Kibrit kutusunu alıp, yerine geçti. Onun yeri, her gece aksatmadan oturduğu sandalyesiydi. Hemen yanı başında ceviz bir sandık durur, üzerindeki kutuda ise dağınık hâlde birçok boncuk bulunurdu. Elinde kibritle ne zaman görünse, sanki bir sevinç kaplardı boncukları… (Hasret çekenin yüzünde, kavuşma ânı gelip çattığında beliren, ışığa benzer şeyden bahsediyorum.)
Önce hiç vakit kaybetmeden kutudan bir kibrit çıkardı. Sanki:
“–Hadi gel, artık vaktidir, seni dostlarından ayırıp yakma zamanı geldi.” der gibi…
Yakacaktı evet. Kibrit, İsmail’cesine bir sessizlikle, tam bir teslimiyetle, hiç titremeden durdu. Herkesin yangını başka ateştendir. Kibritinki, bizimkinin gayretinden… O, eliyle öyle bir sürttü ki, kutunun kenarına, sanki bir anda, hiç sıkıntı çekmeden can verip dirilen bir şehit gibi, alevlendi kibritin başı. Gaz lambasının, nicedir kandil yağı eme eme iştaha gelen fitiline yaklaşınca, bir başka vücutta tekrar var olan canlar gibi oldu da, etrafı aydınlattı. Odayı kaplayan yanık kokusu, yerini bir süre sonra, titrek bir aydınlığa bıraktı. İşte o dem, bizimki kutuya uzanarak, boncuklar ve iple hasbihâle başladı.
Ondaki öyle bir “ben”di ki, mâşukunu görmek arzusuyla ne kadar yanarsa, ona görünmek arzusuyla da o kadar yanardı. Hayır, sadece bakmak, ya da sadece bakılmak değil, bakışmaktı ilâcı. Zaten bu sebeptendi onun, sadece geceleri işine koyulması. “Sevgiliyle bakışmak, en çok tenhada hoştur.”
Hem bir de mahrem sohbet başlar ki, gündüzün kargaşasına kurban edilemez cinsten… Gerçi, seven sevdiğiyle kalabalıklar içinde de yalnızdır ya, o ayrı bir kapı. Şimdi onu hiç açmayalım da, gelin, kulak misafiri olalım şu sohbete…
Belki, “Madem ki mahrem, nasıl kulak kabartırız, ayıp olmaz mı?” diyeceksiniz. Derim ki, zaten bu konuşmaların anlamını, ancak kabiliyeti olan duyacak… Kabiliyeti olmayana, sanki yabancı birilerinin sözü gibi anlaşılmaz kalacak... O hâlde bilin ki, eğer bu sohbetten gönlünüze “bir tatlı nasip” düşerse, siz o mahremiyete dâhilsiniz. “Zira mânâ kendini, nâmahreme zaten açmaz.”
Sesler tambur kadar vakur, ney gibi yanık ve içli… Segâh bir fasıl başlamış gibi, o kadar hasret yüklü… Bizimki, en gizli seslere -kendince- âşinâ, “Duyanadır duyana!” denildiği vakit anılan, “gönül kulağı açıklar” zümresinden... O keder yüklü “âh!”larından çekip, boncuklardan birini alınca elceğizine, dedi ki:
“–Pek dertlisin kehribarım. Sesin niçin ağlamaklı?”
“–Şu kutunun içinde ne zamandır bekler dururum. Burası pek kalabalık görünür ya, sevgilim bir köşede kalmış, aramıza nice boncuk girip bizi birbirimizden ayırmışken, işte, yapayalnızım. Ben ağlamayım da kimler ağlasın? !..”
“–Söyle bakalım, hangisi senin yârin?”
“–İşte, işte, şu uzakta, en köşede duranı, hani hepsinden daha parlak olanı, en güzeli, en yakıcı bakanı…”
Her gece, üstelik tek tek her boncuktan aynı inilti gelirdi. Ama o, nasıl bir zevkse, hiç bıkmadan dinler, sonra buluştururdu ayrı kalmışları… Kavuşmanın sarhoşluğuyla, teşekkürü bile unuturdu da boncuklar, hiç aldırış etmezdi. Zira derdi teşekkür duymak değil, seven gönüllere sürûr olmaktı. İşte böyle, tüm diğer boncuklarla da neredeyse aynı hasbihâli ederek, geceyi tesbih dizmekle geçirirdi.
Önce besmele… Sonra bir, iki, üç… Otuz üç… Araya bir nişâne… Ardından bir daha otuz üç… Hemen oraya ikinci bir nişâne… Bir otuz üç daha… Ve başa imâme… Tüm o âşık boncukları, bir başa vücut edince, ipi keser, düğümü atar, sanki “Allah ayırmasın.” der gibi duâlı bakışlarla okşayıp bir kenara kaldırırdı. Fakat tesbihlerin tuhaf bir özelliği vardı: Bizimki imâmeyi geçirdikten sonra, düğümü öyle bir atardı ki, boncuklar, sırt sırta vermiş, kenetlenmiş gibi dururlardı ve aralarında bir milim bile boşluk kalmazdı. Sanırsınız ki, Ramazan ayında, Fâtih Câmii’nde terâvih namazı kılıyorlar. Saflar sıkı, ama sımsıkı… Elinize alıp parmağınızla boncukları sayacak olsanız, kımıldamayacak kadar, ip hiç görünmeyesiye sıkı… Üstelik, ne vakit tesbihlerden birini, ekmek parası kazanmak için satsa ya da birine hediye etmeye kalksa, hep aynı yakınma:
“–Yahu mübârek! Şunları yapıyorsun, bari boncukları biraz seyrek diz de, rahat çekelim. Ne o öyle, nefes alacak yerleri yok.”
Ama bizimki, bu sözler karşısında sadece sükût eder, içinden:
“–O boncukların kavuşmak için nasıl yalvardığını bilmiyorsunuz ki... O hasret dolu âşık boncuklar, hayatı, sevgililerine kenetlendikleri vakit yaşamaya başlıyorken, araya ayrılık koyup da, nasıl onlara eziyet ederim ki…” diye geçirirdi.
Ertesi gece yine kibrit kokusu, gaz lambası aydınlığı ve boncukların nazlı sızlanması tekrar başlayıp sabaha dek sürer, günler, geceler, böylece geçerdi. Çok kimseler:
“–Biraz seyrek diz şu boncukları…” dedi ya, onun gönlü elvermedi.
“–Bilir misiniz, bir kişi boncuktaki âşıklığı ne vakit görür? Gözünün perdesi aşk olup, kendisindeki sevgiliye hasretle dolduğu ve etrafa yanık kokuları yaydığı zaman…”
Sanırım şimdi, bizimkinin gönül yangınına dair daha fazla söze gerek kalmadı. Anladınız elbet, onun da şu koca dünya kutusunun bir köşesinde, sevgilisinden uzak düşmüş bir kehribar olduğunu… Evet, o, yan yana dizdiği her boncukta, bir nebze de olsa kendi vuslatını yaşar, avunurdu…
Deyin ki, biri, içinde derdi büyür dururken, bir başkasına devâ olur da, hiç Allah onu yardımsız koyar mı? O gecelerden birinde, bir ses yayıldı içine:
“–Vakti geldi, yarın sabah sevgiline git!”
Zaten nicedir özlemi büyümüş, pek çok göresi gelmişken, bu sesin heyecanıyla uykuyu dağıttı, yastığı yorganı attı, vakti unuttu… Bu ses, Hak katından yardım gibi tertemiz, fesatsız ve güçlü idi.
“–Tamam” dedi, “Giderim elbet! İzninle, lûtfunla, yardımın ve yoldaşlığınla giderim! Seve seve giderim hem! Uçarcasına giderim!”
Sonra, sevdiğine döndü gönlü, onunla konuştu:
“–Şu üç günlük gurbette, gözlerim seni görmeyecek olduktan sonra, niye açık ki? Şu, «canımsın» dediklerimin pek az olduğu diyarda, ayaklarım senin yanına gelmeyecekse, niye yürür ki? Hele de böylesi hak olmuşken, vesveselere kapılıp da kalbim, sana gelmekten alıkoyacaksa beni, niye çarpar ki? Yâ Hû! Seviyorum seni! Şu dilim, yalandan da olsa diyemeyecekse bunu, daha niye döner ki?
Boncuklara bakıp ardından:
“–Heey! Bu gece arefedir! Yarın bayram sabahı! Şimdi sizden bir tesbih yapacağım! Müjde şu ki, götürüp sevdiğime bırakacağım! Uyanın! Daha çok yanın! Daha çok anın! Kadrini bilin şu ânın! ” diye öğütledi.
Bir yağmurlu, bereketli gece ki, boncuklar ondaki coşkuyu görünce, ayrı bir hazla kavuştular… Hasreti pek iyi bilirlerdi. Türkü nasıldı hani: “Aşan bilir karlı dağın ardını, çeken bilir ayrılığın derdini…” Onlar da anlamazsa, kim anlardı bizimkinin hâl-i pür melâlini?!.
“–Güneşi yollarda karşılamalı, tesbihi ellerine bırakmalı, yüzceğizine şöyle bir bakmalı, dönmeli…” dedi kendi kendine.
Bir yandan da, sırf o eline yüzüne sürsün, öpsün de geri versin diye yanına aldığı kumaşlara değdi gözleri… Çünkü “kumaşına yâr dokunmuşsa, elbisenin zikre iştirâki bambaşkadır.”
Gün ağarmadan düştü yollara. Saatlerce gidip, sabah sevgilinin şehrine varınca:
“–Geldim” dedi, “Az göster de seni bana, gideyim!”
Zâlim değildi ki mâşuk. Hem göründü, hem kumaşa sürdü güzel yüzünü… Kabul etti âşığının hediyesi olan tesbihi… Fakat herkesin dediğini, o da dedi:
“–Bu boncukları keşke, az daha seyrek dizeydin…”
O vakit bizimki kaşlarını çatıp, huysuz bir edayla:
“–Çok sıkıysa gevşet o zaman…” deyiverdi. Severdi sevdiğine huysuzlanmayı… Fakat boncuklar, ayrılığa zorlanınca dayanamadılar. Sanki her biri yanındakine:
“–Ya seninle, ya da hiç!” dedi de, kendini yardan attı. Sanki araya mesafe konmak istenince, çılgına dönüp vârını dağıttı. Hâsılı tesbihin ipi koptu, darmaduman oldu gitti.
Bizimki tebessüm etti duruma, ama içine de ateş düştü. Zira sevdiği için hazırladığı hediye, işte, hiçbir işe yaramamıştı.
“–Ver onları tekrar dizeyim” dedi ya, ne diye bilinmez, mâşuk, o dağılmış boncukları vermedi geri.
“–Hayır, bunlar bende kalacak.” dedi.
Şimdi siz sanırsınız ki, o âşık gelip diğer boncuklara durumu anlatacak:
“–Sevgilim aranızda mesafe bırakmamı istiyor. Gönlünüzdeki yangını hissediyorum ama cânânımın sevinci, sizin hasretinizde gizli…” diyecek de, boncukları ikna etmeye uğraşacak. Hani onlar da nicedir, iyiliklerine mazhar ya, sanırsınız:
“–Sen nice zamandır bizim acımızı dindirirsin. Şimdi, kırk yılın başında gönlünün bir murâdı olur da bizden, hiç «hayır» der miyiz? Tamam, senin mutluluğun uğruna, biz ayrılık ateşine dayanmaya, dağılmamaya râzıyız. Râzıyız, aramıza boşluklar koy, kenetlenmeyelim, tek sen emre mutî ol.” diyecek.
Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Bizimki, uzun yollar aşıp evine geri döner dönmez, hemen yeni bir tesbih dizmeye koyuldu. Fakat ne boncukların iniltisini, ne hasretin segâh dinletisini duydu. Hiçbir şey çalınmadı kulaklarına şu sesten başka:
“–Bu boncukları keşke, az daha seyrek dizeydin…”
“–Bu boncukları keşke, az daha seyrek dizeydin…”
Herkes değil, yâr deyince iliklere işler söz… Bir dem gelir ki, “herkesten, sadece Yâr söyler.” söz… Her yanda sevgilisinin güzelim sesi, her hücresinde onu mutlu etmenin delice hevesi, dizdi, dizdi… Nazı çekilmeye, sözü dinlenmeye alışmış kehribarlar şimdi, “Yâr rızası için heves kurban etmek” neymiş, “Yâr elinde kâh ayrı, kâh yan yana durmak” nasılmış, bunu göreceklerdi.
Nitekim gördüler de. Ayrılık canlarını temelli yaktı, her birinin ateşi birikip, imâmeye ulaştı. Koca bir vücuda baş olmak zordur. Vücutta en küçük bir yer yansa, derdi başı bulur. El, ayak, tırnak, parmak… Ne var ne yok, sıkıntısı başa vurur. O hesap, her bir boncuğun ateşi birleşip, koca bir yangın gibi kendisini sarınca, imâme dile gelip, bizimkine dedi ki:
“–Ey âşık! Sevgilinin rızası için, nice hatırı görmezden, nice hasreti duymazdan geldin. Halbuki gönlün ne kadar hassastır bilirim. Sevdan o nahif yüreğini, nasıl da kavî kıldı. Önceden, boncukların tek bir hüzünlü bakışına dayanamazken, gözlerin, sevgilinin murâdını yerine getirmek derdinden, gayrısını görmez oldu. Kulakların, onun sesinden başkasını duymayı kenara koydu. Bu ne hürmete lâyık bir aşk ki, sevgilinin tek bir sözü, seni önceden alışmış olageldiğin şeylerden bir anda koparıp, bambaşka davranma gücüyle doldurdu. Hiç kimse için yapmadığını, sevgilin için göze aldın. Durumum o ki, sendeki aşka âşık oldum…
Fakat bizimki, imâmeyi dahî duyacak hâlde değildi. İçinde yalnızca bir “talebe tâbîlik derdi” tam da “cân”ının istediği gibi dizdi bitirdi, imâmesi yanık yeni tesbihi... Bu sırada sevgili, teselli gibi bir talepte daha bulundu:
“–Seyrek dizilen taneler için asla hüzünlenme… Zira az seyrek dizilen tesbihi çeken el, o taneleri hep birbirine kavuşturur... Hele bir de yâr eliyse, taneler o ele vuslat yaşarken, birbirine hasretin tadını alırlar. Yâr eliyle; birbirlerine vuslatı hediye eder tanelere, çektikçe tesbihi... Yani, hasrette vuslatı, vuslatta hasreti tadarlar... Hiçbiri eksik olmaz... Aşka güzellik veren hasrettir, gâye vuslattır... Seyrekçe duruş hasreti artırır. Her çekişte vuslat gerçekleşir... Sonra yine hasret, çektikçe yine vuslat... Yani, bitimsiz vuslat yerine hasretle dağlanan, kavîleşen bir sevda, «biteviye vuslatlarla kavî bir aşk manzûmesi» çıkar ortaya... Dertlenme…”
O vakit, ılık bir huzur duydu kalbinde… Yanık imâmeye ve boncuklara son kez baktıktan sonra tez zamanda yollayıp, “pek hoş olmuş” diyerek, sevgili memnuniyetini dile getirince, bizimkinin gönlü şen bir bahçeye döndü de, yanması geçer gibi oldu.
Geçti mi peki? Bitti mi? Bitmedi elbet…
Bâki bu yol, bitecek mi sanırsınız vaveylâsı? Ne sonu, ne rahatı var, adresi “sevgi sahrâsı”… İş ki, seven, sahrâyı gülzâra değişmeye de, sahrâda gülzâr içre ola… İş ki, hatta olmaya, öle, “hiç” kala… O vakit, arada vaha serinliği gibi teselliler sadece… Peşinden tatlı bir oyun: Ölüp ölüp dirilmece… Sonra yine âh, yine gurbet, yine gam… İmâmeyi yaktı ateş! Sevdiceğim, gel söndürme el emân!..
YORUMLAR