İnsana Ancak Çalıştığının Karşılığı Vardır

Buhâra’da bir sucu, otuz sene boyunca bir kuyumcunun evine su taşımıştı. Kuyumcunun çok güzel ve sâliha bir hanımı vardı. Sucu, her zaman olduğu gibi yine bir gün geldi, fakat suyu verirken birdenbire ev sâhibesi olan kadının elini tutup bir müddet sıktı. Sonra da hemen bırakıp hızlıca evden uzaklaştı. Akşamleyin, her zaman yaptığı üzere kocasını pek tatlı ve iltifatkâr sözlerle eve buyur eden bu sâliha hanım, çarşıdan gelen kocasına bir müddet sonra, taaccüp ifâde eden bir üslûb ile şöyle sordu:

“–Söyler misin bey, bugün Allah Teâlâ’nın rızâsına muhalif ne yaptın?!”

Adam, hiç beklemediği bu suâl ile karşılaşınca, şaşkınlık içerisinde önce bir müddet kekeleyerek:

“–Bir şey yapmadım?!” dedi. Lâkin hanımı ısrar edince adam, gündüz yapmış olduğu hatâyı derhal hatırlayarak şöyle söyledi:

“–Evet, sevgili hanımım. Bugün bir cürüm işledim. Sabahleyin dükkânıma bir kadın gelmişti. Maksadı, bilezik almak imiş. Teninin beyazlığı hoşuma gittiğinden (bir anlık gafletle) bileziği o kadının koluna ben takmak istedim ve takarken de elini tutup sıktım.”

Kocasından bu cevabı alan sâliha hanım, beyine niçin böyle bir sual sorduğunu îzâh etmek ve onu bir daha böyle bir hâle düşmekten sakındırmak için şu kısa cümleyi sarf etti:

“–Allâhu ekber! Demek bugün sucunun âilene hıyânet etmesinin hikmeti buymuş!”

Bunu duyan kuyumcu ise, büyük bir pişmanlık içerisinde:

“–Hanım! Ben tevbe ettim. Sen de hakkını helâl et.” dedi. Ertesi gün de sucu gelip tevbe etti ve:

“–Ey evin sâhibesi, hakkını helâl et. Çünkü şeytan beni yoldan çıkardı. Bir anlık nefsime uydum!” dedi. Sâliha kadın ise, sucunun bu sözlerine şöyle mukâbelede bulundu:

“–Sen işine devam et. Çünkü hatâ sende değil, dükkândaki adamda!” (Rûhu’l-Beyân, XVI, sh: 38-39)

Âhiretin tarlası olan bu dünyada insan, yapmış olduğu her şeyin karşılığını er-geç mutlaka alacak ve görecektir. Hiçbir hareket, hiçbir davranış, hiçbir niyet karşılıksız bırakılmayacaktır. Zira bu hakikat dolayısıyladır ki, halk arasında “Ne ekersen, onu biçersin!” veya “Ne doğrarsan aşına, o gelir kaşığına!” sözleri meşhur olmuştur.

Yine eskilerin tabiriyle: “Men dakka dukka!” yani: “Çalma kapımı, çalarlar kapını.” sözü de bu hakikatin diğer bir ifâdesi olarak kullanılagelmiştir.

Bu sebeple, huzurlu bir toplumun çekirdeğini oluşturan âile müessesesinde, erkek ve hanım arasında hayâ, iffet, nezâhet ve nezâketin hâkim olması îcâb eder. Aksi takdirde, misâlde de görüldüğü üzere, karı-kocadan herhangi birinin bir yanlışa düşmesi, diğer ev halkının da aynı yanlışa muhatap olması neticesini doğurabilir. İnsanın bu menfî hâle düşmesindeki birinci sebep de bakışlardır. Zira erkek ve kadının gayr-i meşrû alâka ve muhabbeti, “bakış”la başlar.

Çünkü bakmak, gözlerin zinası olmaktadır ve günahtır. Aynı şekilde kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası dokunmak, ayakların zinası yürümek, kalbin ve nefsin zinası da arzu etmektir.[1]

Düşünmeliyiz ki, Cenâb-ı Hak, bize bu gözü niye verdi, bu kulağı niye verdi, beden gücünü niye verdi? Bu nimetlerin hepsi hayra da, şerre de kullanılabilen iki uçlu bir bıçak gibidir ki, kıyâmet günü bu nimetleri nerede kullandığımız bize bütün teferruatıyla gösterilecek ve insan, yapmış olduğu bütün hayırların da, şerlerin de şahitliğini bizzat kendisi yapacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede bu hakikat şöyle bildirilmektedir:

“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.” (el-Fussilet, 20)

Cerîr t şöyle der:

Peygamber r Efendimiz’e bakılması haram olan şeyi ansızın görmenin hükmünü sordum:

“–Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdular. (Müslim, Âdâb 45; Ebû Davûd, Nikâh, 43; Tirmizî, Edeb, 28)

Zira Nebiyy-i Ekrem r Efendimiz’in buyurduğu üzere:

“Kimin gözü, bir kadının güzelliğine takılır da hemen gözünü ondan çevirirse, Allah ona kalbinde halâvetini (lezzetini) hissedeceği bir ibadet sevâbı (ve kulluk şuuru) ihsân eder.” (Ahmed, V, 264; Heysemî, VIII, 63)

Peygamber Efendimiz r diğer bir hadîs-i şerîflerinde de âile müessesesinin huzur ve sürûr ile devâmı için şöyle buyurmuşlardır:

“Başkalarının hanımları husûsunda siz iffetli olun ki, sizin hanımlarınız da iffetli olsunlar. Ana-babalarınıza iyi muâmele edin ki, çocuklarınız da size iyi davransınlar.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170/7258)

Yani bu dünya, bir nevî “etme-bulma” dünyasıdır. Nitekim rahmetli pederim Mûsâ Efendi g, Ege taraflarına yapmış oldukları bir seyahat esnâsında şâhit oldukları bir hâdiseyi şöyle nakletmişlerdi:

Büyük bir meydanın ortasında bir genç, babasını herkesin gözü önünde pervâsızca dövmekteydi. Bu hâdiseye şahit olan etraftaki halk, o gence hitâben;

“–Babana el kaldırmaya utanmıyor musun? Bu ne çirkin ve edepsiz bir harekettir?” diyerek yaptığı işin ne büyük bir cürüm olduğunu ona hatırlatmaya çalışıyorlardı. Lâkin genç, bu sözlere hiç aldırış etmiyor ve yapmış olduğu edepsizliğe devam ediyordu.

Evlâdından yediği dayak dolayısıyla gözleri yaşla dolan ve acı çektiği her hâlinden belli olan o babanın ağzından, etrafındakilerin duyacağı bir ses tonuyla şu mânidar cümleler döküldü:

“–Bırakınız vursun! Oğluma mânî olmayın. Zira ben de babamı bu meydanda dövmüştüm!”

Bugünün ictimâî dünyasında karşılaştığımız en büyük problemlerden biri de, geleceğin mimarı olan evlâtlarımızı İslâm ahlâkı üzere gereği gibi yetiştirememek… Âilelerin dertli gönüllerinden, şu mânâları ihtivâ eden pek çok feryatlar yükseliyor:

“Ben kızımı yetiştirirken dâimâ üzerine titredim. Onun bir dediğini iki etmedim. Lâkin, şimdi kızım benim hiçbir sözümü dinlemiyor. İbadetlerine gereği gibi itina göstermiyor. Tesettürü, modadan takip ediyor. Gençken bizim göstermiş olduğumuz hassâsiyeti, şimdi onlar sergilemiyorlar…

Oğlum, yanlış bir şahsiyete büründü. Kazandığının helâl olmasına hiç dikkat etmiyor. Tek derdi var, o da çok kazanmak... Gönlünde hiçbir sıkıntı hissetmeden fâize bulaşabiliyor. Zihnini garip düşüncelere kaptırdı. Üzerinde bir müslümanın sergilemesi gereken şahsiyet ve vakardan eser yok!..”

Aslında öncelikle; “Acaba bizler ne gibi tâvizler verdik, ne gibi hatalar yaptık da onlar bu hâle geldi?” diye düşünmemiz îcâb eder. Onlardan beklediğimiz şahsiyet, edep, hayâ, dürüstlük, sabır, emânet ve vefâyı biz onlara verebildik mi?

Yani ne verdik ki, ne bekliyoruz? Unutmayalım ki, iyi bir evlat istiyorsak, iyi bir anne-baba olmaya mecbûruz…

Bahçıvan, diktiği bir tohumun bakımını güzel yaptığı takdirde o tohum gelişir, büyür ve neşv ü nemâ bulur. Şayet o tohumu sulamaz, ihmal eder, alâkadar olmazsa o tohum, toprağın kurak bağrında kurumaya mahkûm olur. Böylece bahçıvan, belki de büyük bir çınar istidadında olan o tohumu, tarla farelerinin kursaklarına terk etmiş olur.

Lâkin Peygamber Efendimiz r bir hadîs-i şerîflerinde:

“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” buyurarak bizleri îkaz ediyor. (Buhârî, İstikrâz, 20)

Peki, çoban ne yapar?

Çoban, güttüğü sürünün hâlet-i rûhiyesinden anlar. Onları otlak yerde yayar, orada dinlendirir, orada gıdâlandırır. Kurak yere sürmez. Sürüsünü kurtlar ve canavarlardan korur. Öyle ki, hasta olan bir kuzuyu dahî kurtlara bırakmaz, kucağına alır, sürüye dâhil eder. Bâzen önden, bâzen arkadan gelerek dâimâ mes’ûl olduğu sürüyü kontrol eder.

Biz de neslimize çok dikkat edip, onlarda gördüğümüz hataların sebeb-i hikmetlerini iyice tefekkür etmeliyiz.

Rivâyet edildiğine göre, Ebû’l-Vefâ Hazretleri’nin oğlu, kötü bir alışkanlık edinmişti. Eline almış olduğu büyük bir çuvaldız ile o devirde evlere içme suyu taşıyan sakaların kırbalarını deliyordu. Sakalar ise, Ebû’l-Vefâ Hazretleri’ne olan sevgi ve muhabbetlerinden dolayı hâdiseyi kendisine nakletmiyorlardı. Fakat bir müddet sonra, çocuğun bu işten vazgeçmeyeceğini anladıklarında, Hazretin huzuruna çıkarak durumu naklettiler.

Ebû’l-Vefâ Hazretleri olanları duyunca hayretler içinde kaldı. Zira nasıl olur da bunca ihtimamla yetiştirilen, haram lokmadan uzak tutulan bir çocuk böyle bir şey yapardı? Ebû’l-Vefâ Hazretleri, sakalara hitâben;

“–Tamam, mesele anlaşılmıştır. Gereken yapılacak, sizin de zararınız tazmin edilecektir.” buyurdu.

Sonra da muhâsebeye önce kendi nefsinden başladı:

“–Acaba ben bu çocuğa yanlışlıkla da olsa hiç haram yedirdim mi?” diye düşündü. Fakat bir şey bulamadı. Hanımına sordu:

“–Hanım, sen bu çocuğa hamileyken veya süt emzirirken haram bir şey yedin mi, çok iyi düşün, bana bildir, yoksa bu çocuğun sonu kötü!”

Hanımı düşündü, taşındı nihayet şöyle bir hadiseyi hatırladı.

Hamileyken oturmaya gittiği bir komşu evinde, masadaki bir tabakta portakallar varmış. Görünce canı çekmiş, ama istemeye de utanmış. Ev sahibi hanım, bulundukları odadan dışarı çıkınca yakasındaki iğneyi portakallara batırıp sularını bir miktar emmiş.

Hanımı bu hâdiseyi Ebû’l-Vefâ Hazretleri’ne anlatınca o derhal:

“–Aman hatun! Hiç vakit kaybetmeden o komşuya git, olanı biteni dosdoğru anlat ve helâllik dile.” diye tembihlemiş. Kendisi de sakaları çağırarak, kimin kaç tane kırbası delinmişse hepsinin parasını ödemiş ve hepsinden helâllik almış. Evlâdına da, hâdisenin başından sonuna kadar hiçbir şey denmediği hâlde, hikmet-i Hüdâ, çocuk bir daha kırbaları delmemiş.

Velhâsıl insan, takvâ sahibi olmalı… Takvâ üzere yaşamalı.

Bir kimse Îsâ u’a gelerek:

“–Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir kul, Allah Teâlâ’ya karşı nasıl takvâ sahibi olur?” diye sordu.

Îsâ u:

“–Bu kolay bir iştir: Allah Teâlâ’yı cân u gönülden hakkıyla seversin, O’nun rızâsı için gücün yettiğince sâlih amellerde bulunursun, bütün Âdemoğullarına da, kendine acır gibi şefkat ve merhamet gösterirsin!” cevabını verdi. Sonra da şöyle buyurdu:

“–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma! O zaman Allâh’a karşı hakkıyla takvâ sahibi olursun!” (Ahmed, ez-Zühd, sh: 59)

Cenâb-ı Hak, bu hakikatlerden lâyıkıyla hisse alabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin…

Âmîn…

 

 

SPOTLAR:

  1. “Kimin gözü bir kadının güzelliğine takılır da hemen gözünü ondan çevirirse, Allah ona kalbinde halâvetini (lezzetini) hissedeceği bir ibadet sevâbı (ve kulluk şuuru) ihsân eder.” (Ahmed, V, 264; Heysemî, VIII, 63)

 

  1. “Başkalarının hanımları husûsunda siz iffetli olun ki, sizin hanımlarınız da iffetli olsunlar. Ana-babalarınıza iyi muamele edin ki çocuklarınız da size iyi davransınlar.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170/7258)

 

[1] Bkz. Buhârî, İsti’zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20-21; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle