Cenâb-ı Allah, insanları farklı ırk, renk, şekil ve sûrette yaratmış; her bir kuluna fıtratına göre muhtelif ikâmet yerleri takdir buyurmuştur. Kimi güneyde, kimi kuzeyde hayata gözlerini açmış, kimileri engin denizlerin kıyısında, kimileri uçsuz bucaksız çöllerde, kimileri sarp dağların yamacında hayat yolculuğuna adım atmıştır.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde ifade buyrulduğuna göre, Rabbimiz, her bir kulunu “fıtrat” üzere yaratmış, kullara da fıtratlarını muhafaza etmeleri telkin edilmiştir. Sosyal antropoloji çalışmaları incelendiğinde, insanın fıtratının hayata gözlerini açtığı yahut hayatını idâme ettirdiği coğrafyaya göre biçimlendiği neticesi ortaya çıkmaktadır.
Anadolu topraklarından yola çıkarsak, köyde ya da kırsalda yaşayan insanlar, hayatı çetin şartlarına karşı daha dirayetli, mukavemetli devam ettirirken, şehirde yaşayanlar hayatı belli kalıplar çerçevesinde, daha güncel, kısmen gelenekten daha kopuk yaşamaktadırlar.
Dar alanda (köy, kasaba, vb.) yaşayan insanlar fıtrat kanununa daha bağlı olup din, gelenekler ve törelerle yoğrulmuş insanlardır. Aldıkları gıda, ülfet ettikleri insanlar, sürdükleri yaşantı itibarıyla hilkat kanununa bağlılık sergilerler. Aldıkları gıdayı kendi emeklerine borçludurlar. Eker, biçer, besler, sağar ve yemeye hazır hâle getirirler. Ülfet ettikleri insanlar da genellikle yaşadıkları bölgenin insanlarıdır.
Bu düşüncelerle sene içerisinde muhtelif vesilelerle köy ve ilçe ziyaretleri yapma fırsatımız oldu. Bulunduğumuz köyü ev ev dolaştığımız gibi, köyde sözüne itibar edilen bir âilenin evinde topluluğa hitap etme fırsatı da bulduk. En son 10 seneyi aşkın bir süre önce dağların arasında yerleşik bulunan kendi köyümüze misafir olmuştuk. Köye bakış tarzım, orada gördüklerime göre biçimlenmiş olmalı ki, bu son ziyaretimizde gördüklerim beni hayli şaşırttı ve üzdü doğrusu... Elbette ki global bir dünyada yaşıyoruz, elbette ki hayatın değişimlerinin müsbet ya da menfî tesirlerini yaşıyoruz ve elbette ki bizler de hayata kimi zaman annelerimiz, anneannelerimiz gibi bakmıyor, zamanın ihtiyaç ve şartlarına göre onlardan ayrılıyoruz. Fakat bir anda âilemizin hayat biçimine sırt dönerek ezber de bozmuyoruz. İşte sözünü ettiğimiz ziyaretlerde bu ezber bozma kabîlinden bazı hususlar dikkatimizi çekti.
Dikkatimizi çeken en önemli husus, köy kızlarının bakışlarındaki masumiyetin ve mahcubiyetin hâl, tavır ve gidişâtlarında hissedilmeyişi oldu. Zira başlar açık bir şekilde karşılandık, ağırlandık ve uğurlandık. Âlimlerimiz kaş alma/aldırmanın hükmünü konuşadursun, daha 15 yaşındaki köylü kızlarımız, gözler üzerinde ince bir çizgi bırakmışlar kaş adına... Bu da simalarını olduğu gibi değiştirmiş. Annelerinin, anneannelerinin iç giysileri; onların boru paçalı pantolon biçiminde dış giysilerine dönüşmüş.
Nerede parlak kadife kumaştan dikilmiş pür tesettür şalvarlar?! Yöreye has yazma ya da tülbentler çoktan sandıktaki yerini almış, vücudu saran badiler tercih edilir olmuş, siyah üzerine beyaz çizgili bilindik eşofmanlara geçilmiş. Tırnaklar bakımlı ve parlak... Tırnakların parlak olması abdest geçirmemesi mânâsına da geliyor ayrıca… Bu nokta gözlerden kaçmış. Cep telefonu sürekli pantolonun cebinde zaten. Mütevazî telefonun düğmeleri mesaj yazmaktan aşınmış. Anneler şikâyette:
“-Elinden telefonunu düşürmüyor, akşama kadar televizyonun karşısında. Bana yardım ettiği de yok...”
Bir anneden kızını civardaki yatılı Kur’ân kursuna göndermesi için söz alınmış. Anne mahcub bir edâ içinde; kızının ilçedeki liseye kayıt yaptırdığından, kızına “söz geçiremediğinden” dert yanmakta…
Elzem ihtiyaçlarının bulunduğu her hâllerinden anlaşılan âileler, geniş ekranlı televizyonlara sahip olmuş; ayrıca kerpiçten bina edilmiş bazı evlerin bile mütevazi çatılarından uydu alıcı antenler yükselmiş. Şark odası kültürü, köylerden yavaş yavaş el etek çekmiş, yaylı yumuşak kanepeler ağırlıyor gelip gidenleri…
Babalardan çok anneleri gördük, köylerin işlek yerlerinde. Tarla işlerinin yoğun olduğu vakitte gitmiştik ziyaretlere. Hanımları ya ekmek yaparken bulduk ya da bağ bahçe işinde. Bir babanın sözlerini teessürle karşıladık:
“-Kızım Allah bir, Peygamber Hak diyor mu? Tamam... Bu yaşından sonra onu şehre Kur’ân kursuna gönderemem; gönderirsem sonra bana yaramaz...”
Tezatlığa bakın ki, aşağı mahalledeki komşusu, kızını üniversite sınavlarına hazırlık dershanesine gönderecekmiş. Neticede o da okumak için şehre gidecek. Üstelik alev alev yanan üniversite ortamına… Aynı köy, farklı iki bakış açısı, iki ayrı taassup...
Kapısını çaldığımız bir evin kızı karşılıyor bizi... Sıcacık yanan soba, üzerinde kestaneler... Televizyon açık, bir “izdivaç programı” dönüyor ekranda. Kız okumaya meraklı…
“-Ben işten kaçmam, ama…” diyor, “Yeter ki kursta bana tencere tava yıkatmayın, her gün halı fırçalatmayın.”
“-Olur mu hiç öyle şey!.. Bizim yemekhane personelimiz, temizlik görevlilerimiz var; zaten bunlar senin işin değil!..” diyoruz. Ve anlıyoruz ki evvelâ Kur’ân Kursu algısını değiştirmek gerek...
Kimi anneler:
“-Biz öğrenemedik, câhil kaldık, şimdi de işten güçten fırsat yok; kızım mânevî eğitim alsın.” diyor, fakat son sözü baba söyleyecek. Babaların geneli, kızının şehirde Kur’ân kursu eğitimi almasına taraftar değil!..
“-Burada olsun!” diyor, “Gözümün önünde…”
Yani; televizyonun karşısında, evlendirme programlarının, içkili, eğlenceli köy düğünlerin seyrinde...
Köy ziyaretlerimizde gördüklerimize ve yaşadığımız topluma baktığımız zaman -bilhassa ilkokul mezunu kimi anneler- öğrenimine devam edememiş olmanın verdiği bir psikoloji ile kızına müthiş bir yatırım yapmakta, “Ben bilmem, beyim bilir!” mantığıyla çıktığı hayat yolculuğunu “Ben bilmem, kızım bilir!” mantığıyla sürdürmekte... Bu da kızların annelerini istedikleri kıvama getirmelerini kolaylaştırmakta; kızının okulu, dershanesi anne için hem gurur kaynağı, hem de bahane olmakta… Mânevî eğitime davet edilen kızları için anneler:
“-Çok yoğun, yorgun; dershanesi, sınavı var.” bahanesine sığınmakta, çocuğunun mânen vebaline girmektedir.
Yıllar öncesine döndüğümüzde birçok Allah dostunun köy köy dolaşıp halkı irşâd ettiğini, bazı müstesnâ kulları, köylerin yetiştirdiğini görmekteyiz. O yıllarda gayretli imamlar, köyün atan kalbi olmuş âdeta... İrşadın ulaşmadığı kimse kalmamış. Hatta 32 farzı bilmeyenlerin çiftlerin nikâhı, bu esasları öğreninceye kadar kıyılmazmış. “Köylü îmânı” gibi sözü, darb-ı mesel olmuş, yani sağlam, muhkem, şüphe ve tereddütsüz îman...
Şimdi, “Sinekli Bakkal” romanında olduğu gibi, hocalar alay konusu, dindar kimliğiyle bilinen insanlar, evlâtları ile imtihanda...
Velhâsıl...
Şehrin mânevî kirlerinden uzak, bu temiz fıtratlı insanlar; uydu alıcı sayesinde televizyondan istedikleri kanal ve programlara ulaşabilmekte ve bu gördüklerini “rol model” alıp hayatında tatbik etme hevesine girişmektedir.
Şurası bir gerçektir ki, medyada gösterilen albenili, süslü “heyte lek: haydi gelsene!” tarzı hayatlar, en fazla toplumumuzun kırsalında ya da köylerinde yankı bulmakta, fıtratı henüz pek bozulmamış köy insanı, televizyonda gördüklerini gerçek zannedip rol model alarak hayatına tatbik etme hevesine girmektedir. Bu da âileler için tahmin edilemez acı faturalara mâl olmaktadır. İnternet ve sosyal paylaşım sitelerinin bilinçsiz, gereksiz ve hoyratça kullanımı da hâdisenin bir diğer boyutudur.
Medyada çok ses getiren dizi ya da programların yapımcıları, “bile isteye” Türk âile yapısının millî, mânevî, ahlâkî yönüyle oynamakta, toplumu en alt kesiminden ve tam kalbinden hedef almakta, maalesef bu minvâlde yol da almaktadır. Çarşıda, toplu ulaşım araçlarında, alışveriş merkezlerinde yüzleri mâsum, ama kılık kıyafetleri tamamen eğreti olan, dizi karakterlerinin sunî taklidi gençler karşımıza çıkmaktadırlar. Bu gençler tercih ettikleri hayat tarzı ile geleneksel âile yaşantıları arasında bocalamakta, ya ikisi arasında sıkışıp kalmakta ya da âileye rest çekip tâbiri câizse modifiyeli bir hayatı tercih etmektedir. Esmer tenli, kara saçlı Anadolu delikanlıları, kulaklarda küpe, ayaklarda konvers, (converse, çok yaygın bir ayakkabı türü), düşük belli kotlar içinde yeni imajına adapte olmaya çalışmaktadırlar. Kızlarımız mendil kadar küçülttüğü baş örtüsünün üst kısmınu sivrilttikçe sivriltmekte, boru paçalı pantolonu bacak boyuna yaklaşan çizmeleri içinde kaybolmaktadır.
Bu durum bize geçen yüzyılın bir projesi olup, bir dönem sonra uygulamadan kaldırılan “Köy Enstitüleri” ve “Halkevleri”ni hatırlatmaktadır. Toplumu köylerden yola çıkıp inanç, değer yargısı, kültür, dünyaya bakış gibi temel sâiklerden başlayarak değiştirme ve dönüştürmeyi amaçlayan köy enstitüleri, köy çocuklarını bir dejenerasyon sürecinden geçirmeyi hedef almış; 14 yıl ayakta kaldıktan sonra, yerinde bir kararla kapatılmıştır. Fakat bu enstitülerden millî-mânevî değerlere tepeden bakan ve ardından yüzlerce talebe yetiştiren nesiller gelmiştir.
Ne Yapmalı?
İrşada nereden başlanmalı? Elbette ki evvelâ kendimizden... Ama şurası bir gerçek ki, köylerimizin temiz fıtratlı, duru zihinli insanları; bereketli yağmur sularının yön verilemeyip hebâ olması gibi “uydum topluma” zihniyetiyle akıntıya sürüklenmekte... Yük hafifletme ferâsetiyle dolu olan insanların köy köy, ilçe ilçe gezip irşâd faaliyetlerini boynunun borcu bildiği bir gerçek. Kezâ en başta büyüklerimiz, şehirlerimizi ziyaretlerinde en ücra ilçelere kadar ulaşmıyor mu? Eğer misyonerler, bâtıl davaları uğruna Afrika’nın köy lehçesini öğreninceye kadar zahmet çekiyor, gayret gösteriyorsa, bizler Hak yolumuz adına yapamadıklarımızı durup düşünmeli, kavlî ve fiilî çalışmalar yapmalıyız. Yoksa her şey için çok geç olacak…
YORUMLAR