Kurbanın tarihi, neredeyse insanlık, daha doğru ifadeyle kulluk tarihi kadar eskidir. Kur’ân-ı Kerim’de, ilk insan olan Hazret-i Âdem’in iki evlâdı arasındaki münakaşadan ve ardından Cenâb-ı Hakk’a takdim ettikleri kurbandan bahsedilir:
“Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdîm etmişlerdi de birisinden (Hâbil’den) kabûl edilmiş, diğerinden (Kâbil’den) ise, kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden): «Andolsun, seni öldüreceğim!» dedi. Diğeri de: «Allâh, ancak takvâ sâhiplerinden kabûl eder.» dedi.” (el-Mâide, 27)
Mâlum olduğu üzere, Hâbil hayvancılıkla meşgul oluyordu ve kurban takdîm edilmesi gerektiğinde, hayvanlarının en iyisini, kendisi için en sevimli olanı tercih etmişti. Kâbil de ziraat ürünlerinin en kötülerinden, cılız bir buğday demedi ile Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmıştı. Nihayetinde “birisinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti.” Çünkü Cenâb-ı Hakk’a takdim edilen iki kurban arasında “takvâ” farkı vardı ve Rabbimiz, “ancak takvâ sahiplerinden kabul eder”di.
* * *
Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen diğer bir kurban hikâyesi, Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail arasında geçmektedir. Yine çok bilinen bir misal olduğu için ana hatlarına temas edip geçeceğim.
Hazret-i İbrahim, Cenâb-ı Hakk’a oğlunu adamıştı, kendisine rüya yoluyla bu sözü hatırlatıldığında tereddüt göstermedi ve Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için oğlunu bıçağın altına yatırdı. Hazret-i İsmail, kendisini kesmek üzere uzanan bıçağa boyun eğmiş, başını uzatmış ve teslimiyet imtihanından o da yüzünün akıyla çıkmıştı. Bir anne, Hazret-i Hacer de hem kocasından, hem de oğlundan imtihan olmaktaydı. O da, şeytanı taşlayarak Cenâb-ı Hakkın rızâsını seçti. Onların bu teslimiyet dolu hâlleri âyet-i kerimede şöyle tasvir edilmektedir:
“İşte o zaman, biz O’na hilim sâhibi bir oğul müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası):
«Yavrucuğum, rüyâda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?» dedi. O da cevâben:
«Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulursun!» dedi.
Her ikisi de teslîm olup, (İbrâhîm) onu alnı üzerine yatırınca:
«Ey İbrâhîm, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır.» diye seslendik. Biz oğluna bedel O’na büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında O’na (iyi bir nam) bıraktık: «İbrâhîm’e selâm olsun!» dedik. (İşte) Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâfâtlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 101-111)
Bu büyük imtihandan teslimiyetle çıkmanın mükâfâtı, Allah Teâlâ’nın selâmına mazhar olmak ve ihsan sahibi mü’min bir kul olarak vasfedilmekti.
* * *
Kur’ân-ı Kerim’de bir kurban kıssası da Hazret-i Musa ve İsrailoğulları ile alakalı olarak geçmektedir. Bakara Sûresi’ne adını veren ve bu kıssada, Cenâb-ı Hak, İsrailoğulları içindeki bir öldürme hâdisesini nakletmektedir. Katil, içlerinden birisi olduğu hâlde, herkes bunu örtmeye çalışır. Nihayet Allah Teâlâ bir inek kurban edilmesini ve onun kemiğiyle öldürülmüş kimseye vurulmasını emreder. (el-Bakara, 67-69) Böylece o ölmüş kimse dirilecek ve katilinin kim olduğunu haber verecektir.
Ancak İsrailoğulları işi yokuşa sürerler, kendilerinden sıradan bir ineği kurban etmeleri istenirken, onlar vasıflarını sorarlar. Onlar sordukça ineği bulmak zorlaşır. Bulmak zorlaştıkça sorularını arttırırlar. (el-Bakara, 70-71) Âyet-i kerimelerde, onların soruları uzun uzun anlatıldıktan sonra şu hükme varılır:
“…(Nihayet Onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.” (el-Bakara, 71)
Evet, Allah’ın bir emrine karşı ayak sürüyüp durmak!.. Bu nâdân ve ahmakça davranış nerede, kendi biricik oğlunu, Allah’a kurban etmeye seve seve giden Hazret-i İbrahim nerede?!..
* * *
Bu hususta bir de Yûnus peygamberden bahsedelim. Hani kavmini hidâyete dâvet ettiği hâlde, dâvetine icabet eden çıkmayınca, onlara kızıp vazifeli olduğu şehri terk eden Yunus -aleyhisselâm-’dan… Bu kıssa da çok bilindiği için, sadece bir nükteye işaret etmek istiyoruz.
Kavmi, Yunus -aleyhisselâm- ayrıldıktan sonra, derin bir pişmanlık içine düşmüştü. Onun haber verdiği azabın alâmetleri gözükmeye başlayınca, endişe ve korkuları daha da arttı. Ama başvuracakları kimse, şehri terk etmişti. Çaresiz kaldılar. Ne yapacaklarını bilemez bir hâlde büyük bir tevbe iştiyâkı içerisinde sâlih bir zâta koştular. O da:
“Henüz azâbın gelmesine iki gün var. Şimdi şu yüksek tepeye (tevbe tepesine) çıkın! Birbirinizle helâlleşerek gasbettiğiniz hakları sâhiblerine iâde edin! Ardından Yûnus’un Rabbi için kurbanlar kesin ve bundan büyük-küçük, zengin-fakir herkes yesin! Sonra başlarınızı açarak: «Ey Yûnus’un Rabbi! Biz tevbe ettik. Sana inandık. Yûnus’un peygamberliğini de kabûl ettik. Yûnus’u bulduğumuz an, O’ndan senin emir ve yasaklarını öğrenip tatbîk edeceğiz!» diye yalvarın!..” dedi.
Ninovalılar gözyaşları içerisinde bütün bu söylenenleri yerine getirdiler. Allâh Teâlâ da “Rahmân” ism-i şerîfi ile onların tevbelerini kabûl etti ve azâb-ı ilâhî, üzerlerinden kaldırıldı. O gün Cum’a olup aşûra günüydü. Bu husûs Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“Hiçbir şehir ahâlîsi yoktur ki, (yeis hâlinde) îmân etmiş olsun da, bu îmânı ona fayda versin! Ancak Yûnus kavmi müstesnâdır ki, bunlar îmân edince, kendilerinden dünyâ hayâtındaki rüsvaylık (perîşanlık) azâbını uzaklaştırıp giderdik ve onları ecelleri gelinceye kadar (yaşatıp) faydalandırdık!” (Yûnus, 98)
Burada dikkat edilmesi gereken husus, üzerlerine azap inen bir kavmin, bu musibetten kurtulmasının yollarından birisinin de “kurban kesmek” olduğuna işaret edilmesidir. Demek ki kurban, Allah’ın rahmetini cezbeden ve azabını kaldıran en önemli ibâdetlerden bir tanesidir.
Zaten Peygamber Efendimiz’e bir tesellî mahiyetinde inzal edilmiş bulunan Kevser Sûresi’nde de Allah Rasûlü’ne kurban kesmesi emredilmektedir:
“(Habîbim!) Hiç şüphesiz biz sana Kevser’i verdik! Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes! (Üzülme! Bil ki), asıl ebter, soyu kesik olan, sana hınç besleyen, buğzedendir, buğzeden!..” (el-Kevser, 1-3)
Evet, Kurban kesmek çok büyük bir ibâdettir. Ancak burada altı tekrar çizilmesi gereken husus, herhangi bir hayvanın boğazlanması kurban demek değildir. Çünkü “kurban” olarak kesilen hayvanın etine ve kanına Allah’ın ihtiyacı yoktur. O’na yaklaşma vesilesi ve sunulacak asıl hediye, kalplerdeki Allah korku ve saygısı, yani takvâdır. Bu husus âyet-i kerimede şöyle ifade buyrulur:
“Onların (kurbanlarınızın) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sâdece sizin takvânız ulaşır!..” (el-Hacc, 37)
Öyleyse, Rabbimize tertemiz bir niyet ve ivazsız-garezsiz bir ihlas ile yüreğimizi sunalım. Cenâb-ı Hak, kalbimizin takvasına değer verip bizi “kurbanını kabul ettiği” ihlaslı mümin kulları arasına dâhil eylesin, inşâallah!.. Kurbanımız, Cenâb-ı Hakka kurbiyetimize (yakınlığınıza) vesile olsun. Âmin.
Gönlümüz kırık, ellerimizi kaldıralım ve Hazret-i İbrahim gibi niyaz edelim, Rabbimize:
“Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm, hepsi âlemlerin Rabbi Allâh içindir.” (el-En’âm, 162)
YORUMLAR