Bazen sadece bir kişi, bin kişiye bedel gibi...
Bini olmasa olur da, olmasa olmaz o biri...
İhvan, kardeştir. Hani, “Mü’min mü’minin kardeşidir.” buyuran Habîbullâh’ın haber verdiği gibi… Biyolojik bir bağı olsun ya da olmasın, “Gardaşım!” diyebildiğin kişi… Bir anadan değil, bir babadan doğduğun, “can” diye seslendiğin insan…
Her birinin yaşı, cinsiyeti, maddesi ve rûhâniyeti başka başka; fakat onları bir araya getiren öyle bir kuvvet ki, adı “Can baba!” Hangi elde yetiştiğini söylemeden, bir talebeyi, bir insanı anlamak mümkün olabilir mi? Elbette hayır. Mâdem ki böyledir, ihvândan evvel, babadan bahsetmek lâzım gelir. Destur diyelim de öyle başlayalım; zira ondan bahsederken edeple dönen bir dile, aşkla yanan bir gönle ihtiyaç var:
O, başkasına benzemez. Evlâdının gönlündeki derinliklere nüfûz ederken, işinde öyle mâhirdir ki, duymazsın bile, belli etmez. Zaten, sana, senin hâlini hissettirecek olsa, utancından mahvolursun. “Gözsüz görme dersleri”ni bizzat kendisi vermektedir. Sanır mısın ki, her bir hâlini görmez!? O, yanında ol ya da olma, karşısına otur ya da oturma, Allâh’ın izniyle, seni seyreder. Canların babasıdır, kolay değil! Canın yandığı vakit, senden çok yanar, senden çok gözyaşı döker. O can baba, Habîbullâh’ın vârisi olduğundan:
“-Ümmetî ümmetî!” diye yakaran Rasûl’e benzer de:
“-Evlâdım, evlâdım!” diyerek ağlar.
Kendi derdini, bizim derdimizde unutmuş, mesâîsini evlâtlarının yetişmesine adamış, mübarek bir vazîfenin, yorulmaz eri olmuştur. Kırmaz! Hakk’ın takdirinden de öylesine râzıdır ki, kırılmaz.
Bilirsin. Kimseler tutmasa o tutacak ellerinden, kimseler bakmasa o bakacak yüzceğizine… Kapısında beş dakika dolanmak bile ferahlatır. Ve o, kapısını evlâdına sonuna kadar en fedakâr şekilde açmıştır. Onun tebessümüne vesîle olmak, ne büyük nimet ve hüznüne, kederlenmesine yol açmak ne büyük vebaldir! Sadece ayağını değil, kalbini, zihnini, her yanını denk almak yaraşır onun evlâdına... Sadece karşısındayken değil, her an, her yerde… Zaten ona aşkla bağlı olan için, huzurdan gayrı yer kalmaz ki!.. “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” (el-Kâf, 16) buyuran Allâh’ın sevgili dostudur O! Dost, dostun ahlâkından nasip alır. Ve işte böylece, seyrime her an dalan, ben kendisinden gâfil olsam da benimle dolanan, kontrolü, görüşü ve duâsı altında her türlü imtihanı başkalarından daha rahat atlatabildiğim, varlığı, sanki cennet huzuru ve yokluğu, sanki cehennem çukuru olan bir şefkat, firâset ve asâlet âbidesidir O!..
Sever, sevilir. Gönlü engin bir samimiyet merkezi olduğundan, Allah ona sayısız yardımcı gönderir. Mesûliyeti ağırdır; fakat mâşuku Hak olan için, her zorluk aşılasıdır. Nefsi için istemez. Nefsi için sinirlenmez. Hevâsından söz etmez. Vârisliğinin hakkını vermek, kendisi de son nefeste yalnızca îman ile Rabbine ermek derdindedir. Biriktirmez, dağıtır. Nice sırla yüklüdür de çatlamaz. Sorumlu olduğu nice insan vardır da, birini bile unutup da atlamaz.
Vefâ da, cefâ da ondadır. Yükümüzden beli bükülmez, nûru çoğalır. Derdimizden yıkılmaz, daha da derin bir heybet kazanır! Mâdem ki can baba böyledir, evlâdı da ondan elbet nasip alır. Şimdi biraz ihvâna bakalım hele, onda durum nasıldır:
Hani “Can gardaşı”dır ya ihvan. Dersin ki bazen, “yâhu, akrabamla bile böyle yakın hissetmiyorum. Onlarla bile bu kadar sık görüşmüyorum.” Öyle başkadır. Öyle özel… Evine vardığında, buzdolabını rahatça açıp atıştıracağın, anahtarını gönül ferahlığıyla bırakacağın, “Ciğer pârem!” diyebileceğin, seveceğin ve sevileceğin, Allâh’ın izniyle “emîn” olduğuna inanıp, her bir şeyini teslim edebileceğin insandır ihvan!
Gündüzünü Hak rızâsını kazanma ve Hak’tan râzı olma kaygısıyla yaşayan, gecesini hataları ve günahları için ağlamakla sabaha vardıran gönüldür o… Herkes gibi değildir. Virdi vardır. Sohbeti vardır. Kimsesi olmasa da başını yaslayacağı “pür nûr” bir omuz vardır. Mürşidinin, yani gönül tabîbinin omzu…..
İhvana “mürid” de derler. Mürşidinin ardında, onun yolunda yordam öğrenen, hamlıklarını aşk ateşiyle olgunluğa çeviren nasipli adam yani! Yani Hakk’a giden! Yani derdi Hak olan! Yani kendisinden, bu sebeple hiç şeytanlık ummadığın! Güvendiğin, sevdiğin, inandığın adamdır ihvan!.. Hani, “Müslüman, elinden ve dilinden insanların emîn olduğu kimsedir.” hadisindeki fâildir. Öyle sanırsın.
İhvan, en fazla affedendir. Karşısına hangi kusur çıkarsa çıksın, sevgiyle setredendir. Onun düzeltmesi, kardeşine gıyâbında ettiği duâyla… Düzelmesi, nefsini daha çok sorgulamasıyla… Aynasına en çok bakandır, ihvan! Hani, mü’min de mü’minin aynası ya, kendini daha net görmek için, en çok bakışandır. Tümseği, çukuru, puslusu, paslısı, yenisi, eskisi… Ayna işte hepsi!
İhvan nedir, bilir misin? Bütün bu ideal tariflere rağmen, yine de pek sevdiğin ve güvendiğin için, belki de en ağır imtihanları kendisiyle yaşayacağın kişidir. Beş parmağın beşi bir değil ya hani, ihvanın da hepsi bir değildir. Büyükler bunu şöyle târif ederler:
“-Kimisi yüzde beş, kimisi yüzde doksan beş.”
Yüzde yüz ihvan yok mudur, böyle mürid yok mudur? Yüzde yüz oldun mu zaten “mürşid” oldun be kardeşim. Bir tek o kemâle ermiştir, gerisi hep eksik! Gel gör ki, bazı “eksikler”, o kâmili diline itirazla dolamış da, “bence” demeye alışmışlardır. Kimi ihvan, mâazallah, mürşidinden bile çok bilir(!).. Kimi ise mâşaallah, en güzel şekilde haddini bilir.
Çocuk gibidir ihvan... Kimisi bir bakışla, kimisi korkutmayla, kimisi de tokatla yola gelir.
Bazen, şaşarsın ihvanla yaşadıklarına.
“-Nasıl olur?” dersin, “Bunu bana nasıl yapar!?”
İyi bil ki, eğer o ihvan ve sen de benim gibi aşk yolunda çömez bir talebe isen, başına gelen her şey senin daha iyi olman, daha olgun bir müride dönüşmen içindir. Olanlar sana ağır, şer ve kötü görünebilir. Hani sana rahmet, sana nimet, sana lutuf gelen ve geldi diye pek sevindiğin işler var ya, onların zekâtı say, beğenmediğin diğerlerini…
Sen, kendisiyle imtihan edildiğin, canını yakan her kardeşle birlikte, yoldan çıkmaya kalkıyorsun. Pireye kızıp yorgan yakmaya niyetleniyorsun. İyi bil ki, gözlerini ve gönlünü rabtetmen gereken kişi mürşidindir. Sen, eğer ihvânın kusurunu yola ve bütün diğer yolculara isnad edersen, pek ahmakça bir iş etmiş olursun. O vakit, müslümanların nicesinin de hâline bakıp dinden mi çıkacaksın? Bu mudur yapılması gereken?! Elbette hayır! Sen, ihvânında “kusur” olarak gördüğün bir hâl, ucu sana dokunmuş ve ciddî bir zarara girmene sebep olmuş bile olsa, yolunda kal! “Gak ile gelip, guk ile giden” gibi olacaksan, zaten hiç adam olmamışsın demektir. Bir de şunu unutmayacaksın: Kişi, kınadığını yaşamadan ölmez! O hâlde gel, ihvânın kusuruyla meşgul olmayı bırak da, dönüp tekrar tekrar aynada kendine bak.
Kardeş dediğin nedir ki… Nihayetinde Kâbil de Hâbil’i öldürdü. Demek ki, ölümün bile kardeşinin elinden olabilir. Yaşadığın sürece her şey mümkün… Duâmız, umudumuz o ki, ihvan dediğin, Kâbil olup kıymasın cana... Fakat hikmeti gereği yaşanırsa böyle işler, buna da şaşma. Sana yaşattığı ağır imtihanlara bakıp da, bu ne biçim iştir deme. Bu, öyle bir iştir işte! İtirazdan ikiye ayrılacak olsan, feryat figan bağırsan, hazımsızlıktan çatlayacak raddeye gelsen, değişmez! Takdir edilmiştir. Belki yaşamışsındır, belki de yaşayacak… Hikmetini ara! Hayra yor! Baktın ki buna gücün yetmedi, say ki kötü bir rüya gördün, dön soluna tükür!
Sen nasıl görürsen gör, senin nasıl bir mürşidin varsa, onun da vardır. Eğer kardeşler, kendi aralarında kavgaya tutuşmaya, ceza kesmeye kalkışırlarsa, bunun sonu da gelmez, hayrı da olmaz!.. De hele, baba niye vardır! Ve de hele, baba evladını senden daha iyi tanımaz mı? Söyle, cezâ yetkisi çocukta mıdır, yoksa babada mı? Hem sen haddini aşıp da, kardeşine cezâ vermeye kalktığın vakit, nefsinin işi ne ki, coşar da seni yoldan çıkartır. Haklı iken haksız, canlı iken cansız düşersin. Senin canın ve canlılığın rızâda değil mi?! O hâlde ne diye hikmetini çözemediğin her işte, yeni bir itiraza düşersin!?
Bir düşün de insafa gel! Senin hata yapma payın var da, kardeşinin yok mu? Hayırda ortaklık var da, hatada ortaklık yok mu? Hep en ideal ve en kâmil tavrı beklerken, “Ben ne kadarım ki?!” diye sordun mu? Tamam, hiç olmayacak bir hareketle mağdur edilmiş, hattâ düşmanından bile görmeyeceğin tavrı görmüş de olsan, dön de hikmete bak! Vallâhi, ihvânının eliyle göreceğin zarar, düşmanının eliyle göreceğin hayırdan daha iyidir. Çünkü ne olursa olsun, hâli, kapasitesi, kâbiliyeti ne kadar olursa olsun, ona bir “Hak dostunun” nazarı değmiştir.
Bilir misin, ihvânın hatası neden güzeldir? Çünkü o, nefsine yenik düşüp bir yanlış etse de, ardından tevbe etmesini ve mahcup olmasını bilir. Bunu dedim diye sanma ki, hepsi aynı derecede biliyor bu işi... Hayır, öyle değil! Fakat işte, o yoldadır ve seni de elinde tutanın elindedir.
Kardeşinden ötürü ne kadar canın yanarsa yansın, babanın hatırını unutma! Sakın kendi kendine silmeye, itmeye, atmaya kalkışma! Eğer cidden hak ediyorsa, o “ârifler şâhı” zaten gereğini yapmasını senden daha iyi bilir. Cezâ ve şikâyet değil, af tarafı ol ki, sen de en az onun kadar affa muhtaçsın. Ne o, yoksa kardeşinin hatasını gözünde büyütüp de, kendi yanlışlarını unutan mı olacaksın? De hele, nerede kaldı o zaman, nefsini sorgulama edebin?! Nerede kaldı, her gece ismini anıp ahlâkına imrendiğin Hazret-i Ebûbekir’in:
“-Beni öyle büyüt, öyle büyüt ki, cehennemde başka kimseye yer kalmasın!..” yakarışından alacağın nasip?!
Biliyorum. Her durumda yine de dönüp:
“-Bu da nefsimin kötülüğünden oldu.” demek kolay iş değil.
Yediği tokadı hak ettiğini düşünmek, “Bu da işte şu hatamın kefâretidir.” diyebilmek, her babayiğidin harcı değil! Biliyorum, vurana vurmak, kıranı kırmak ister nefis. Ama sen, zoru başarmaya azmetmeyecek ve zahmeti rahmet bilmeyeceksen, de hele, bu yolda işin nedir?! Hem bilmiyor musun ki, Allah merhametlilerin en merhametlisi, affedenlerin en güzelidir… Ve eser, elbette müessir değildir; ama müessirden bir ses verir… Sen Rahmân’ın eseri değil de nesin? Şimdi belki:
“-Ya adâlet!?” diyeceksin, “ya suçluların cezâsı!?”
De ki, mâdem o kadar adâlete âşıksın; cesâretin varsa, önce kendin için iste. Ama eğer buna güç yetiremiyorsan, kendin için Allah’tan rahmet dileniyorsan, “gerçek îmana ermenin, kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemekle mümkün olduğunu” hatırlatırım. Allâh’ı en çok Rahmân ve Rahîm isimleriyle anan sen, ne olur ki, kardeşlerin için öyle olsan!? Varsa çok haklı bir “âh”ın, zaten, yerde mi kalacak sanırsın?!
Seni, en ihtiyaç duyduğun anda yapayalnız bıraksa da, ihvan ihvandır. Orada sana, “Allah’tan gayrı dost yok!” dersini, o kardeşi vesîle ederek vermişlerdir. Ummadığın taş olup başını yarsa da ihvan ihvandır. Onu taş eden, elbet senin başını kavîleştirmek dilemiştir. Hem sanki senin başın çok mu yumuşak! Kim bilir onun da canı, sana çarpmakla nasıl acımıştır!
Yine de:
“-Yok, dayanamıyorum!..” diyorsan, o vakit mesafe koy.
Bu sünnettir. Yine de düşün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“-Bana fazla görünme!..” buyurduğu Vahşi kadar da mı zâlimlik etti sana kardeşin? Değilse, kime bu tafran, neye bu nefretin?
Zannediyorsun ki, ihvan melektir. Yâhû değil! Sen ne isen, o da odur! Yani insandır. Yani beşerdir. Çiğ süt emmiştir. Sanma ki, adı ihvan olmakla sütten çıkmış kaşık oldu. Bazen çocuk, bazen deli, bazen gafildir. Bazı günahkâr, bazı cüretkâr olabilir. Dedikodunu eder, hatta kuyunu kazar. De ki işte, kardeşse, Yûsuf -aleyhisselâm-’ı kuyuya atan da kardeştir. Yalan söyler, kandırır, her bir günâha düşer. Sanıyor musun ki, ihvan hep hayra götürür. Yok, bazen de uçurumun kenarına götürür. Ama yine de ihvandır. Yüze vurmak yoktur! Şeytana bakar gibi bakarak aşağılamak yoktur! Neden? Çünkü uçurumun kenarına geldiğinde:
“-Allâh’ım kurtaar!!” demeyi öğrenirsin… Ve bu pek kutlu bir bilgidir.
Elbette Yusuf huyludur ihvan… Elbette temizdir, pâktır. Lakin karşına Züleyha olup da çıkarsa şaşırma, bu da haktır. Hem, bilir misin, Züleyha bazı kadındır, bazı adam… Her kılıkta karşına çıkması mümkün mâdem, burhânı fark etmek için, dikkatle bak. Ve eğer korunmuşlardan olduysan çok şükret! Yanılmışlardan olduysan, için için yan da de ki:
“-Yâ Rabbi! Affını lûtfet!..”
İşte böyle gardaşım! Dediğim diyeceğim o ki, beş parmağın beşi bir değil! Herkes ihvan; ama kimi başta, kimi ayakta; kimi yolda, kimi sapakta... Bazısı halkada, bazısı kapıda... Kimi en mahrem sırlar odasında, kimi sokakta… Bakıyorum, bazısı uslu bir kedi gibi olmuş büzüşmüş, kucakta; bazısı keçi olmuş, dediğim dedik, köşede bucakta!.. Allâh’ın sayısız isminin, çeşit çeşit tecellî ettiği yerdir ihvan…
Kimi dönme dolap gibi olmuş. Tevbe eder eder yanlışa döner. Belki de dersin ki:
“-Böylesinin bu yolda işi ne yâhû!..”
Öyle deme. Sen, hayırsız oldu, zaaf gösterdi diye evlâdını atıyor musun? Hem, o beğenmediğin ihvan, bir de o velînin elinde, eteğinde olmasa, ne hâllere düşer biliyor musun? Hem fenâ mı, dönüp dolaşıp yine kapıya geliyor işte… Üstelik onların bazısı çok utanır da hâlinden:
“-Âhh” der, “Ben bu yola zarardan başka neyim? Kurtulun benden, atın beni gideyim!..”
Hâlbuki nereye gidiyorsun a garip? Bilmiyor musun ki, sürüden ayrılanı kurt kapar! Bilmiyor musun ki, o mübârek çoban kuvvetlidir, senin gibi yaramazlarla yorulmayacak kadar!..
Hâsılı, vaziyeti ne olursa olsun, ihvan, her hâliyle menzile götürür. Sana yapılmış ve senin “kötülük” addettiğin işi unut!.. Kardeşine yaptığın ve senin “iyilik” addettiğin işi de unut. Gayrısını unut ki, baktığın ne varsa, hakikati Hak’tır.
* * *
Allâh’ım! Bizi yol kenarlarında cansız, cânânsız koma. İç yüzünü çözemediğimiz için zorlanacak olursak, isâbetli bakışlar ver de, her sebepte Sen’i görelim. İhvânımız ve gönül hekimimiz için, ferahlık ve huzur vesîlesi olalım.
Sevelim, sevilelim… Sevinip, sevindirelim Rabbim!.. Âmîn.
YORUMLAR