Tarihin silinmez sayfalarına, ecdâdımızın büyük bir destan olarak kaydettiği Çanakkale Savaşı sırasında, Kocadere Köyü’nde, cepheden gelen yaralılara ilk müdahalenin yapıldığı büyük bir sargı yeri kurulur. Bu sargı yerine kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Halepli çok sayıda yaralı getirilmektedir.
Bu yaralılardan biri de, Lapseki’nin Beybaş Köyü’ndendir ve yarası da oldukça ağırdır. Yaranın kendisine verdiği derin ıztıraptan dolayı nefesini dahî güçlükle alıp verebilmektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Derin bir nefes aldıktan sonra şehâdet arzusuyla yanan gönlünden dudaklarına tane tane şu kelimeler dökülür:
“–Ben bir pusula yazdım… Lütfen onu arkadaşıma ulaştırın…” Tekrar konuşabilmek için bir müddet sükût eder, yine derin bir nefes aldıktan sonra, defalarca yutkunarak şu cümleleri sarf eder:
“–Ben… Ben köylüm Lapsekili İbrahim Onbaşı’dan 1 mecit borç almış idim… Kendisini tekrar göremedim. Belki onu görmeden şehâdet şerbetini içmek nasip olur. Ölürsem, söyleyin ona, bana hakkını helâl etsin.”
Bu kahraman Mehmetçiğin son nefeslerinde bile kul hakkına göstermiş olduğu hassâsiyetten dolayı komutanının gönlü dolar, gözleri yaşarır. İçinden, askerinin huzûr-i ilâhîye yüz akıyla varabilme gayreti içinde olmasına hamd ederken, şu sözleriyle onu tesellî etmeye çalışır:
“–Sen hiç merak etme evlâdım. Onu bulur ve senin için kendisinden helâllik alırız inşâallâh!”
Bu kısa konuşmanın ardından o yiğit Mehmetçik, komutanının kollarında şehâdet şerbetini içer. Son sözü de:
“–Söyleyin ona, bana hakkını helâl etsin!” cümlesi olur…
Aradan çok fazla zaman geçmez. O sargı yerine sürekli yaralılar getirilmektedir. Hattâ bunlardan birçoğu, daha sargı yerine ulaştırılamadan şehid düşmektedir. Bu şehidlerin üzerinden çıkan eşyalar ve künyeler ise derhal komutana ulaştırılmaktadır. İşte yine bir künye ve yine bir pusula…
Komutan, az evvel yaşamış olduğu hâdisenin gönül dünyâsında meydana getirdiği hâlden henüz kurtulamamışken, getirilen pusulayı okur ve okuyunca da olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne vücûdunun gayr-i irâdî titremesine engel olabilir, ne de çağlayan hâlinde akan gözyaşlarına…
Pusuladaki not şöyledir:
“Ben Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e 1 mecit borç vermiş idim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben de onu bir daha göremem. Arkadaşım kul hakkı husûsunda çok titizdir. Kendisine söyleyin, tedirgin olmasın, ben ona hakkımı helâl ettim.”
İşte kul hakkını çiğnemekten titreyen hâlis bir gönle, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ bir ihsân-ı ilâhîsi!..
{
Bütün dünyâ şâhittir ki, Çanakkale’de askerimizin maddî gücü, düşman karşısında yok denecek kadar azdı. Nitekim Mehmetçik, bazen ayağına giyebilecek bir postalı, bazen sırtına geçirebilecek bir kaputu, bazen de düşmana atacak bir mermiyi bile bulamıyordu. Lâkin sîneleri îman dolu o şanlı neslin sâhip olduğu metafizik güç, düşmanın maddî gücünü bertarâf etmişti.
Çünkü mâneviyat, maddeden üstün gelince, onu tesiri altına alır. Nitekim Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı târihçi Hamilton da, bu hakîkati şöyle îtiraf etmiştir:
“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..”
Böylece îmanlı ordumuz Çanakkale’de, sadece kahramanlık ve cesaret destanı değil, aynı zamanda sahip olduğu mânevî olgunluk bereketiyle de bir fazîlet destanı yazmıştı.
Bu kıssa, o savaşa iştirak eden askerlerimizin;
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
“(Allâh’ım!) Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” (Fâtiha, 5) âyet-i kerîmesinin şümûlüne giren bir gönle sahip olduğunun müşahhas bir misâlidir. Böyle bir gönül kıvamına sahip olanlar için vaad edilen te’yîd-i ilâhî ise âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:
“…Nice az sayıda bir birlik, Allâh’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir…” (el-Bakara, 249)
Yüce Rabbimiz, kendisine karşı işlenen hatâ ve günahları affettiği hâlde, kul hakkını ilâhî affının dışında tutmuş; onu, zulme uğrayan kulunun arzusuna bırakmıştır. Dolayısıyla, herhangi bir kul hakkı sebebiyle tevbe edecek olan kişinin, evvelâ hakkını yediği kimseden helâllik alması şart koşulmuştur. Zira helâllik almadığı takdirde kişinin kıyâmet günü düşeceği durum, hadîs-i şerîfte şöyle bildirilmektedir:
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Aksi takdirde, kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktârınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)
Âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:
“Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.” (el-Bakara, 48)
Yani, bu dünyadan insanların haklarını yüklenerek âhirete giden kimsenin oradaki hâli, yalnız büyük bir hüsran ve perişanlık olacaktır. Ve orada ne kaçılacak bir mekân, ne de geri dönmeye bir imkân vardır.
Âhiretin bu dünyadaki provası demek olan hac ibâdetine kul hakkı ve haram lokmayla gidilmemesi hususunda Peygamber Efendimizin şu ikâzı ne kadar dehşetlidir:
“Kim bu Beyt’i, haram kazançtan elde ettiği parayla ziyâret ederse Allâh’a itaatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder, ihrâma bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra; «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:
«Sana ne lebbeyk ne de sa’deyk! Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!»
Fakat kişi helâl parayla hac yolculuğuna çıkar, bineğinin üzengisine ayağını basıp onunla hayvanını hareket ettirir ve «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:
«Lebbeyk ve sa’deyk! Sana icâbet ettim. Çünkü senin bineğin helâl, elbisen helâl, azığın helâldir. Haydi çok büyük sevaplar elde etmiş ve hiç günâha girmemiş olarak dön! Seni memnun ve mesrûr edecek şeyle karşılaşacağın için sevin!»” (Heysemî, III, 209-210)
Bu hakîkatleri ümmetine tebliğ ve tâlim buyuran, şefkat ve merhamet ummânı Efendimiz r, son nefeslerinde dahî mübârek sesleri kısılıncaya kadar şu iki tâlimatı vermeye devam etmişlerdir:
1.(Kulun Rabbiyle mülâkâtı olan) namaz husûsunda Allah’tan korkun.
2.Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun… (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Yâ Rabbi! Kul hakkı husûsunda, müsterih bir vicdan ile huzuruna varabilmeyi, bizlere lutf u kereminle nasip ve müyesser eyle!..
Âmîn…
Spot-1
Bilgi, hikmet, aşk ve merhamet; helâl lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma haramdır. (Hazret-i Mevlânâ)
*
“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..” (General Hamilton)
Spot-2
Mânevî gücün, maddî gücü bertaraf etmesinin müşahhas misâli…
YORUMLAR