İslâm; ilim, irfan, ahlâk ve fazilet medeniyetidir. İslâm’dan önceki döneme “câhiliye dönemi” denilmesi tesâdüfî değildir. İslâm, insanı mânen yücelten, olgunlaştıran, kemâle erdiren ve iç dünyasında derinleştiren ilâhî bir dindir. Bu dinin temsilcisi ve mensubu olan mü’minlerin de İslâm’ın boyasıyla boyanması; ilim, irfan ehli ve güzel ahlâk sahibi kimseler olması şarttır.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk emri olan “Oku!”; müslümanların kitabı, kâinâtı ve insanı okumasını emretmektedir. Kitap, “Allâh’ın gönderdiği Kur’ân-ı Kerim” ve “Rasûlullâh’ın tatbik ettiği Sünnet-i Seniyye”dir.
Kitap ve Sünnet muhtevasında şekillenen İslâm Medeniyeti, âdeta “bir Kitab”ın anlaşılması ve “bir İnsan”ın hayatının derinlikleriyle tanınıp öğrenilmesi üzerine kurulmuştur. Peygamber Efendimizin yaşadığı dönem, ashâb-ı kirâmın bu mefkûresi ve bağlılığı sayesinde “Saadet Asrı”na dönmüştür.
Müslüman, ikinci olarak kâinâtı okur. Allâh’ın sonsuz ilim, kudret ve sanatının tecellîleri olan varlıklar, âdeta sessiz bir kitap gibi konuşur durur. Müslümanın sadece satırlardaki bilgilerle yetinmemesi; hâdisâta, canlı-cansız varlıklara da ibret ve hikmet gözüyle bakması şarttır. Bazen bir yaprak, bazen bir karınca, bazen bir taş veya bulut; insanın kitaplarda bir ömür boyu bulamadığı hakikatleri terennüm ediverir.
Müslümanların okuyacağı en büyük kitaplardan birisi de insandır. İnsan, kâinâtın kendisinde dürüldüğü büyük bir hazine, Allâh’ın tecellîlerinin tam mazharı olmuş büyük bir sır kitabıdır. Her sayfası çevrildikçe hayretlere düşüren, öğrendikçe bilinmezliğinin ne kadar büyük olduğu fark edilen büyük bir sanat harikasıdır.
Kitaptan, kâinâttan ve insandan öğrendiği ilmini, hakikate ve irfana dönüştüremeyen kişiler, “faydasız”, “kuru bir ilim” elde etmiş sayılırlar. İlmin irfana dönüştüğünün alâmeti, kulun kalbinde takvâ, huşû ve hayretin gitgide artmasıdır. Rabbimiz, bunu “…Kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (el-Fâtır, 28) buyurarak haber vermiştir. Başka bir ifadeyle, öğrendiğimiz bilgiler, bizi Allâh’a yaklaştırmıyorsa, maâzallâh, O’ndan uzaklaştırıyor demektir.
İlim, bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Her ilim sahibinin üstünde daha büyük bir ilim sahibi vardır ve Allâh’ın ilmi, her şeyi kuşatmıştır. İnsanların ve varlıkların sahip olduğu bilgilerin tamamı, Allâh’ın ilmi yanında; büyük bir okyanustan bir terzi yüksüğü ile alınan kadardır. Bu yüzden ilim ve irfan ehline en çok yakışan haslet, tevâzûdur.
Şeytan, ilmiyle kibre kapılmış ve helâk olmuştur. Diğer insanlardan farklı “bir şeyler biliyor olmak”, insanı kibre, gurur ve ucba (kendini beğenmeye) götürebilir. Bu sebeple kul, sahip olduğu bilgilerin, Allâh’ın kendisine bir ikram ve ihsanı olduğunu hiç hatırından çıkarmamalıdır. Kendisine o aklı, zekâyı, hâfızayı veren Allah; ilim öğrenmek için gerekli imkânları lutfetmemiş olsaydı, kulun kendi kendine bu ilmi elde etmesi mümkün olamazdı. Bir de Rabbimiz, dilediği kulundan, dilediği nîmetleri bir anda almasını da bilir. Bu yüzden ilim ve irfan sahibi kullar, her an şükür ve tevâzu hâlinde bulunmalı, ilmin zekâtı ve şükrü mesabesinde olan ilim halkalarını ihmal etmemelidirler.
Âlimin vazifesi, doğru bildiğini söylemek, hakkın yanında yer almak, bildiğiyle amel etmek ve ilimden mahrum olan insanlara, bu ilmi öğretmeye çalışmaktır. Bu vasıflara sahip olan ilim ve irfan ehli ise, Allah katında övülmüş makbul kimselerdir. Rabbimiz, böyle ilim ve fazilet ehillerinin sayısını çoğaltsın, bizleri de onların arasına dâhil eylesin. Âmin.
YORUMLAR