? Çünkü biz tebliğ vazifemizi yapmadığımız için niceleri akın akın Cehennem’e gidiyor ve biz onlardan da mesulüz.
Meselâ biz Afrika’da havaalanında beklerken bir misyoner kadın dikkatimi çekti. Bizim dağıtmak için kolilediğimiz Kur’ân ve diğer İslâmî kitapların bulunduğu koliye bakıyor. Dilimizi bilmiyordur düşüncesi ile sesli olarak eşime:
“-Bu kadın kitapları çok inceledi, bir şey yapmasa bari, dikkatli olalım.” dedim. Kadın hemen:
“-Aaa, Türkler sizin burada ne işiniz var?!” dedi.
Meğer Türkçe’yi biliyormuş. Ben:
“-Siz nerelisiniz?” dedim.
“-Ben İngilizim, misyonerim.” dedi.
“-Burada hiç Türkler olmazdı.” dedi. Hâlbuki yalan… Türkler her yerde var. Ben de:
“-Buralar zaten bizimdi, sizin ne işiniz var? Mâşâallah Türkçeniz de pek iyi!” dedim. Kadın:
“-Ben Türkçe’yi Mersin Silifke’de öğrendim. Oralarda da hizmetlerim var, gidip geliyorum. Ben 1974’den beri Afrikada’yım. İstanbul, İzmir, Fas ve Marakeş… Ben buralarda hizmet ediyorum.” diye de ekledi. Bütün bunları hem de hiç çekinmeden söylüyordu.
“-Bu bölgelerde nerelerde kalıyorsunuz?” dedim.
“-Fark etmez, köyde de kalırım, en kötü yerlerde de kalır Hıristiyanlığı anlatırım.” dedi.
Bırakın Afrika’yı, burada küçücük Yalova’da bile “merdiven altı birçok kilise” var. Bu misyonerlerin bir özelliği daha var ki, insanların en zor, en muhtaç anlarını çok iyi değerlendiriyorlar. Bir gün Afrika’da bakkaldayım. Bir misyoner kadın da alışverişe geldi. Bakkal kadın, telefonda konuşurken şöyle diyor:
“-Kız kardeşim hasta. Eğer bakkala bakacak birisini bulursam, yanına yardıma gideceğim.”
Kadın daha telefonu kapatmadan hemen misyoner kadın atıldı:
“-İstersen ben senin yerine, istediğin kadar bakkala bakarım.”
Biz daha düşünüp karar vermeden o kadın atıldı hemen... Bakkal hanım da müslüman, misyonerin niyetini bildiği için biraz sert bir şekilde:
“-Gerek yok, teşekkür ederim!” dedi Allah’tan…
Her yerde olduğu gibi oralarda da bunların tuzağına bile-isteye düşenler var. Her türlü imkânsızlığa rağmen îmânını muhafaza edip bunlara pabuç bırakmayanlar da var. (Devam edecek…)
YORUMLAR