Çukurova ender gördüğü soğuklardan birini yaşıyordu. Gün boyu süren yağmurun oluşturduğu göletler sabaha karşı buz tutmuş; güneşin bulutlardan sıyrılabilen ince ışıklarının buzdaki akisleri, etrafa dağılmış mücevher görüntüsünü almıştı. İşlerine yetişme çabasındaki insanlar, keskin ayazdan korunmak için gözlerini bile atkılarının ardına saklamışlardı. O kadar dar bir çizgiden bakıyorlardı ki, etraflarına; duvarın dibinde uyuşmuş, artık neredeyse donmak üzere olan çıplak ayaklarını indirip kaldıran Ahmet’i ve kendine artık kısa gelen eski kazağın kollarını çekiştiren İbrahim’i fark etmiyorlardı.
“–Artık soralım.” dedi Ahmet.
“–Kime soracaksın?”
Kendilerine doğru gelen kırk yaşlarındaki kadını işaret ederek:
“–Her geçene sorun demediler mi? Şu gelene soralım.”
Kadın yedi-sekiz yaşlarındaki bu iki çocuğun kendi hakkında konuştuğunu fark edip, onlara yaklaşınca yavaşladı. Bundan cesaret alan İbrahim, takırdayan çenesini zaptetmeye çalışarak:
“–Şey, teyze bir ekmek parası verir misin?”
Ahmet atıldı:
“–Yüz bin lira bile olur.”
Kadın gördüğü manzara ve duyduklarının şokuyla bir an düşünüp:
“–Sakın bir yere ayrılmayın, ben hemen geliyorum…” dedi.
Koşar adım bakkala gidip dışarı çıkmasına sebep yağı ve ekmeği aldı. Döndüğünde çocuklar bekliyordu.
“–İsterseniz bu ekmeği alırsınız, isterseniz de sizi evime götürür sıcak sobanın başında sıcak çay ile güzel bir kahvaltı hazırlarım. Ne dersiniz?”
Aslında cevabını bildiği bu soruya aldığı cevap da beklediği gibiydi. Üçü bir eve doğru giderken:
“–Bu arada adım Emine. Benim de sizin gibi çocuklarım var, ama onlar sizden biraz büyük. Sizin isimleriniz ne?”
Daha büyük görünen esmer çocuk:
“–Benimki Ahmet…”
Kumral ufaklık;
“–Benimki de İbrahim…”
“–Ne güzel, peygamber isimleriymiş isimleriniz, daha çok sevdim sizi.”
***
Çocukların şaşkın bakışları arasında, selâm vererek girdi eve Emine Hanım. Çocuklar içeriyi arayan gözlerle bakınca:
“–Çekinmeyin kimse yok. Siz elinizi ayağınızı yıkarken kahvaltınız hazırlanmış olur.”
Az sonra sofranın başına oturan çocuklar, belki de hayatlarında ilk kez bu kadar çeşit olan bir sofraya oturuyorlardı. Karınları doyunca Emine Hanım, çocukları konuşturmaya uğraştı:
“–İbrahim ailen nerde senin yavrum? Bu soğukta aç karnına dışarı çıktığına göre yanında değiller. Annen nerde?”
“–Annem bizi bırakıp gitti. Hem de başka…”
“–Ya baban?”
“–Babam hapishanede!..”
“–Peki kimin kimsen yok mu, nerde kalıyorsun?
“–Ahmetlerde kalıyorum.”
Ahmet tasdikleyip durumu anlattı:
“–Benim de babam bizi bırakıp gitti. Annem de sonra evlendi. Yeni kocası bizi istemedi. Bize:
“–Gidin!” dedi biz de ablamla evden ayrıldık. Bir çadır bulduk ve şimdi İbrahim, ablam, ben o çadırda kalıyoruz.
“–Ablan ne yapıyor?”
“–Ablam ev temizliyor. Bize o bakıyor, ama bu gün ekmeğimiz kalmadı. Biz de sizden istedik.”
Emine Hanım çocukları dinlerken gözyaşlarını tutamamıştı.
“–Bir anne çocuğunu nasıl bırakır?” diye söylendi.
İbrahim ve Ahmet’in bu kadar rahat olmalarını ve olayları masal gibi, hiç burkulmadan anlatmalarını garipsedi. “Şu çocukların hâline bak, anneyi bilmeden, sevgiyi tanımadan büyüyorlar. Güveni de tanımaz böyle çocuklar, ama bunlar pek rahat. Başka çareleri yok besbelli.” diye düşündü. Gözünü daldığı yerden çektiğinde, çocukların uyumuş olduklarını gördü. Üzerlerini örtüp düşünceye daldı.
Çocuklar uyandığında akşam olmak üzereydi. Emine Hanım:
“–Durun amcanız gelince gidersiniz, hem o sizi bırakır.” dediyse de dinletemedi. Sadece cumartesi tekrar geleceklerine dair söz alabildi.
***
Akşam eve gelen Ebûbekir Bey, eşi Emine Hanım’ı iki gözü iki çeşme bir halde buldu. Sormasına fırsat kalmadan Emine Hanım olan biteni, çocukların perişan hâlini, İbrahim’i, Ahmet’i, cumartesi tekrar geleceklerini, yani güne dair her şeyi bir çırpıda anlattı.
Ebûbekir bey:
“–İyi yapmışsın. Cumartesi bir de ben göreyim şu çocukları.” dedi.
“–Bey, İbrahim çok çaresiz bir çocuk, yani biz onu alsak. Babası da hapisten çıkıp çocuğunun iyi olduğunu görünce belki bize bırakır ya da biz iknâ ederiz. Değil mi?”
“–İyi, olmasına olur da dur bir bakalım çocuklar nedir, ne değildir!.. Hissî davranıp bir hata yapmayalım. Bu işlerde iyi düşünmek lazım. Hele bir Cumartesi olsun.”
Bu cevap Emine Hanım’ın hoşuna gitmese de eşine hak verdi ve sabırsızlıkla cumartesiyi beklemeye başladı.
***
O hafta nedense cumartesi gelmek bilmemişti...
Çocuklar geldiğinde evin oğluyla önce berbere gönderildiler. Sonra sıcak birer banyo yaptılar. Haftalardır sıcak banyo görmeyen vücutlarından çıkan su, çamur gibiydi. Banyodan çıkıp temiz kıyafetler giydiklerinde; birkaç ton daha açık ten rengine sahip, farklı çocuklar olmuşlardı. Yemeklerini de yiyince Ebûbekir Bey çocukları karşısına alıp:
“–Emine Teyzeniz sizi çok sevmiş. Bana sizden çok bahsetti, ama hikayenizi bir de sizden duyayım.”
Çocuklar huzursuz birbirlerine baktılar. Emine Hanım çocukların rahatsız olduğunu fark edip:
“–Bey, çocuklar senden çekiniyor. Üzerlerine gitme. Biliyorsun ne olduğunu.”
“–Benden niye çekinsinler, biz sadece biraz sohbet edeceğiz. Hadi çocuklar başlayın.”
Ahmet ezberden başladı.
“–Bu İbrahim, ben Ahmet. Annem babam öldü. İbrahim’in annesi gitti, babası askerde. Ablam, ben ve Ahmet bir evde yaşıyoruz. Bize komşular yemek getiriyor.”
Ebûbekir Bey ve Emine Hanım duyduklarına çok şaşırdılar, hele Emine Hanım. Çünkü anlatılanlar hikayenin kötü bir kopyası bile olamazdı. Bir kere Ahmet annesinin yaşadığını söylemişti. İbrahim’in babası, iki gün önce hapishanedeyken şimdi nasıl askerde olabilirdi? Ve yine iki gün önce eve abla bakıyor ve yemek getiriyordu. Ayrıca iki gün önce çocukların eline iki torba dolusu çocuklarının küçülmüş kıyafetlerini tutuşturduğu hâlde çocuklar yine ayakları yalın ve eski kıyafetleriyle gelmişlerdi. Ve tabii ki, banyodan sonra çocukların kıyafetlerinden temiz giyinmişlerdi.
Ebûbekir Bey ve Emine hanım durumu bir süre oda dışında değerlendirdikten sonra olayı yerinde görmeye karar verdiler. Mantıklı açıklamaları olabileceği; sû-i zanda bulanmamaları gerektiği konusunda anlaştılar. İçeriye girince Ebûbekir Bey:
“–Hadi çocuklar akşam olacak. Dışarıda yağmur var, sizi ben bırakayım.” dedi.
Çocuklar bu habere hiç sevinmediler:
“–Ablam görürse bize kızar, hem evimiz yakın, demiryolunun hemen aşağısında…”
Sol muydu, sağ mıydı, düz ilerle, diye yolun kısalığını anlatma çabasına düştüler. Osman Bey iyice huylandı. Çocuklara:
“–Bak oğlum, açık konuşayım. Eğer bana evinizi gösterirseniz size lâzım olan her şeyi elimden geldiğince karşılarım. Ama evinizi göstermezseniz, bunlar benden bir şey saklıyor diye düşünür, çoluk çocuğumun rızkını bilmediğime veremem. İşinize gelirse…”
Çocuklar seslerini çıkarmadan evden çıktılar. Çıktılar, ama Emine Hanım’ın içi rahat etmedi. İşin aslını öğrenmek için oğlunu peşlerine taktı. Beş dakika sonra gelmesi beklenen çocuk yarım saate yakın gelmedi. Ev halkı artık telaşlanmaya başlamıştı ki, zil çaldı. İyice üşümüş olan çocuk:
“–Anneciğim, üzülmeni istemem, ama çocuklar buradan çıkınca, az ilerde üstlerindeki temiz kıyafetleri çıkarıp kirlilerini yerleştirdiğin poşete koydular. Yine kirli elbiselerini giyip dedikleri yönün tam aksine tren yolunun üst tarafına doğru epey gittiler. Şehrin dışına doğru gidince korktum, gitmek istemedim, ama merak… Vurguncuların mahallesine girdiler. İnanmazsın mahallede herkes onları tanıyor. Mahallenin bakkalı bile. Bakkala sordum, adam:
“–Oğlum, git bu saatte buralarda gezme, burada herkes birbirini tanır, yabancı girsin istemezler. Hem çok safmışsınız, onları herkes bilir. Çocukları çekirdekten alıştırmak için aç-çıplak bırakırlar sokağa. Onlar da becerikliyse hırsız olur, yok safsa dilenci olur.” dedi. Ağzım açık dinlemişim. Sonra da bana:
“–Ağzını kapa da git.” dedi.
Emine Hanım da âdetâ çömüştü. Bu kadar masum yüzlü çocuklar nasıl da yalan söylemişlerdi. Ama aileleri sokağa zorla çıkarmasa çıkmazlardı o soğukta elbet. Bir çocuklara, bir kendine, bir de çocukların ailelerine kızdı. Sonra dönüp bir daha ailelerine kızdı. Sokağa çıkan o iki çocuk beceriklilermiş ki; kalbinden bir parça şefkat, bir parça güven ve anlamadığı kocaman bir şeyi nasılsa almış; belki de ilk defa olmamak üzere kocaman bir hırsızlık yapmışlardı.
Yine de her sokağa çıkışında o duvarın dibinde gözleri onları aradı. Bulsa:
“–Neden?..” diyecekti, ama bir daha hiç görmedi. Çünkü Ahmet ile İbrahim öyle ürkmüşlerdi ki, bir daha o mahalleye hiç uğramadılar.
Çünkü hayatlarında ilk kez karşılıksız sevgiyi, merhameti, güveni görmüşlerdi.
Çünkü bu onların ilk kocaman hırsızlıklarıydı.
Ve merhamet, güven ve sevgi, onlara o kadar yabancıydı ki…
YORUMLAR