Aklım, kalbime sordu:
“-Îman nedir?” diye...
Kalbim, aklımın kulağına eğilip dedi:
“-Îman, edepten ibarettir.”
Hazret-i Mevlânâ
Günahlarının ağır yükü altında nahif omuzları düştü önce, sonra tüm bedeni. Alnı, toprakla buluştu. Bu; bir «hiç» olduğunu kabullenişin sembolüydü. Kâh rüzgarların savurduğu, kâh ezilip çiğnenen, üzerinde gezilen, bütün teressübâtı içine alan bir toprak terkibiydi işte. Toprak bir çömlekle aynı hammaddeye sahip olmak, onun kadar sıradan olmak… İnsana, kâinâta hep böyle bakmıştı; her şey maddeden ibaretti. O hâlde niçin kibirlenmiş, maddenin zorba hâkimi rolüne girivermişti? Zıtların birleştiği bir yer varsa; hayatıydı. Bir bedenin dar kalıplarında sıkışıp kalmak, bu kadar sığ yaşamak, beynine bir kamçı gibi inen her düşünce, onu bu sona getirmişti; maddenin sonuna..
Mânâ kapısının önünde secde edip bekleyecekti, belki yıllar sürecekti. Hayatındaki tecrübelerle öğrenmişti ki; her açılış (fetih), sancılı günlere gebeydi. Tohum, kabuğunu kırıp filiz sürmeden önce, toprak altında bir mâcera yaşamaktaydı. Kendisi de bu dünyaya gelebilmek için dokuz ay beklemişti. Duymuştu; ulvîlikler yurdunun herkese açılan bir kapısı vardı. Bu kapının bir anahtarı da yoktu. Yeterli olgunluğa ulaştığında, önünde açılıverecekti. Kâinattaki her şey, hassas bir saat gibi, derin bir sessizlik içinde, titizlikle bir amaca hizmet ediyordu. Kendi amacını keşfettiğinde bu eşsiz âhenge katılmış olacaktı. Oysa şimdiye kadar hayatı, bir kavganın içinde geçmişti ve ruhu ağır yaralar almıştı. Bu savaşta kaybetmişti; insanlara güven duymayı, olanları hayra yormayı, minnet duymayı… Aslında bütün bunlar, bir tek kaynaktan yansıyanlardı. Asıl savaşı, Rabb’e karşı açmıştı ve dolayısıyla her şeye… Çünkü üzerinde yaşadığı gezegen de, içtiği su da, her şey, ama her şey O’nun kuluydu. Rab O’ydu, Hakîm olan yalnızca O!..
Artık öğrenmişti: Dostluğun merkeziyle, Allah’la dost olanlar; bütün mahlûkatla dostturlar. Bu hakikati, bir kâmil insandan duymuştu, ama o zamanlar buna gülüp geçmişti. Demek Mevlânâ Hazretleri’ndeki, Yunus Emre Hazretleri’ndeki, bütün velîlerdeki sır, buydu. Onlar, Rablerine kul olmuşlardı ve O -celle celâlühü- de, bütün mahlûkâtı, onlara râm etmişti. Zaten bütün bir kâinât, yer-gök, ve her ikisi arasındakiler insan için değil miydi?!.
Şu toprak kadar olamamıştı. Kime karşı tevâzu gösterebilmiş, hangi çirkinlikleri alıp güzellikler sunabilmişti?.. Yaratıcısına baş kaldırırken, her şeyin esiri olmuştu. Gözlerinden boşanan yaşlar toprağı ıslattı. Kâinâtın yaratıcısıyla cidâlleşen hangi Ebrehe muzaffer olmuştu?!. Ebâbil kuşları uçtu ömrünün üzerinden; attıkları her bir taş, nefsinin bir yönüne çarptı, eritti onu. Deniz suyunun hızla yükselmesi gibi nefsi alçalırken, ilâhî nûrun cezbettiği rûhu yükseliyordu. Kâinatta bir mücâdele değil, denge vardı; sıcakla soğuk, madde ile mânâ, nefis ile ruh arasında… Denge nefsin lehine bozulduğunda; bütün mezmûm sıfatlar tırmanıyordu insan rûhuna… Bunun içindi; maddeye taparken ve insanın diğer varlıklar gibi sıradanlığını iddia ederken kendiyle tenâkuza düşüp kibirlenmesi…
Ruhunun derinliklerinde açılan bir pencereden seyretti kâinâtı… Hiçbir şey sıradan değildi. Ama tüm varlıklar içinde en kıymetli olanı, insandı. Bunu her şeyin, meleklerin bile ona secde ettirilmesinden anladı. İnsanda ise, mücevher gibi parlayan bir yer vardı; bu kalpti. Evet, her şeyin bir rûhu vardı, ama insanı farklı kılan, ondaki ilâhî nefhaydı. (el-Hicr, 29) İnsan, Rahman’ın sırrıydı.
Secdeden doğrulurken, toprağa dokunan ellerine baktı, sonra tüm bedenine… Sanki gözleri, âmâ olup da yeniden görmeye başlamış biri gibi baktı kendine… İnsandı; eli-kolu olmadan toprağı kazıyan bir solucan, koparılıp örselenen bir ot veya başka bir şey değildi. Üstelik bunun için hiç bir çaba da göstermemişti. İnsan olması ve sahip olduğu tüm nîmetler, Rahman olan Allah’ın bir lütfuydu.
İnsan olarak haddini bilmeliydi. Öyle de yaptı. Rab karşısında kul olduğunu bildi, “edep” edip Rahman’dan «kalû belâ»daki ahdini yineledi. Şimdi duyuyordu, kâinattaki bütün varlıklarla ahenk içinde şehadet etmekteydi; Lâ ilâhe illallah… Bugüne kadar hayatı; “lâ ilâhe” (ilah yoktur) faslıydı. Bundan sonrası; “illallah” (ancak Allah vardır) olacaktı.
YORUMLAR