Îman Kalbimize Yerleşti Mi?

 

“Îman, inanılması gerekli inanç esaslarını kalp ile tasdik edip dil ile ikrar etmek” diye tarif edilir. Bu târifte, neden özellikle kalbin tasdiki önemlidir? Akıl, kalp kadar önemli değil midir?

Duâ ederken “mü’min-mü’minât”, “müslim-müslimât” diye ayrı ayrı tâbirler kullanılır. “Mü’min” ile “müslüman” birbirinden farklı mıdır?

 “Bedevîler: «İnandık» dediler. De ki: «İnanmadınız, ama İslâm olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allâh’a ve Peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez. Doğrusu Allah, çokça bağışlayan ve merhamet edendir.»” (el-Hucurât, 14) âyetinde, “Siz müslüman oldunuz, ama daha mü’min olamadınız. Çünkü îman kalbinize yerleşmedi.” buyruluyor. Îman, kalbe nasıl yerleşir?

Bir kişinin müslüman olduğunu, kul olarak bilebiliriz; ama mü’min olup olmadığını bilemeyiz. Bu husus, bizim için kapalı, ancak Allah -celle celâlühû- tarafından hakkıyla bilinen bir konudur. Biz, neden bir insanın mü’minliğinin derecesini bilemeyiz?

Bu zamanda İslâm’ın ibadete dâir bütün hükümleri, tafsîlâtı ile belli iken insanlar namaz kılıp oruç tutuyor, dînin emirlerini yerine getiriyorken neden büyük bir îman zaafiyeti mevcuttur?

Bütün bu sorulara misaller ile cevap vermek, en güzeli olur. Çocukluğundan beri tanıdığımız, abdestinde-namazında hiçbir eksikliğini görmediğimiz, dürüst, güvenilir bir arkadaşımız bize, “Mehdî olduğunu, yeryüzü için özel görevlendirildiğini, Allah’tan haberler aldığını” söylese, hemen inanır mıyız? İnanmak şöyle dursun, saptırılma endişesinden aklımız çıkar. Ondan uzak dururuz. Asr-ı saâdette yaşayanlardan olsaydık, Peygamber Efendimize hemen inanan zümreden olur muyduk? Buna aslâ garanti veremeyiz.

Düşünecek olursak; melekleri göremiyoruz, alâmetlerini fark edemiyoruz, âhirete dair elimizde somut/müşahhas bilgi yok. Allâh’ı görmüyoruz, vahye inanmakta güçlük çekeriz. Çünkü vahyin nasıl bir şey olduğunu bizzat tecrübe edemeyiz, bu yüzden “Bana vahiy geliyor!” diyen Peygamber’e nasıl inanacağız? “Doğru mu söylüyor, yalan mı; aklından zoru mu var, cinlenmiş, büyülenmiş mi?” Bilemediğimiz için inanmakta da çok güçlük çekeriz.

Akıl, beş duyu organı ile algıladığını kabul eder. Gördüğünü, işittiğini, kokladığını, dokunduğunu, tattığını… İnanç esasları ise gaybî konular olduğu için aklın kavramakta güçlük çekeceği konulardır. “Mûcize” konusu bile aklın kavrayamayacağı, olağanüstü olaylardır ki, her şeyi akılla anlayabileceklerini zannedenler, daima bu konulara tereddütlü yaklaşırlar.

Bu sebepledir ki; dînimiz akla önem vermiştir, ama onun idrâk kapasitesinin sınırlı olduğunu, onun da kavrayamayacağı pek çok hakikatin bulunduğunu beyan etmiştir. Şükürler olsun ki, müslüman bir âilenin evlâdı olarak doğduk. Bu gün müslüman olmayan nice akıl sahibi insan, internet yolu ile İslâmî bilgilere hemen ulaşabileceği hâlde müslüman olamıyor. O zaman inanç işi, aklın çok ötesinde, aklın kavramakta güçlük çekeceği, akıl üstü bilgileri şek ve şüphesi olmayan gönlün hidayeti ile bulabileceği sırlı bir mevzu… Bunları kabul etmek, ancak derin bir mânevî sezişin sahibi olan kalbin harcıdır.

İnsan için bir şeyi gönlün kabulü çok önemlidir. Evleneceğimiz adaya gönlümüz ısınmazsa, -isterse karşımızdaki paşa çocuğu olsun- evlenmek istemeyiz. Çünkü gönül, sevdiğinin peşinden gider. Gönlün ısınması nedir? Nasıl bir mekanizma ile çalışır? İşte buna da akıl sır erdiremeyiz. Sevdiğimiz öğretmenin dersinde başarılı olur, sevdiğimiz kişinin dükkânından alışveriş ederiz. Gönül istemiyorsa, ne kadar zorlarsak zorlayalım hiçbir şeyi yaptıramayız.

Kişi, gönlüne giremediğinin, aklına giremez. İlk evvelâ gönül… Gönlün kabulü yoksa, akıl bir kâr etmez. Gönlümüzde şüphe, tereddüt varsa, aslâ huzurlu olamayız. Gönül inanmadığına, güvenmediğine kapılarını açmaz. Akıl bin nasihat anlatsa da gönül şüphe tohumlarını temizleyemezse hiçbir nasihati dinlemez.

* * *

Gelelim ikinci soruya… “Mü’min ve müslüman birbirinden farklı mıdır?” Birbirinden farklıdır. Mü’min, îman esaslarına kalben şeksiz, şüphesiz inanan kişidir. Müslüman ise, Allâh’ın emirlerine teslim olup İslâm’ın esaslarını yerine getirir. Namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacca gider, kelime-i şehâdet getirir. Câmiye gider, tesettürüne dikkat eder, ibadetlerini yerine getirir. Mü’min’in alâmeti, gönlünde ve inancında iken; müslümanın alâmeti ise ibadetleri ile sezilir. İslâmî inancın kalbî boyutunda kul mü’min, fiilî boyutunda ise kul müslümandır.

* * *

Üçüncü soruya gelince… Hucurât Sûresi 14. âyet-i kerîmede geçtiği üzere, bedevîlerin müslüman olduğu, ama mü’min olmadığı açıkça ifade edilmiş ve bu, îmânın henüz kalplerine yerleşmediği hikmetine bağlanmıştı.

Burada “îmânın kalbe yerleşmesi” mevzuu bizim için büyük bir önem arz eder. Mekke döneminde çok az ahkâm âyeti nâzil olmuş, daha çok îman esasları ve ahlâkî mevzuları ihtivâ eden âyetler nâzil olmuştur. Bunun sebebi ise, kulların kalbine îman esaslarının kuvvetli bir şekilde yerleşmesi içindi. Îmanı oturmayan bir insana teklif edilen ibâdetler ağır gelir. Mükemmel bir îmânı olana ise, kulluk hiç de zor gelmez.

On üç yıl boyunca sahâbe îman imtihanından geçmiştir. Her türlü işkence, acı ve zorluk içinde îmanlarının olgunlaşması için Allâh’ın varlığı, birliği, isimleri, sıfatları, âhiret ve nübüvvet konuları sıklıkla işlenmiştir. Îmânın kalplerde iyice pekişmesi, on üç yıl almıştır. Kalbine îman yerleşmeyen biri, malını, mülkünü, evlâd u iyâlini bırakıp hicret edebilir ya da bile bile ölümü göze alabilir miydi?

Medîne döneminde ise, artık ibadet, muâmelât konularını içeren ahkâm âyetleri peşpeşe inmeye başlamıştır. Mekke döneminde Müslüman olan veya Medîne döneminin çile örsünde pişen ashâb-ı kirâma ahkâm âyetlerinin tatbikatı hiç zor gelmedi. Ancak bilhassa bu dönemin sonlarına doğru müslüman olan bazı kimselerin kalbine tevhid, nübüvvet, âhiret konuları mükemmel bir şekilde yerleşmediği için Peygamber Efendimiz vefat eder etmez dinden çıktığını îlân eden bir zümre ortaya çıktı. Bilindiği üzere, Hazret-i Ebûbekir döneminde “ridde” savaşları, bu nasipsizlerle yapılmıştır. Bütün bunlar, îmanın kalbe yerleşmesinin bir gayret işi olduğunu göstermektedir.

Kalplerine îman tamamen yerleşmemiş olanların, “Biz inandık, mü’min olduk!” demelerini istemeyen Cenâb-ı Hak:

“-Sizler câmiye geliyor, beş vakit namazı kılıyorsunuz. Müslümanlar ile birlikte ibadet ediyorsunuz. Bu yüzden «Müslüman olduk» diyebilirsiniz. Lâkin, îman esasları hususunda; rızık, tevekkül, Allâh’a dayanma, âhirette hesap verme vb. konularda şüpheleriniz, tereddütleriniz olduğu için tam olarak inandık, mü’min olduk demeyin!..” buyurmuştur.

Biz de benzer şüphelerden arınmadıkça, saf ve temiz bir îmâna sahip olmadıkça “mü’miniz” dememizin pek bir mânâsı olmasa gerektir.

Bizler, kişilerin müslümanlığına şehâdet ederiz. Ama kalbinin îman derecesini bilemediğimiz için, kalplerin sırrı sadece Cenâb-ı Hakk’a mâlum olduğu için, bu hususta ne desek boştur. Kişinin “îman ölçer”i, Cenâb-ı Hak’tır. Kullar, îmanın alâmetlerini hissetse veya hissettirse de biz nihâî olarak “îmânın saflığını”, “kalplerdeki asıl niyetin ne olduğunu” tesbit edemeyiz.

Bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz, meâlen şöyle buyurmuştur:

“Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların sâlim olduğu kişidir. Muhâcir de Allâh’ın yasakladıklarından sakınandır.” (Buhârî, Îman, 4,5)

“Kimin hicreti, Allâh’a ve Rasûlü’ne ise, onun hicreti Allâh’a ve Rasûlü’nedir. Kimin de hicreti, dünyalık bir mala veya evlenmek istediği bir kadına ise, o da niyet ettiğine kavuşur.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, Îman, 155)

O zaman kalplerin sakladığını sadece Cenâb-ı Hak bilir. Biz sadece zannederiz. Allah ise yakînen bilir. Sadırlarda gizlenen sırlar, Allah Teâlâ’dan gizlenemez.

Mü’minin ihlâsı, ihsânı bizim zannımızca bilinir; isabet de edebiliriz, hatâ da… Ama hakikat, Cenâb-ı Hakk’ın ilmindedir. Kişi şehid olur da “Allah için mi şehid olmuştur”, yoksa “insanların arkasından methetmesi için” mi, biz bilemeyiz. Kişi hâfızdır, Kur’ân’ı mükemmel okur da “Allah için” mi, “beğenilmek için mi okur”; biz bilemeyiz. Kişi, bol bol sadaka verir de “Allah için” mi “cömert desinler diye mi vermiştir” biz bilemeyiz. O sebeple bize düşen hüsn-i zandır; hâdiselerin hakikatini, hakka’l-yakîn bilmek, bizim harcımız değildir.

* * *

Son sorunun cevabını ise, misallerle anlatsak daha iyi olur. Îmanlı bir kişiyi insanlar ateşe atacak olsalar; Cebrâil -aleyhisselâm- yardım etmek için gelse ve:

“-Benden bir istediğin var mı?” diye sorsa…

Îmanlı kişi:

“-Benim bu hâlimi bilen Rabbim varken, sana dahî yardım etme gücünü veren O iken ben neden senden bir şey isteyeyim ki?!” dese, İbrahim Halilullâh -aleyhisselâm- meşrebince bu söz, onun Allâh’a sonsuz güveninin bir tezâhürü değil midir?!

Bu, sadece Allah’tan yardım isteyen, îmanla dopdolu bir kalbin sözüdür. Müslüman, yegâne yâr ve yardımcının âlemlerin Rabbi olan Allah olduğundan gafilse, bunun îmânı zaafiyetli bir îmandır. Âciz olan, nasıl âciz olandan yardım ister?

Kişi mâlî müşâvir olsa, fabrika sahibi kendisine getirdiği deftere, devlete az vergi vermek, devletten vergi kaçırmak için oradan buradan tedarik ettiği faturaları işlemesini istese ya da çalıştırdığı işçinin hakkını gasbetmek için türlü dalavereler çevirse, îmanlı bir mâlî müşâvir buna izin verebilir mi?!

“-75 milyonun kul hakkını yiyemeyiz. «Bizi aldatan bizden değildir.» (Bkz: Müslim, Îman, 164) buyurmuştur, Peygamber Efendimiz… Naylon faturalarla Allâh’ın karşısına nasıl çıkacağız? Bu kadar kişinin hakkını nasıl veririm? Ben bunlara îman etmişken sizin günahınıza nasıl ortak olurum?!” dese, bu îmânının mükemmelliğinin tezâhürü değil midir?! Bu, âhiret inancı kuvvetli olan bir îmanlı sestir. Bu sözün karşılığında îmanlı mâlî müşâvire:

“-Bugün işler böyle yürüyor, eğer sen böyle mükelleflerin defterini kabul etmezsen aç kalırsın, evine ekmek götüremezsin!..” diyerek korkutsalar; îmanlı bir mâlî müşâvirin:

“-Size selâmet… Rızkımı sizler değil, Cenâb-ı Hak veriyor. Ben buna inandım, îman ettim.” demesi, îmânın gereğidir. Aksi hâl, îmânındaki zaafiyeti gösterir. Bu işler böyle yürüyor deyip âhireti hesaba katmadan haram işlemek, îman zaafiyetinin tezâhürü değil midir?

Biz bu îmanı, ana-babamızdan mîras olarak aldık. Taklîdî olup, hakîkî mânâda oluşmadığı zaman îmânımız ufak bir güçlük görünce zaafiyete uğruyor, paramparça oluyor.

Hanım doktora gider ve doktor, bebeğin özürlü olacağını söyler. Şimdi bu noktadan sonrası çok önemlidir. Akıl hemen konuşmaya başlar:

“-Sen bebeğin kendisine sorsan, acaba doğurmanı ister miydi? Demez mi idi, «Benim bu kadar acı çekeceğimi, kimlerin elinde kalacağımı bilmeden neden dünyaya gelmeme izin verdin?» Bu çocukların bakımı çok masraflı olur, benim bunların hiçbirine gücüm yetmez. Ben de insanım; gezmek, eğlenmek isterim, bu çocuk ile birlikte bütün sosyal hayatıma vedâ etmem gerekecek. Gençliğim tükenecek... İnsanların çocuğuma bakışlarını kaldırabilecek miyim? Acaba çocuğumdan utanacak mıyım? En önemlisi, haydi ben ölecek olsam, bu çocuğa kimler bakacak?!”

Bütün bu düşünceler, îmanı zayıf bir aklın sözleridir. Bu kişinin îmânı, zaafiyet içindedir. Îmânı kuvvetli bir mü’min bilir ki:

“-Eğer Allah beni özürlü bir çocukla imtihan edecekse, bundan kaçış olmaz. Sağlıklı evladım bir yerden düşer; beyni zedelenir, o da ömür boyu özürlü olur. Ana rahmine düşen bir varlık, Allâh’ın takdiridir; kulun bu varlık hususunda tasarrufu olamaz. Çünkü mülk, kulun kendisine ait değildir. Kendisi sadece bir emânetçidir ve esas sahibi, kendi mülkü hususunda her şeyi düşünmüştür. Kul, kendisine düşen vazifeyi yapsın yeter. Biz o çocuğun özrünü düşünürken, bizim ileride özürlü olmayacağımız ne mâlumdur!..”

Yaratan, yarattığı bütün varlıklarına merhametlidir. Kul imtihansız olmaz. Bu dünya selâmet yurdu, mutluluk, eğlence yurdu değildir; kimsenin hiçbir şey için garantisi yoktur. Biz sebeplere sarılır, gerisini Allâh’a teslim ederiz. Allâh’ın verdiği bir canlıyı, sadece Allah öldürebilir; tıbbî, haklı bir sebep yokken bizim bu işe izin vermemiz düpedüz cinâyettir.”

İnanan bir kişi:

“-Ağamız yok, dayımız yok, torpil yapacak devlette bir adamımız yok! Bizim çocuklarımız güzel işlere nasıl yerleşecekler?!” der mi?

Cenâb-ı Hakk’ın kudretine olan îtimad bu kadar kolay harcanır mı? Ya da inanan bir insan:

“-Paran varsa itibarın var. Paran yoksa yüzüne bakmazlar. O sebepten zengin olmak gibisi var mı?” sözünü eder mi?

Cennet, sadece parası olanların girdiği bir yer midir? Allâh’ın kulun zenginliğine, güzelliğine, kariyerine, soyu-sopuna ihtiyacı ve iltifatı var mıdır? Ne kadar kulluğu vardır, o önemlidir Cenâb-ı Hak için...

“-Hiç çocuğum olmadı, bana yaşlanınca kim bakacak?! Evlenmedim de kimsem yok!” diye gerçek bir mü’min, kedere düşer mi? Sana yaşlanınca çocuklarının bakacağına dâir garantin var mı ki? Neye garantin var ki? Kimsesizlerin kimsesi Cenâb-ı Hak değil midir? Nasıl olur da bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın varlığının bizim için en büyük garanti olduğunu unutur da kullardan medet bekler? Kulun geleceğe dair kurduğu bütün cümlelerin faraziye olduğunu; “ya şu olursa, ya bu olursa” gibi ihtimal cümlelerinin hiçbirinin genel geçerliği olmadığını, takdirin önüne tedbirle geçilemeyeceğini bilmek, îmânın kalbe yerleşmesinin alâmetidir.

Rabbim benim dostum ise, kullar bana dost olmamış gam mı ki?! Rabbim bana dost değilse, bütün dünya benim dostum olmuş, ne faydası var ki?!

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle