Abesle iştigal etmekten münezzeh olan Âlemlerin Rabbi’nin, kâinâtı, insanoğlunun yaşayabileceği en güzel şekilde yaratması, içinde gizli ve açık bütün nîmetleri bol bol ihsân etmesi, şüphesiz gayesiz değildir.
Bunların beraberinde “ahsen-i takvîm” (en güzel ve en mükemmel) olarak yaratılıp üstün vasıflarla donatılmış insanoğlunun da boş yere var edilip başıboş bırakıldığı aslâ düşünülemez. Nitekim yeryüzünde var olan mükemmel dengede her çeşit canlı, muhakkak başka bir canlıyı ikmâl ederek hizmetinde bulunmakta ve her dâim Rabbini tesbih ve tâzim etmektedir.
Akıl ve irâde gibi vasıflarla diğer varlıklardan üstün ve mükerrem olarak yaratılan insanoğlu, halifelik misyonuyla bütün insanlığın ve yeryüzünün maddî-mânevî inşâsı için vazifelendirilmiştir. “Adâletle hükmetme, îmar ve iskân etme, Allâh’ın emir ve hükümlerini yerine getirme” mânâlarına gelen “Halîfe” kavramı, aynı zamanda insanın yeryüzündeki var oluş maksadıdır. Bu durum, âyet-i kerîmelerde şöyle zikredilir:
“Sizi yeryüzünün halîfeleri yapan ve verdiği nîmetlerle sizi imtihan etmek için kiminize diğerlerinden üstün dereceler veren O’dur. Rabbinin cezası pek süratlidir; aynı zamanda O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (el-En’âm, 165)
“Sizi yeryüzünde halîfeler yapan O’dur...” (Fâtır, 39)
“Ey Dâvûd, Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O hâlde insanlar arasında adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah yolundan saptırır…” (Sâd, 26)
“Sonra da nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halîfeler kıldık.” (Yûnus, 14)
Hilâfet
Hilâfet; Âlemlerin Rabbi tarafından verilen sorumlulukla, yüklenilen emaneti korumak, îmar etmek, âdil davranmaktır.
Halîfe insan, kural koyucu değil; kural koyan Hak Teâlâ’nın yeryüzündeki temsilcisidir. Kendisine verilen yetkiler dışında hiçbir yetkiye sahip değildir. Hattâ gözle görülemeyecek kadar küçük mikroba yenik düşebilecek kadar zayıf ve âcizdir. Yalnızca temsil ettiği yüce kudretin isteklerini yerine getirmekle yükümlüdür. Eğer verilen yetkilerin kendisine ait olduğu vehmine kapılıp kendi arzusuna göre hareket ederse, Yaratıcı’sına isyan etmiş, ihanette bulunmuş olur. Tıpkı, kendisinin ateşten yaratılarak üstün ve güçlü olduğunu ifade edip Allâh’ın secde emrine itaat etmeyen İblis gibi…
Âlemlerin Rabbi, hilâfetin temelinde insana üç zorunlu eğitim ve terbiye vermiştir;
1- Halîfe kılınan insan ve toplumlar, zorunlu olarak halîfelik vazifesini veren üstün bir kudretin varlığını ve hayatın her sahasında O yüce kudrete itaat ve teslîmiyeti kabul etmiş olurlar. Kural koyan, itaat edilecek olan, yalnızca Allah Teâlâ’dır.
2- Halîfe kılınan insan, emre itaatle yükümlüdür. Yaratılış gayesi, yalnızca ibadettir. Dolayısıyla dünya hayatı; sözüm ona, “eğlenip mutlu olmak, mal-mülk biriktirmek” için yaratılmış bir yer değildir!
3- İnsanın halîfe olarak gönderildiği yeryüzü, bütün coğrafyayı, eşyayı ve canlı-cansız yaratılmışların tamamını kapsamaktadır. Ve hepsi birbirine emanet olarak hak ve sorumluluklara sahiptir.[1] Halîfe olarak yaratılan insanoğlu, kendi nefsinde Rabbine ibadet ve tâatte bulunduğu gibi, yakın ve uzak çevresinde de emaneti muhafaza ederek adâleti korumakla sorumludur.
Mîzan, Adâlet, Zulüm
Kur’ân-ı Kerîm, yaratılmışların en şereflisi olan insanoğlunu, halîfe tayin ederken, kâinattaki varlıkların gerek birbirleriyle gerekse Allah ile olan ilişkilerinin bir düzen içinde olduğunu bildirmiş; bunu mîzan/denge olarak isimlendirmiştir. Bu mîzânı/dengeyi zorlamadan, varlıkların gaye, fıtrat ve vazifelerine uygun davranışlarını “adâlet” diye tarif etmiş; bu ilâhî dengeyi bozan her türlü davranış ve sözü ise “zulüm” olarak belirlemiştir.
Yeryüzünde Âlemlerin Rabbi’nin nâibi/vekîli olarak yaratılan insan, tam da bu mîzânı/dengeyi muhafaza etmek, adâleti hâkim kılmak ve zulme karşı çıkmakla vazifelendirilmiştir. Nitekim, bu emaneti muhafaza edip dengeyi korumak kolay olmayacaktır. Bu ağır sözü/emaneti, ancak akıl ve irâde sahibi insan yüklenmiştir. Allah Teâlâ bunu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirir:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)
“Şayet Biz bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve paramparça olmuş görürdün…” (el-Haşr, 21)
Emânet
Emânet kelimesi Arapça sözlüklerde, “rûhun mutmain olması ve korkunun zâil olması, korkunun zıddı, güven” mânâlarına gelen “e-m-n” fiilinden türemiştir. Hıyanetin zıddıdır.
Emânet, hilâfetin sınırlarını ve hangi zemin üzerinde yürümesi gerektiğini belirler. İnsanın yaratıcısı olan Rabbiyle, kendi nefsiyle ve diğer insanlarla olan ilişkisini ve insanın bitki, hayvan ve eşyayla olan münasebet şekillerini açıklar. İnsanoğlu bütün bunlara adâletle yaklaşıp, hukûkullah (Allâh’ın hukuku) ve hukuku’n-nâs’ı (insanların hukukunu) gözetince “halîfelik” vasfını icrâ etmiş olmaktadır.
Nitekim emânet, yalnızca rutin ibadet ve zikirlerle değil, bunların beraberinde sosyal hayatın içerisinde Allah Teâlâ’nın vekîli olarak, hak, hukuk, adâlet ve ihsân ile gerçekleşecektir. Tıpkı Allah Rasûlü’nün, yaşadığı toplumda, yürüyen Kur’ân, konuşan Kur’ân, sevinip hamd eden, üzülüp sabreden Kur’ân olarak yaşaması gibi…
İşte emânetin muhafazası, adâletin tesisi için verilen bütün bu mücâdele, zulmün karşısında durmak için gösterilen bu çaba; dünya hayatının bütününü, âhiretin ise hedeflenen sa’y ü gayretini teşkil etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Mülk Sûresi’nde şöyle bildirir:
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır.” (el-Mülk, 2)
[1] Bkz. Ahmet Küçük, Kur’ân’da Toplumsal Sınanma, Beyan Yayınları, 2006.
YORUMLAR