İlk Mektep, İlk Öğretmen Farkı

Muhterem Sıdıka Türkmen Hocam, biz sizi evinizde vermiş olduğunuz Arapça derslerinden ve sohbetlerinizden tanıyoruz. Evinizin, yüzlerce öğrenciye ilim öğrettiğiniz bir mektep gibi olduğuna şâhidiz ve bunu takdir ediyoruz. Çocuklarınızın bakımı ve eğitimi yanında, kapınızı ilim öğrenmek isteyen herkese karşılıksız açmanız ve sevgiyle karşılamanız, günümüzde zor bulunan meziyetlerden... Özellikle modernizmin bitip tükenmek bilmeyen meşgaleleri ve yoğunluğu arasında bu çalışmaları nasıl yaptığınızı ve âilenizde nasıl bir eğitimle yetiştiğinizi merak ediyoruz. Günümüz annelerine rol model olması açısından kendi çocukluğunuzdan bahseder misiniz?

Çocukluğumun aklımda kalan en eski karesi, annemin Rahman Sûresi’ni ezber sahnesidir. Kocaman mavi leğende beş çocuğun çamaşırlarını elinde yıkarken yan tarafına dizdiği yastıkların üzerine koyduğu Kur’ân-ı Kerîm’i ve okudukça, sayfalarını -kendi ıslak elleriyle deforme olmaması için- bana döndürmesi… Bir âyeti bitirdiğinde gözlerinin içi parlayarak:

“-Hamd olsun, burası da oldu!” diye sevinmesi…

Annemin sevinmesine, sayfaları çevirerek katkıda bulunmanın mutluluğunu bugün hiçbir şeye değişmem. Sabah erkenden hayata başlaması, elinin sürekli iş yapması yanında, dilinin sesli veya sessiz zikirle meşgul olması, benim kalıcı hâfızama yerleşmiş en önemli eğitim…

Şimdi düşünüyorum da annem, beş çocuklu evin bütün hizmetini kendisi yapardı; ama bunun yanında âyetler onun dâimî mesaisiydi. Eşinin, hiçbir suçu sabit olmadan, 28 Şubat süreci sebebiyle, sırf alnı secde gördü diye mahkûmiyet alması ve memuriyetten ihraç edilmesi, en zor zamanlarında çocukların rızkını temin için yanından ayrılması, aylarca ne zaman geleceğini bilemeden beyini beklemesi ve bütün bunlardan hiçbir zaman şikâyet etmeden, depresyona girmeden teslîmiyetle Rabbine duâ etmesi; bizim de ona yardım için aktif olarak çalışmamızın en önemli dinamiğiydi.

Kur’ân’a olan hassasiyetini, ikiz yedinci ve sekizinci çocuklarına sahip olduğu ileriki yıllarda:

“-Âh, bir de Arapçasını öğrenebilseydim!..” diye terennüm etmesinden ve gurbetten gelen kızlarını ilk gördüğünde Arapça sarf ilminden konular sormasından anlardım.

Çocuklar çoktu, hamd olsun… Evlenenler, evlenesi olanlar, kurstan gelenler, yatılı okula gidecek olanlar... Ama o, en son ikizlerini uyuttuktan sonra, gecenin son çeyreğinde dahî, yaşaran -ameliyatlı- gözlerini silerek eline büyük boy Kur’ân’ını alır otururdu.

Babamın hikâyesi de aynı minval üzeredir. Ondan bana kalan koyu bir hasretti. Zira babam hep gurbetteydi. Okuma-yazma öğrendiğimde, en çok:

“-Babam, seni çok özledim!” cümlesini yazmaktan mutlu olurdum.

Babam geldiğinde bayram, giderken ölüm olurdu benim için… 5 tane çocuğunu gurbette bırakıp gitmesinin sebebi neydi, niyeydi, zaman zaman anlatır ve bizim okuyarak güzel müslüman olmamızı öğütlerdi hep…

Onu her gördüğümde, elinde kitap olurdu. Eşyalardan çok kitapları olan, kütüphane hissi veren bir salonumuz ve uzun gecelerde kitap okuyan babamı hatırlarım. Dışarıdan gelirken kapıyı ilk açtığımızda âyetin Arapçasını okuyup:

“-Söyle bakayım, bunun meâlini…” demesi bizi heyecanlandırırdı. Sonra da gülerek:

“-Kızım ben bu âyeti bugün beş yüz defa tekrarladım da ezberledim, siz elli defa okusanız ezberlersiniz.” diyerek kucaklardı.

Çok güzel Kur’ân-ı Kerîm okur; akabinde mânâsını anlatırdı kelime kelime… Şehir dışına giderken abimi vekili olarak bırakır:

“-Akşamları Riyâzü’s-Sâlihîn okunacak!” derdi.

Abim, babama olan saygı ve sevgisinden mi, hadislere olan düşkünlüğünden mi bilmem, ama her akşam bizi toplar ve muhakkak Riyâzü’s-Sâlihîn okurdu.

Babamın yanımızda kaldığı sayılı dönemlerde, her akşam iki gazeteden en az iki makaleyi kardeşimle bana okutmasını ve üzerinde anlamadığımız kelimeler için açıklama yapmasını da hiç unutmam.

 

 Çocuklar, ilk mektepleri olan âilede ne ile iştiğâl ederlerse, o minvalde ilerliyorlar. Tıpkı güller arasında kalanın gül kokusuyla bezendiği gibi... Âile ve anne olmak çok tesirli... Günümüzde de elhamdülillah böyle annelerimiz var. Ama bunun yanında özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde dilimize girmiş “Kaht-ı Rical” yani yetişmiş devlet adamı ve hakikî âlim azlığı da mevcut... Bir taraftan çok fazla kurslarımız, okullarımız varken bir taraftan da vasıflı, güzel ahlâklı, faziletli, vefâlı insanımız azalmakta… Bu nasıl bir handikap?

Bu, “bilgi ve teknoloji çağı” olarak adlandırılan yaşadığımız çağın en büyük handikabı... Bilginin bol, ama kirli, uygulama alanındaki örneklerin çok, fakat zayıf olması… Filtresiz bilgi akışı, kontrolsüz uygulamayla yan yana gelince kârdan çok zarara dönüşüyor ve toplumun ifsâdına sebep oluyor. Sanki kaşıkla alınan ilaç vasfındaki balın faydası, kürekle verilen zehirle tesirini kaybediyor.

Osmanlı’nın çöküş döneminde ortaya çıkan “kaht-ı ricâl: yetişmiş insan kıtlığı”, tam da bu noktayı, yani, lüks ve refahın artmasıyla birlikte, kalitenin düşmesini; devlet adamlarının ve âlimlerin azlığını ifade etmiştir.

Rabbimiz insanı “halife” seçmiş. Din emanetini, Kur’ân emanetini onun omuzlarına yüklemiş. Ne buyuruyor Rabbimiz:

“Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zâlim, pek câhildir.” (el-Ahzâb, 72)

İnsanoğlu, Rabbinin tevdî ettiği vazifeyi hakkıyla yerine getirince “varlıkların en şereflisi” derecesine yükselmekte, yerine getirmediği takdirde ise, “yaratılmışların en bedbahtı” (esfel-i sâfilîn) derekesine düşmekte...

Bu mânevî enkazın en koyu devrinin şahitlerindeniz. Bu yıkım, insanın şerefini yücelten “halifelik” vasfını yıpratmakla kalmıyor, bütün dünya bu manevî çöküşten payını alıyor. Hava, su, toprak kirleniyor. Bitki, hayvan, insan can çekişiyor. Nesillerimiz saldırı altında, her gün milyonlarca mâsum, hayata gözlerini yumuyor.

Sorumluluğunun farkında olan, Allâh’ın yeryüzünü ihyâya memur ettiği “halife” çocukların yetişmesi için, onları, Rablerini tanıyacakları bir eğitimle buluşturmak ve her dâim önlerinde rol modellerimizi canlı tutmak gerekmektedir.

Öncelikle Kur’ân bilgisinin hakkıyla verileceği güzel bir ortam, onu öğretecek, Allâh’ın Rasûlü’nü her yönüyle model alan eğitimciler ve bu ortamı destekleyecek âileler olmalı...

Allâh’ın yardımıyla, bahsettiğimiz eğitimin bu “üçlü” saç ayağı, kaliteli bir birliktelik oluşturduğunda muhakkak hayırlı neticeler alınacaktır. Elbette zaman zaman imtihan ve kader îcabı bazı fireler olabilir. Ancak genel seviye hep çıtanın üstünde olacaktır.

Bazen peygamberlerin çocuklarında bile tebliğin fayda vermediği kimseler olmuş. Sağanak rahmet yağmurunun altında bir damla bile ıslanmamış nasipsizler olabilir. Fakat bu, o peygamberlerin veya sâlih kişilerin tembellik ettiği, çocuklarının hidâyeti için gayret göstermediği mânâsına gelmez.

Bugün bizim de kendi şuur ve gayret eksikliklerimizi görmezden gelerek, bunu bir mazeret olarak ileri sürmemiz doğru olmaz. Elbette hidâyet Allah’tandır, ama biz de kul olarak beşer planında elimizden gelen bütün gayreti göstermekle mükellefiz. Fedakârlık ve gayret göstermeksizin, kulaktan dolma bilgi ve metotlarla çocuklarımızı kaybediyorsak, onların dünyevî eğitimi kadar, âhiretlerini kurtarmaları için çaba göstermiyorsak bunun vebal ve sorumluluğunu kimseye yıkamayız.

Nefsimizde ve âilelerimizde önceliklerimizi belirleyemediğimiz için gayretlerimiz, kaleyi içerden fetheden siber saldırıların yıkımına uğramakta… Söylediklerimizle yaptıklarımız birbirini tutmadığı müddetçe çocuklarımıza tesir edemeyiz.

Evvelâ herkesin kendi kapısının önünü temizlemesi gerekiyor. Değilse, “toplumun ıslahı” diyerek gayret gösterdiğimiz faaliyetler bile kifayetsiz kalır, bizi dünya-âhiret ateşinden koruyamaz. Biz de kendimizi kandırıp dururuz.

Bize düşen; bizlere emanet olan nâzenin çiçeklerimizin toprağını zararlı maddelerden arındırıp vitamin ve minerallerle zenginleştirmek, bakımını îtina ile yapmak, aynı zamanda mâruz kalabilecekleri olumsuzlukları da ustaca bertaraf etmektir.

Rabbimizin “el-Müheymin” oluşunu, bizi bir an dahî kendi hâlimize bıraksa ne kadar bedbaht olacağımızı iyi düşünerek, çocuklarımız için iyi bir örnek, iyi bir rehber ve iyi bir mürebbî olmalıyız. Vatanın sınırlarını koruyan asker şuur ve dikkatiyle âilemizin îmânının murâbıtı olmalıyız ki evlerimiz, Allâh’ın yeryüzündeki halifesi vasfında mü’minler yetiştiren bir beşiğin zeminini oluştursun.

Bunun için yavrularımızın fizikî-bedenî ihtiyaçlarını karşıladığımız kadar onların psikolojik ve mânevî tekâmülleri ile de ilgilenmeli ve onlara Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi ile olan samimî irtibatımızı göstererek örnek olmalıyız. Onlar, bizim Kur’ân ile ünsiyetimize şâhit olmalıdırlar.

Sözün özü, eğer Kur’ân’dan ayrı kalırsak; lafzından mânâsından, harfinden kelimesinden, sesinden, nefesinden… Anneleri âyetler yerine ekranlar; babaları dış mekânlar beslerse… Evinde oturup çocuklarıyla ilgilenen “gönüllü muhafızları” kınayıp küçümsersek… Hayatımızda örnek teşkil edecek bir güzellik olmadığından, ne kızlarımızda iffet ne oğlanlarımızda mürüvvet ve ne de toplumumuzda izzet kalacak bu gidişle…

Biz uzak kalınca Kur’ân’ın huzur ikliminden; bakan gözümüzü, işiten kulağımızı, düşünen beynimizi kaybettik. Taklitçi modernlik kolayımıza gitti. Belki neticenin bu denli ağır olacağını tahmin edemedik…

 Zararın neresinden dönülürse kârdır anlayışıyla; yeniden okumak, yeniden îman etmek ve âilelerimize, çocuklarımıza sahip çıkmak durumundayız. Rabbim, sırât-ı müstakîmden ayırmasın.

 

Âmin Hocam... Ümidimizi kesmeden, ama rehâvete kapılmadan her an okumaya, çalışmaya, sâlih ve sâdıklarla birlikte olmaya devam etmek, en büyük vazifemiz... Verdiğiniz kıymetli bilgiler ve paylaştığınız güzel hâtıralar için çok teşekkür eder; değerli anne ve babanızı hürmetle selâmlarız. Rabbim râzı olsun, sayılarını artırsın.

PAYLAŞ:                

Seher Küçük

Seher Küçük

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle