Nakledilir ki Cenâb-ı Hak, Dâvud u’a şöyle vahyetti:
“–Ey Dâvud! Senden çıkan zelle[1], senin için son derece mübârektir.”
Dâvud u muhâtap olduğu bu ifâdelerin kendisinde meydana getirdiği büyük şaşkınlık içerisinde şöyle seslendi:
“–Ey yüce Rabbim! Zelle nasıl mübârek olabilir?”
Hak Teâlâ buyurdu:
“–Ey Dâvud! O zelleyi işlemeden önce dergâhımıza gelirken, naz ile yaptığın tâatin iftihârıyla hükümdar edâsıyla gelirdin. Şimdi ise ıztırap ve müflislikten ötürü yakarış içerisinde, kul gibi geliyorsun.” (Rûhu’l-Beyân, XVI, s. 12-13)
Allah Teâlâ, rahmet-i ilâhiyyesi muktezâsınca kullarına ağır mükellefiyetler yüklememiştir. Yalnız kullarının, dâimâ âcizliklerinin idrâki içinde olarak, engin bir gönül kırıklığı ve huşû üzere kendisine ibadet ve itaat etmelerini istemiştir.
Çünkü insan, kulluk ile kemâl bulur. Kulluk ile Hakk’a yaklaşır. Dolayısıyla kulluğunu unutunca Rabbinden uzaklaşır. Cenâb-ı Hak’tan uzaklaşan bir gönül, içinde bulunduğu nimetlerin tefekkürünü lâyıkıyla idrâk edemez hâle gelir. Böylelikle gönlün pusulası bozulur. Netice olarak bu kimsenin hayat okyanusunda varacağı son nokta da, ancak günah girdabında boğulup mahvolmak olacaktır.
Bu sebeple, bizi Hak katında mahcup etmeyecek bir kulluğun özü, sadece günâha düşünce Cenâb-ı Hakk’a sığınmak ve âcizliğimizin idrâki ile O’ndan mağfiretini talep etmek değil; Âlemler Sultânı Efendimiz r gibi, hem günahtan şiddetle kaçınmak ve hem de kulluğu hayatın hiçbir noktasında unutmamaktır. Zira Peygamber Efendimiz r, büyük bir kulluk şuuru içerisinde geceleri ayakları şişinceye kadar ibadet etmiş ve bu hususta kendisine:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah sizin geçmiş ve gelecek hatâlarınızı[2] bağışlamış olduğu hâlde niçin böyle yapıyorsunuz (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsunuz)?” diyen Âişe c vâlidemize de şöyle buyurmuşlardır:
“–Çok şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” (Buhârî, Tefsîr, 48/2; Müslim, Münâfikîn, 81)
Hattâ pek çok kereler:
“Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun vechile tanıyamadım... Sana hakkıyla kulluk yapamadım…”[3] diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ve tazarrûda bulunmuştur.
Zira O r, yüce Mevlâ’sına her an daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyâkı sonsuz, kul ile Rab arasındaki mesâfe ise sonsuz kere sonsuzdu.
Dolayısıyla bizler de, Allâh’ın verdiği nîmetlere lâyıkıyla şükredememe endişesinin mahcûbiyeti içinde dâimâ Rabbimiz’e sığınmalı ve O’na ilticâ etmeliyiz.
Fakat insan, bâzen ibadetine, bâzen yapmış olduğu hayır ve hasenâta, bâzen ilmine, bâzen servetine, bâzen nâil olduğu makâma, bâzen nesebine, bâzen de hâl ve gidişâtının düzgün oluşuna güvenerek kibre kapılabilir ve bu sebeple pervâsızca günâha sürüklenebilir.
Hâlbuki Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin şu sözleri ne kadar ibretlidir:
“Kişi bir hasene işler (iyilik yapar), sonra ona güvenerek küçük günahları (mühimsemez, onları gönlünde hiç bir ağırlık hissetmeden) işler ve Allâh’ın huzûruna bu günahların doğurduğu büyük tehlikelerle çıkar.
Yine kişi bir günah işler, fakat (o günahın vebâlini düşünerek) devamlı korku içinde yaşar ve nihayet Allâh’ın huzûruna emniyete erdirilmiş bir kimse olarak çıkar.” (Beyhakî, Şuab, V, 456; İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, XI, 330)
Nice büyük ve kahredici günahın sıradan ve doğru şeylermiş gibi toplumumuza zerk edildiği günümüzde, bu hususta daha da dikkatli olmak, hayatî derecede ehemmiyetlidir.
Yine tâbiîn neslinden Bilâl bin Sa‘d g’in şu îkâzı da ne kadar mânidardır:
“Günâhın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”
Zira Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Küçük görülen günahlardan sakının! Çünkü o (küçük günah)lar bir kimsede birikirler de neticede onu helâk ederler.” (Ahmed, I, 402-403; V, 331)
Bunun içindir ki Hak dostları:
“Küçük günahlar terk edilmeyip ısrarla işlendikçe, artık küçük olarak kalmaz, büyük günah hâline gelir.” buyurmuşlardır.
Dolayısıyla insan, sadece düşmüş olduğu kusurlardan sonra değil, her an âcizliğinin idrâki içinde hiçliğe ve tevâzûya bürünmeli, günâha düşmekten kaçınmalı ve dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olmalıdır.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
İnsanda olgunluğun ölçüsü, tevâzûdur, mahviyettir. Hamlığın ölçüsü ise, kibirlenmektir.
Rivâyet edilir ki:
Bir gün Îsâ u, İsrailoğulları’ndan sâlih zannedilen bir kimse ile şehir dışına çıkmıştı. Halk arasında fâsıklığıyla meşhur olan bir adam da büyük bir eziklikle peşlerine takılmıştı. İstirahat için mola verildiğinde bu günahkâr kul, samimî bir nedâmet ve mahcûbiyet içinde, gönlü kırık olarak onlardan ayrı bir yere oturdu ve merhametlilerin en merhametlisi olan Hak Teâlâ’nın yüce affına sığınarak:
“–Rabbim! Şu yüce peygamberinin hürmetine beni affet!” diye duâ etti.
Sâlih zannedilen kişi ise, onu fark edince küçümsedi, hakir gördü ve ellerini semâya kaldırıp:
“–Allâh’ım! Yarın kıyâmet günü beni bu adamla birlikte haşreyleme!” dedi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Îsâ u’a şöyle vahyetti:
“–Yâ Îsâ, kullarıma söyle; ikisinin de duâsını kabûl ettim. Boynu bükük mücrim kulumu affedip kendisini Cennetlik kıldım. Halkın sâlih zannettiği kişiye gelince, gurur ve kibri dolayısıyla onu da, Ben’im affettiğim kulumla beraber olmak istemediği için Cennetliklerden kılmadım!”
Unutmamalıdır ki, gurur ve kibrin sonu, günâha düşmektir. Cenâb-ı Hak, kullarının bu tehlikeye düşmelerini önlemek ve onları sakındırmak için Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok îkazlarda bulunmuştur. Meselâ Bedir, büyük bir zaferdi. Lâkin bu zaferden sonra, gönüllerin gurur ve kibre kaymasını önlemek için hemen şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)
Yine Mûsâ u’ın daha önce ilâhî vahye dayanmadan yaptığı bir hareketi, yani Fatun’u hafifçe itip ölmesine sebep olması dolayısıyla Cenâb-ı Hak, doğrudan doğruya O’na:
“–Sen bir insan öldürdün!” (Tâhâ, 40) buyurmuştur. Yani Hak Teâlâ O’nu:
“Bizim vahyimiz, emir ve müsâademiz olmadan o Kıptîyi katlettin!” diye âdeta muâheze etmiş, bu hâl de Allâhʼın kelîmi olan Mûsâ u’ın gönül evini dâimâ mahcûbiyet ve acziyet duyguları içinde tutmuş, onu mânevî makamının yüceliğini düşünerek mağrur olmaktan korumuştur.
Velhâsıl insan, kul olduğunu, âciz yaratıldığını ve dâimâ Rabbine muhtaç olduğunu hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır. Kendini günahsız gören bir mütekebbir edâsıyla değil, affı için gönül gözlerinden dâimâ nedâmet yaşları süzülen Hak dostlarının tevâzû ve mahviyetinden hisse alabilmenin gayreti içinde olmalıdır. Zira kulluk yolunda mesâfe kat ederek Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek, «Benim işim tamam oldu» diyenler için değil, kendi noksanlarını görebilenler için mukadderdir.
Cenâb-ı Hak, bizleri, her an âcizliğimizin idrâkinde olarak, tevâzû ve mahviyet üzere kullukta devam edebilen kullarından eylesin.
Âmîn!..
SPOTLAR:
- İnsan, kulluk ile kemâl bulur. Kulluk ile Hakk’a yaklaşır. Dolayısıyla kulluğunu unutunca Rabbinden uzaklaşır. Cenâb-ı Hak’tan uzaklaşan bir gönül, içinde bulunduğu nimetlerin tefekkürünü lâyıkıyla idrâk edemez hâle gelir. Böylelikle gönlün pusulası bozulur. Netice olarak bu kimsenin hayat okyanusunda varacağı son nokta da, ancak günah girdabında boğulup mahvolmak olacaktır.
- Rasûlullah Efendimiz r şöyle buyurmuştur:
“Küçük görülen günahlardan sakının! Çünkü o (küçük günah)lar bir kimsede birikirler de neticede onu helâk ederler.” (Ahmed, I, 402-403; V, 331)
[1] Zelle: Sürçüp kayma, günâha düşme.
[2] Aslında peygamberler bilerek günah işlemezler. Onların hatâları ya evlâ (daha iyi) olanı terk etmek ya da zelle denilen küçük sürçmelerden ibârettir. Bunların da muhtelif hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hak, peygamberlerin zellesini olduğu gibi bırakmayıp hemen düzeltir.
[3] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520.
YORUMLAR