Müslümanlığımızı yaşama ideali, damarlarımıza kadar sirâyet eden ve bizim âdeta hayat merkezimizi oluşturan bir ideal olmalıdır. Ölçü, Kur’ân ve Sünnet, yol Hazret-i Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kutlu yoludur. Zamanın şartları ne olursa olsun, İslâm’ın temel ölçülerinden tâviz vermeden yaşanılan bir hayat, bizim hayat gâyemizi oluşturmalıdır.
Bu pencereden baktığımızda, aslında İslâm’ın yaşanması için öyle büyük laflar, yüksek idealler ve ulaşılmaz ölçüler ortaya koymaya gerek yoktur. İslâm, özünde anlaşılır, kolay ve tatbik edilebilir ölçüleri ihtivâ ederken, zaman içinde belli bir anlayış, o ölçüleri herkesin yapamayacağı veya zorlanacağı yahut dinin emir ve yasaklarını âdeta ulaşılmaz bir konuma itmiştir. Bu da insanların bir kısmında din ile aralarına mesafe koymasına sebe olmuştur.
Şüphesiz İslâm’ın ahkâmını oluşturan prensipler, devlet idaresi ile ilgili hükümler, toplum psikolojisini ortaya koyan ölçüleri vardır. Ancak:
“İslâm’ın ilk aşamada bizden istediği nedir?” ve “İslam-insan münâsebeti nasıl olmalıdır?”
Bu soruları en basit mânâsıyla anlamalı ve İslam’ın yaşanmasının aslında çok kolay olduğu gerçeğine, mensupları olarak yardımcı olmalıyız.
Şunu unutmamak lazımdır ki, din, kimsenin tasarrufunda değildir. Dindar olmak, başkalarının üzerinde belli haklara sahip olma mânâsına gelmez. Veya dindarlığı böyle anlamak, konuya yanlış noktadan bakmak demektir. Meselâ İslâm’ın bize yüklediği “tebliğ” vazifesini durumdan bir “vazife çıkarma” duygusu ile değil, bir “dert” hassasiyeti ile yerine getirmek gerekiyor. Çünkü din konusu şekilcilikten, gösterişten ve riyâ duygusundan uzak bir şekilde icrâ edilmesi gereken bir konudur.
Ayrıca kutsal olduğunda şüphe olmayan, kitabımız Kur’ân’ın aslında her insanın okuyabileceği, belli seviyede anlayabileceği bir kitap olduğunu da unutmamak lâzımdır.
İslâm, ne belli mekânlara, ne belli insanlara ve ne de belli kalıplara sıkıştırılıp yaşanacak bir din değildir. İslam, Peygamber Efendimizin hayatından ve sosyal münasebetlerinden de anladığımız üzere kolay, uygulaması basit ve her insanın kapasitesi ölçüsünde yaşayabileceği mübarek bir din ve hayat nizamıdır.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatının “canlı bir İslâm” olduğunun farkında olmamız lâzım. O’nun, Asr-ı Saâdet toplumunu îmar ederken daha çok “insana” ve “insan kalitesine” yönelik bir tebliğ vazifesi icrâ ettiğine şâhit oluyoruz. Câhiliye kirlerine bulaşmış bir insan tipini alıp âdeta bir hamur gibi yoğurarak orjinal tadını, tuzunu ve kıvâmını verdiğini görüyoruz. Bunu yaparken öyle ilk anda aşırı yüksek ideallerden hareket etmediğini bilakis öncelikle ve daha ziyâde “ferdî-ahlakî faziletlerini” yükseltecek tavsiyelerde, nasihatlerde bulunduğunu görmekteyiz.
Nitekim Peygamber Efendimiz’den bize intikal eden hadis kaynaklarına ve bunların tasnifi yapılırken hadis âlimlerinin uygun gördükleri başlıklara baktığımız zaman hep bir “ahlak eğitimi” kaygısını taşıdığını görürüz. Bu da insan kalitesini yükseltmeye yönelik büyük bir gayret içinde olunduğunun ispatıdır.
Bu fazilet ihtiva eden davranışları nasıl kazanacağız? Güzel ahlâk sahibi bir müslüman hüviyetini nasıl elde edeceğiz? Kendimize ve sorumlu olduğumuz insanlara bunu nasıl kazandıracağız?
Çok bilinen bir ifade vardır ya:
“Herkes evinin önünü temizlese, bütün mahalle temiz olur.”
Tıpkı bu ifadede olduğu gibi; basit ve kolay olandan başlamak sûretiyle fazilet ve ahlak ifade eden davranışları âdet hâline dönüştürmeden şuurlu bir alışkanlık hâline getirmemiz lâzım. Bunları birkaç misalle ifade edecek olursak şunları söyleyebiliriz:
Susuz kalmış bir köpeğe ayakkabısı ile kuyudan su alıp su veren sahâbiyi Cennet’le müjdeleyen Efendimiz, bir kediyi aç bırakan başka bir kadının da Cehennem’e gideceğini ifade buyurmuştur. Demek ki, dili olmayan bir hayvana yapılan, basit gibi görünen bir iyilik bile insanın âhiret hayatının muhtevâsını değiştirmektedir. İşte “fazilet” dediğimiz, “ahlak” dediğimiz veya “insanlık kıvamı” denilen şeyler bu gibi basit, ama karakteri ele veren davranışlarda ortaya çıkıyor.
Veya sefere giden ordunun, yeni doğmuş kedi yavrularını rahatsız etmesin diye yönünü değiştirmesi, aynı şekilde “yaratılana şefkatin ve engin bir merhametin tezâhürü” olarak kendini gösterir.
Diğer taraftan pazarda sattığı ürününün üstüne kuru olanı, altına da kusuru görünmesin ve kiloda ağır gelsin diye yaş olanı koyan birine:
“-Bizi aldatan bizden değildir!” buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bunu basit ve kabul edilebilir bir şey gibi görmeyip sert bir ifadeyle tavrını koyması, “aldatmanın karaktere nasıl nüfûz edebileceğini göstermesi” açısından çok önemlidir.
Aynı şekilde, “nehir kenarında ve abdest alırken bile olsa suyu israf etmeyin!” ikazı, sadece su kıtlığı çekilen bir ortamda suyun önemini anlatmıyor; belki bundan daha önemlisi, müslümanın hareketlerinde israfa hassasiyet duygu ve disiplininin oluşmasına özen gösteriyor.
Bütün bu misaller gösteriyor ki, insan eğitimi, karakter eğitimi büyük bir emek, dikkat ve şuur gerektiriyor. En küçük bir ahlâkî sapmanın ileride büyük kişilik erozyonlarına sebep olacağını gören Allah Rasûlü, ashâbını öncelikle ve ehemmiyetle “ahlak ve fazilet noktasında” yetiştirmeye gayret gösteriyor.
Allah Rasûlü Efendimiz; ihlâs, samimiyet ve gayret üzerine bina edilmesi gereken bir tebliğ vazifesinde “asıl cihadın” meydanlarda düşmanla savaşmak değil, “nefs ile mücadele” etmek olduğunu da ifade buyuruyor.
İslam’ın bizden istediği, iyi niyetini muhafaza eden, hüsn-i zan duyguları içinde olmayı başarabilen; dedikodu, gıybet, yalan, kıskançlık, tecessüs, riyâ, kibir gibi kalbî hastalıklardan uzak durmaya çalışan, ideal ve ahlaklı bir insan portresidir.
Böyle bir Müslüman modeli oluşturmadan, ümmeti kurtarmak için kolları sıvamak kendimizi kandırmak demektir. Kişi, önce kendi âkıbetinin derdinde olmalı, herkesin çaresiz bir şekilde “Nefsî, nefsî!” dediği güne, yüzü ak bir şekilde gidebilecek hazırlığı yapmalıdır.
Asıl kahramanlık, başkalarının günahlarını ortaya dökmeye çalışmak değil, kendi günahlarının farkında olarak, tenhalarda bu günahları için Rabbine iki damla gözyaşı dökebilmektir.
Asıl kahramanlık, birçok nefsânî zaaflarımız olduğu hâlde kendimizi unutup “tebliğ, hizmet” diye ortalıklara düşerek arz-ı endam etmek değil; tam bir teslimiyetle, içten nasûh bir istiğfar ile Rabbimize karşı hâlimizi arz edebilmek ve ilk tebliği kendi nefsimize yapabilmektir.
Asıl kahramanlık, neşeli, sevinçli günlerde veya refah ve bolluğun tuğyan ettiği bir zaman diliminde İslâm’ı yaşamaya tâlip olmaktan ziyâde; “zor zaman insanı olmaya aday olmak” ve “zor zamanlarda nefis engelini aşmak”tır. Çünkü İslâm “garîp” başlamıştır, “garîp” devam edecektir. Kendimizi bu gurbet ve acı imtihanlarına hazırlarsak, musibet dönemlerinde çok fazla sarsılmayız. İnsanın kendi nefsini aşabildiğinin işareti de İslâm uğruna katlandığı çilelerden dolayı incinmemek, gücenmemektir.
Ve tabii ki asıl kahramanlık, kulların nazarında îtibar ve makam derdinde olmak değil; hayatın bütününü derin bir tevâzû içerisinde geçirebilmek, Hakk’ın katında mûteber bir kul olma gâyesini ilk hedef yapabilmektir.
YORUMLAR