“-Ey ilim yolcusu, menzilin neredir?”
“-Menzilim, ancak yüreğimin murâdıdır...”
İlmin ehemmiyetinin zihin yoluyla bilinip, gönül yoluyla çok da idrâk edilemediği bir zamandayız. İlmin önemini kabul etmeyen yok!..
“-Çoluğum çocuğum eğitim alsın, bilgili kültürlü olsun, âlim olsun, hâfız olsun, dînini öğrensin!” demeyen kimse görmedim.
Lâkin bunun için önceliklerimizi karıştırdığımız, sapla samanı birbirine kattığımız, bazen bu yolda ihlâsımızı kaybettiğimiz; ilmi, sadece statü, makam ve mevkî aracı yaptığımız, acınası bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Hani hadîs-i şerîflerde geçtiği üzere; “ilmi artanın îmânı, ihlâsı, hayreti, muhabbeti artacak”, âyet-i kerimede[1] buyrulduğu üzere “Allah’tan ancak ilim sahipleri hakkıyla korkacak”tı?!
Fakat bizim bu karıştırdıklarımız yüzünden, artan ilmimizle birlikte hadsizliğimizi, kibrimizi; ilmi dünyevî bir metâ olarak kullanışımızı seyretmek zorunda kalmıyor muyuz? Öyleyse bu yolla ilme olan iştiyakımızı, açlığımızı artırmakla birlikte kendimize dönüp gerçekte neye meylettiğimizi de sorgulayalım. Çünkü durgun suyun dibindekileri de tefekkür edip, meylettiklerimizin asıl kaynağını görebilirsek; bu yol, dünyaya mı çıkacak, Rahmân’a mı çıkacak, tahmin edebiliriz. Neticenin meyvesi, niyetin tohumunda gizlidir.
Öncelikle ilmin îman, ihlâs, yani samimiyet zemininde yeşermesi zarurîdir. İlim yeşerecek, meyveler verecek ve nasiplenenlere şifâ olacak bir tohumsa; bu, ancak ve ancak Allâh’ın râzı olduğu niyet tomurcukları taşıyan bir sînede olabilir. Bunun aksi ise şifâ değil, zehirdir.
Bunu anlamak için şu soruları sorabiliriz: İlim tek başına Allâh’a götürür mü? Tek başına güzel ahlâk getirir mi? Gönlü inceltir mi? Bizleri kâmil bir mü’min yapabilir mi? Mü’min bir şahsiyetin gayesi bunlardır. Mü’minin gayesi, Allâh’ın rızâsıdır.
Bilgi, hattâ derinleşilen ilim, bu yolda kullanılan bir vasıtadır sadece… Önemlidir, olmazsa olmazdır. Ama nihâî maksat değildir. Bizi Allâh’a yaklaştırması gereken bir araçtır. Yaklaştırmıyor ise, ya faydasız bir ilimdir ya da mahiyeti itibariyle faydalı bir ilmi gerekli verimliliğe sahip bir zemine ekememişizdir. Veyahut eksikliklerimizi, zaaflarımızı, hastalıklarımızı tedavi edememiş, bunları ilim yolculuğumuzun içine fazlasıyla karıştırmışızdır.
Amele dökülmeyen ilmin sahibi, kitap yüklü merkebe benzetiliyor âyet-i kerîmede[2]... Şeyh Sâdî’nin bu meyanda güzel bir sözü var. Diyor ki:
“Ne kadar okursan oku, ne kadar bilgi edinirsen edin; bilgine yakışır şekilde davranmıyorsan câhilsin demektir.”
Bizler de modern bir câhiliye devrini yaşıyoruz. Bilgiye ulaşmak, artık çok kolay!.. Bu sebeple “bilgi kirliliği” ile uğraşsak da neticede istediğimiz bütün bilgiler, neredeyse avucumuzun içinde... Eskiden âlimler tek bir hadis için günlerce, belki aylarca yol yürüyorlardı. Fakat bilgiye erişim kolaylığı ve çokluğuna ters oranda, yitip giden ahlâkî ve îmânî bir çöküntü içindeyiz.
Ashâb-ı kirâma bakıyorum. O güzîde insanların bazılarının çok ilmi yoktu. Ama ne diyorlardı:
“-Anam-babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!”
Biz ise kitaplar dolusu ilimle, “Nefsim de nefsim!” diyoruz. Oysa Allâh’ın ilimden murad ettiği bu değildi.
Hâlid bin Velîd meselâ... Büyük komutan. Onlarca savaşı zaferle bitirmiş. Yeni müslüman olanlara namaz kıldırmasını istiyorlar.
“-Sen Rasûlullâh’ın sahâbîsisin!” diyerek...
Hâlid bin Velîd istemeye istemeye geçiyor. Fâtiha’yı şöyle böyle okuyor. Sıra kısa sûrelere gelince şaşırıyor, öyle çeviriyor, böyle çeviriyor. O sırada arkadan bir gülme sesi geliyor bu duruma… Namaz bittikten sonra dönüp cemaate bunun sebebini açıklıyor.
“-Ben yeni müslüman olmuştum. Rasûlullah elime kılıç verdi, «Haydi Hâlid, savaş meydanlarına!..» dedi. O gün bugündür savaşıyorum. Kur’ân’ı ezberleyecek zamanım olmadı.” diyor.
Bizler, çocukları 4 yaşında hâfız etsek, bütün ilimleri üzerine boca etsek dahî şu yüreği, şu îmanı veremedikçe, karşımızda ideal bir nesil göremiyoruz. Ki o Hâlid, zaferlerin sebebinin Allah değil de kendisi olarak bilineceğinden korkan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- tarafından en başarılı zamanlarından görevden alınıveriyor. Hiç tereddüt etmeden emre uyup bir nefer olarak aynı orduda savaşa devam ediyor. Bizler ise, ilim sahibi olunca kibrimizden insanlar ilmimize yol bulamıyor.
Başka bir misal ise, Kur’ân’da bahsedilen Bel’am bin Bâûra. İsm-i Âzam’ı bilen, her duâsı kabul olan büyük bir âlim... Hazret-i Mûsâ’nın hicret edeceği şehir halkı, Bel’am bin Bâûra’ya geldiler:
“-Mûsâ ve beraberinde gelen İsrailoğulları bizi öldürmeye geldiler. Ne olur, onların aleyhinde bedduâ et!” diye ısrarla ricâda bulundular. Bel’am, onlara dedi ki:
“-Yanlarında melekler bulunan bir peygambere ve ona inanan mü’minlere bedduâ etmek olur mu?”
Fakat ısrarla onu bu işe çekmek isteyenlerin çabaları netice verdi. Karısına, onu kandırması için birçok hediyeler verdiler. O da bir yolunu bulup, Bel’am’ı bedduâ etmesi gerektiğine inandırdı. Bel’am, İsrailoğulları’nı görebileceği yüksek bir tepeye çıktı. Onlara doğru yöneldi ve bedduâya başladı. Her yaptığı bedduâ kendi aleyhine dönüyor, bunu itiraf ediyor, fakat bir türlü vazgeçmiyordu. Nihayet o hâle geldi ki, bedduâ eden dili uzadıkça uzamış, ağzına sığmaz olmuş, köpek gibi solumaya başlamıştı. Artık İsm-i Âzam duâsını da okuyamıyordu, çünkü unutturulmuştu. Bel’am’ın bu durumu, âyet-i kerîmede şöyle anlatılır:
“(Ey Rasûlüm!) Onlara (Sana inanmayan yahudilere) kendisine âyetlerimizden birtakım hikmetler verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimi yalanlayan (onları hiçe sayan her) kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler. Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür!” (el-A’raf, 175-177)
Demek ki ilim, tek başına bir işe yaramıyormuş. Gönüllerimizde îman, ihlâs ve takvâ tomurcuğu var ise, onu yeşertiyor; dünya isteği var ise, ona hizmet ediyormuş. Bu sebeple ilim yolcusu, bu yola çıkmadan önce ve çıktıktan sonra, her dâim gönlündeki meyilleri sorgulamalı, niyetini tazelemeli, yolunu ayrık otlarından temizlemelidir. Ki yolculuğunun sonu Allah olsun. Rabbim bizleri hayırlı ilim kapılarının eşiğinden uzak eylemesin. Gönlümüzü ise, kendisinden başka bir murâda kaydırmasın. Peygamber Efendimizin şu duâsıyla ilticâ edelim:
“Allâh’ım, fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duâdan Sana sığınırım.”[3] Âmin.
[1] Bkz. Fâtır, 28.
[2] Bkz. el-Cumâ, 5.
[3] Müslim, Zikir, 73; Nesâî, İstiâze, 65.
YORUMLAR