İnsan, Bir Güzelliğin Peşinde -2

İnsanın gönlüne düşüp onu cezbeden tüm güzelliklerin ardında büyük bir murad gizliydi. Bu sırrı çözenler, sonsuz hayata kavuşacak, en kötü günlerini bile bu muradın sırlı bir cilvesi olarak göreceklerdi. En kötünün içinde olsalar bile, bir güzellik bulup bu gölge dünyada avunacaklardı.

Büyük bir murâd vardı, insanın kâinâta konuk oluşunda... Güzelliğin, hikmetin, ilmin sahibi olan Rabbimiz; kendisini sayısız aynalarda seyretmeyi istedi. Bu murâdını paylaşmak için de insanı yarattı. Ve murâdını Âdemoğulları’nın fıtratına koydu. Bu duyguyla kimi Âdemoğulları, güzelliğe pervâne olup aşk çırpınışlarıyla vuslat arayışının çileli yolcuları oldular. Allah Teâlâ, ilk Âdem’e (a.s), hiçbir gözün görmediği güzellikleri seyrettirdi. Cemâl arayışı onun kalbinde yakıcı bir ateş olmuştu ki, yasak elmaya uzandı. Cennette sonsuz hayata erip Rabbi’nin sınırsız güzelliğini seyretmekti amacı…

Hüsnünün pervânesi sadece o olmadı. Tüm insanlık gibi son Âdemoğlu da bu güzellik arayışıyla açtı gözlerini. Annesinin şefkatli gözlerinden çağladı rahmet tecellîleri; şefkate kandı. Her köşede sevgiyle annesinin güzelliğini aradı. Aslında aradığı bir “Başka Güzel”di. Bunu sonra öğrenecekti.

Yine annesinin yüreğinden sevgi sağanağı yağdı kalbine, «el-Vedûd» olanın tecellîsiyle… Ve sevgiye kandı. 

İnsan olmayı ebeveyninden öğrendi. Aslında terbiye eden Rabbiydi. Yine vesîlelere muhtaçtı Âdemoğlu. Kur’ân’ı, Resûlü’nün kalbine indiren Rabbimize hamdolsun ki; Kur’ân’ı kalbine koyan her anne-baba, Rabbinin kudret eliyle terbiye etti evlâdını…

Daha büyüyünce kendi gibi canlıları fark etti. Çiçeklere koştu. Renklerinin arasında kayboldu. Renklerini öyle sevdi ki çiçeklerin, özlerinden alıp duvarları, evleri, giysileri her şeyi o renklere boyadı. Onlar gibi kokmak için attarlığı keşfetti. Zerrelere kokuyu ve rengi giydiren Rabbi’ne hayran bir yürekle başka güzelliklerin peşine düştü. Güzellikten aldığı ilhamla keşiflere koyuldu. Üzerine gölgesi düşen ağaçların ve yaprakların ve tüm yeşillerin akciğerlerini şenlendiren oksijeni ürettiklerini öğrendi. Hem de zararlı olan, karbon atomlarını havadan alıp, en faydalıya çevirerek…

“-İşte maharet bu!..” dedi. “Ben de böyle olmalıyım. Her zararı hayra çevirmeliyim.” Ve hamd etti Rabbi’ne, yeşili yarattığı için…

Güneşin işbirliği olmasa, yaprakların fotosentezi yapamadığını öğrendi. Rabbi, yapraklara güneşin fotoncukları ile ışık enerjisi gönderiyordu. Rahmet tecellîsi düşmüştü güneşin cehennem sıcağına ki, yeryüzüne görünürken benzersiz bir güzellik aynası oluyordu. Doğuşundaki ve batışındaki güzelliği, nice sevgilinin aşk ateşini artırdı. Güneşin, kâinat sarayında saatte 720.000 km. hızla yol alışını kimse fark etmez. Bu hızla kayıp gitmez gözlerimizden... Yine bir rahmetle, kudretle, ilimle asılı durur göklerde, sahibine teslim olarak... Bir zaman Âdem (a.s)’ın peygamberliğini, İbrahim (a.s) devralır. İlâhlık taslayan zâlimin karşısında şunları haykırır: 

“Allah, güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de batıdan getir!..” (Bakara, 258)

Kimi Ademoğlu merakla okyanuslar aştı. Balıklarla yarıştı. Kutuplarda beyazın en sevimli dostlarıyla tanıştı. Hep yaz vardır kutuplarda… Canlıların âdeta yaz sıcaklığında yaşadıklarını gördü. Çünkü sırtlarında kalorifer gibi kürkleri vardı. Burada rahmeti bol olanın sıcaklığıyla, güneşi görmeyen sular dahî donmaz. Âdemoğlu gözlerini şahit tuttu bu gerçeğe. Isı sıfırın altına düşünce, Allah’ın emriyle sular genleşip hafifleşmeye başlar. Buz olup suyun üstünde yüzer, suyun altının donmaması için bekçilik yaparlar.  Çünkü suyun altı donarsa tüm balıklar için buzdan bir mezar olacaktır.

Su ilmi, her şeyi kuşatan Rabb’in aynası olur. Ve tüm insanlığın, ilminin deryada bir damla oluşu o aynada seyredilir. Yâ Rab, kalbimin diri kalması için nefsimin dondurucu soğuklarından koru!..

Kimi Âdemoğlu da, bir serçe kuşunun câzibesine kapılıp onun gibi uçmak istedi gökyüzünde. Kanatları olmadığını fark etti. Havada süzülerek uçuşan yaprakları görünce, insana vermediği husûsiyeti yaprağa veren Rabbine acz ile boyun eğdi. Yaprak olamasa da, göklere uzanmanın bir yolunu bulacaktı muhakkak... Uzaya adım attı. Göklerle tanıştı. Güzelliğin ihtişâmına kapıldı ve Mars’a, Jüpiter’e yol aldı. 10. gezegeni keşfetti. Hikmetin dili olan Kur’ân’ı bilen Ademoğulları, hep bugünü beklemekteydiler. Allâh, Yusuf Sûresi’nde ilk âyetlerde 11 adet “kevkeb”den (gezegenden) bahsetmekteydi. Şimdi de on birinciyi beklemekteler, Allâh’ın ilminin yârenleri… 

Bir Âdemoğlu, Mevlânâ oldu; hikmet aynasından yansıyan pırıltılarla... Kalbinin uyanıklığında kâinat kitabını okumuştu. Zerreden küreye her şeyin döndüğünü hikmet aynasında seyretmişti. Kulluğunu hatırlamıştı Mevlânâ. Kalbinin merkezine Kâbe’yi koydu. Pervâne olup döndü. Asırlar aştı, semâyı yazdı gönüllere. Dengeyi buldu Mevlânâ:

“Sağ ayak merkezde (şeriat çizgisinde), sol ayak dünyâyı dolaşır!..” dedi. Kâinatta da, rahmet dîninde de denge esastır. Âdemoğlu’nun en çok «denge»ye ihtiyacı vardır, sırat üstünde yürümek için…

Allâh’ım, nefsimize öyle bir denge koy ki, şeytanın ânî teşebbüsleriyle mağlub olmasın!.. 

Ya Rabbi, bakışımıza firâset ver! Kalplerimize hikmetini koy!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle