İlk Adım

Hadi, artık biz gidelim dürdânem

İvedi at adımını, sebebi var.

Yorulduysan sırtıma bin, zamanı yok durmanın.

Aşkı boş ver, sıkılırsa kendi gelsin ardımızdan

Sakın bakma geriye Yusuf dönmeyecek

Çünkü ben Züleyhâ’yı asla istemedim

* * *

“-Bizimki sıradan bir evlilik de olsa, her kadının gönlünde bir Yusuf, her erkeğin de Züleyhâ’sı olmalı!..” diye başlamıştı sohbetlerine... “Aşksa aslolan çöllere düşmeliydi sevdiği. Ferhatvârî dağları delmese de bütün sorunları çözmeli. Kerem’in de kızın milletine, soyuna, sopuna bakmamasının elbette vardır bir sebebi…” diye devam etti hafif kinâyeli.

“-Allah’tan Kül kedisi’nin ayağı da  otuzbeş numara imiş. Yoksa prensine kavuşamazdı!..” dedi eşi. Sonra da ortalığı germemek için “Ferhat dağı delmeseydi, Şirin Ferhat’ı sevmez miydi?” diye bir soru ekledi.

“-Onların yaşama nedenleri birbirine olan aşklarıydı. Ya bizimki?” deyiverdi cevap olarak, gayr-i ihtiyârî bir iç çekişin ardından…

Derin bir sessizlikten sonra:

“-Âh!.. Hay Allah…” dedi. “Ne yaptım ben?”

Sıradan bir evlilikten şikâyet ederken böylesine sıradan, câhilâne bir sorunun mânâsızlığı da neydi böyle? Eşinin cevabı, elbette o ânki suskunluk olmayacaktı. Bunu çok iyi biliyordu. Ancak bu denli canını acıtacak, yüreğini burkacak ve kendisiyle, evlilikleriyle yüzleşmesine vesîle olacak bir mektup alacağını hiç düşünmemişti.

Hadi, artık biz gidelim dürdânem

İvedi at adımını, sebebi var.

Yorulduysan sırtıma bin, zamanı yok durmanın.

Aşkı boş ver, sıkılırsa kendi gelsin ardımızdan

Sakın bakma geriye Yusuf dönmeyecek

Çünkü ben Züleyhâ’yı asla istemedim

* * *

(….) yıllık evlilikleri süresince pek çok notlar okumuştu; eşinin duygularına, kendisi için hissettiklerine dâir. Peki, neydi onları bu duruma getiren?!. Şu ân önemli olmayan, o ân için de önemsenmemiş bir zamanın hikâyesi… İçine atarak sakladığı, ama unutmadığı kırgınlıkların öyküsü. İsteklerini söylemektense susarak anlaşılma, karşısındaki insandan müneccim olma beklentisi… Sevgilerini kendi sevgi diline göre yaşama isteği.

“-Senin aradığın çift bu dünya üzerinde yok hayatım!... Ama benim var. Sen üzülsen de, değişmeyecek gerçeğin bu olduğunu düşünüyorum.” demişti, beyi… O zaman bu sözlere öyle üzülmüştü ki, susmayı tercih etmişti. Oysa susmasaydı belki bu öykü yazılmayacak, başka aşk öykülerine takılıp kalmaktansa içlerindeki o yüce duygunun peşinden sürüklenip gideceklerdi. İçindeki gururdan sıyrılıp konuşsaydı, üç yüz altmış dört gün hatırlayıp da evinin rızkını temin için didinen, evine dönmek için sabırsızlanan beyinin bir günü unutmasının ya da ekstra bir davranış sergilemeyişinin onu nasıl kırdığını anlatabilecekti. Bu kırgınlığın bir ihmal edilmişlikten mi, sevgi arayışından mı, yoksa kadınca bir zaaftan mı kaynaklandığını konuşabileceklerdi belki de…

“Benimle evlendiğin için çok mutluyum…” yazıyordu ilk mektubunda. Sonra:

“Âileme göstermiş olduğun saygı ve sevgi aynen sana dönecektir.” yazıyordu, küçük bir notunda.

“Evimizi haberli-habersiz misafir getirecek kadar temiz bulduğum için seninle gurur duyuyorum. Ayrıca misafirperverliğin için de teşekkür ederim.” yazmıştı sofradaki peçeteye…

“Evlendiğimiz günlerdeki kadar bakımlı ve özenlisin. Kendini hiç bırakmadın. Sağlıcakla kal.”

“Zorluklara olan sabrına hayranım. Sıkıntılarımız desteğinle hafifledi.”

“Borçlarımızdan dolayı gösterdiğin tutumluluğunu takdir ediyorum. Bayramlık almak için çarşıda buluşalım!”

“Neden bu kadar alıngansın? Susmak çare değil, konuş benimle!..” yazmıştı, kırgın bir gecenin sabahında da…

“Seni seviyorum. Çocuklarımızı da. Benim merhametli refîkama…”

Ve son mektub:

“Hadi, artık biz gidelim dürdânem

İvedi at adımını, sebebi var.

Yorulduysan sırtıma bin, zamanı yok durmanın.

Aşkı boş ver, sıkılırsa kendi gelsin ardımızdan

Sakın bakma geriye Yusuf dönmeyecek

Çünkü ben Züleyhâ’yı asla istemedim

İşte bu son mektub!... Neler anlatıyordu ona, neler hatırlatıyordu. Hastalanıp da uzun süre yatağa bağımlı kaldığı günlerdeki merhameti, bir bebekten farksız aldığı hizmeti düşündü. Bunun sebebi, sade bir başlangıçları da olsa şâşaadan uzak, gelenek ve göreneklerin gölgesiyle korunan evliliklerindeki sevgi ve saygı değil miydi de eşinin duygularını sorgulamaya kalkışmıştı şimdi. Arada sırada beklediği çiçeklerin gelmeyişine ne kadar çok üzüldüğünü hatırladı. Öylesine üzülürdü ki, yorgun olmasına rağmen, yeni doğan bebeklerini ayaklarında sallayarak uyutan eşinden bir teşekkürü bile kıskanırdı. Bu kıskançlığı bazen de o kadar abartırdı ki, eşinin, uyanmasınlar diye kapıyı kapatırken gösterdiği itinayı bile görmezden gelirdi. Çünkü kendi üzüntüsünü eşinin çabalarının üstünde tutmuştu. Bu lohusalık depresyonunda beyinin desteğini hatırladıkça onu yeterince takdir edemediğini farketti ve derin bir “Âh!” daha çekti.

Eşine dâir ilk gözlemlediği davranış, üzerinde kaliteli bir takım elbise gibi duran edebi idi. Nişanlılık döneminde bile konuşurken direkt yüzüne bakmaması, çay bardağını tutarken dahî gösterdiği hassâsiyet takdire şâyândı.

“Hâlâ öyle mi?” diye düşündü. “Evet.” dedi çok geçmeden. İşi dolayısıyla bir çok hanımla beraber çalışmak zorunda kalıyor, ama onlarla olan münâsebetlerini gâyet ölçülü tutuyordu. Hâlâ güven veren bir duruşu vardı. Hâyâ’nın bir erkeğe ne kadar yakıştığını da onun saygısı ile görmüştü.

Bu konuyla ilgili başka bir anısı daha beliriverdi düşüncelerinde. Bir iftar yemeğine giderken, beyinin, üzerindeki kıyafeti gösterişli bulduğu ve “Böyle bir zamanda daha mütevâzi olmaları gerektiğini” kendisine kararlı bir şekilde anlattığı o akşamı hatırladı. O zaman kızmıştı beyine… Şimdi ise beyinin kendisini fark ettiğine, nefsânî arzularına uymaması konusunda gösterdiği çabaya seviniyordu.

“-Dışarı çıkarken bana bir «alo» demenin verdiği güven ve sorumluluğun yanında paylaşmanın da onurunu yaşamış olursun!” demişti, bir özgürlük tartışmasının arasında. Özgür kalmanın nasıl bir esâretin başlangıcı olabileceğini konuşmuşlardı defalarca… Yine de o günlerde vazgeçemezdi özgürlükte satır aralarında…

Neden ve kime karşı idi bu arayış? Boş bir mücadele.

“-Meğer ben köleliğe dünden hazırmışım.” diye sayıkladı. Belki ilk kez bu kadar özgürlükten ve yalnızlıktan korkuyordu. Evlilikleri için ilk kez böylesine çok endişeleniyordu. Günümüzde bir çok çiftin başına gelen şeyin kendi başlarına da gelmesini istemiyordu. Toparlanmak istiyordu, toplamak istiyordu evliliklerini… Sadece çocukları için değil, sadece birlikte yaşadıkları acıların, sevinçlerin hatırı için değil, zaman zaman unutmuş da olsalar Rab’lerinin kalplerine koymuş olduğu sevgi için, arşı titretmemek için vazgeçmeyecekti. O kibardı, fedâkârdı. Güzel ahlâklıydı, cömertti. Sigara içmez, çocuklarını severdi. Âilesine hürmet ederdi. Dostuna hizmet, fakire yardım ederdi, işinde gayret ederdi. Borcuna sâdıktı, emânetine sahipti. Kendisini böyle bir mektupla devşirecek kadar değerli bir eşi vardı ve onun güzel kalbini yeniden kazanmalıydı. İşte bunun için bu sefer kendisi aldı kalemi ve ilk adımını attı.

“Birlikte ne sevinçler, ne acılar yaşadık seninle.

Umutlarımıza kar yağdığı günlerde nice kardelen çiçeklerimiz vardı, bizi bahara götüren.

Ne tevâfuktur, zemheri ayazlar yerini yine serin sabahlara bırakıyor.

Gök gürültüsünden bir çocuk kadar korkarım, bilirsin.

Bilirim ki, böyle yağmur mevsiminde yürümeyi çok seversin benimle…

Rahmet melekleri okşasın yine bizi. Tutsun elimizden gönlümüze götürsün.

Benim gönlümde sen varsın.

Bir buket gül de olsa beklediğim,

Yol kenarından topladığın iki papatya avutur beni!..”

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle