2- O doğurmamıştır ve doğrulmamıştır.
Allah Teâlâ, “doğurmamış”tır. Çünkü çeşitli bâtıl inanışlar, Allâh’a oğul-kız isnad etmişler, ama onun bir babası veya annesi olduğunu söyleyen çıkmamıştır. Bu yüzden önce onların iddiâ ve iftiraları cevaplanmış ve Allâh’ın hiçbir varlığı doğurmadığı açıkça ifade buyrulmuştur.
Gerçekten câhiliye döneminde, müşrik Araplar, “Melekler, Allâh’ın kızlarıdır.” derlerdi. Yahudiler, “Uzeyr’in, Allâh’ın oğlu olduğunu”, Hıristiyanlar da “Hazret-i Îsâ’nın Allâh’ın oğlu olduğunu” iddia etmişlerdir. Günümüzde hâlâ bu inançta olan Yahudi ve Hıristiyanlar da vardır. İşte Cenâb-ı Hak, “lem yelid” şeklinde tek bir kelime ile bütün bu sapık inançları reddetmiş ve bu tür bozuk düşünce ve inançların tevhid akîdesi ile bağdaşmayacağını ifade buyurmuştur. Her ne kadar, insanlık tarihinden beri bütün peygamberlerin ortak dâveti “tevhid” akîdesi olsa da, maalesef şirkin tarihi de çok eskilere dayanmaktadır. Hazret-i Nuh -aleyhisselâm- devrinden itibaren insanlar, çeşitli bahanelerle putlar üretmiş ve onlara tapınmaya başlamışlardır.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın getirip tebliğ ettiği ilâhî din de, Hazret-i Îsa’nın tâlim ve tebliğ ettiği din de hep “tevhid” esası üzerine kurulmuştur. Ancak insanların kalpleri bozulunca, kalıpları ve ahlâkları da bozulmuş ve bu dalâlet, bir müddet sonra inançlarını ve hayatlarını da bozup değiştirmiştir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvetle vazifelendirildiği devir; şirkin her türlüsünün en çirkin şekliyle yaşandığı bir devirdir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çevresindeki bütün putperestleri Allâh’ın birliğine dâvet ederken, dinlerinin aslı tevhid olan Yahudi ve Hıristiyanlar da Peygamber Efendimize ve O’nun tebliğ ettiği tevhid dinine muhalefet etmişlerdir.
Şu an anlamaya/açıklamaya çalıştığımız İhlâs Sûresi de, onların bu bâtıl inançlarını tek tek reddederek en saf, en temiz, en vecîz ve insanın fıtratına en uygun “tevhid akidesi”nin esaslarını belirlemektedir.
Hıristiyanların bir kısmı, “Hazret-i Îsa, gerçekten Allâh’ın oğludur!” derken, bazıları da Allah Teâlâ’nın Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’i “Halîl: Dost” edinmesi gibi, Hazret-i Îsa -aleyhisselâm-’ı da “evlat edindiğini” ileri sürmüşlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in başka bir âyetinde, Cenâb-ı Hak:
“O, hiçbir çocuk edinmemiştir.” (el-Furkan, 2) buyurmak sûretiyle bu iftirayı da reddetmektedir.
O Sübhân olan Rabbü’l-Âlemîn, kendisi bizzat doğurmadığı gibi, yarattıkları içinde bir başka varlığı da evlat edinmediğini açıkça beyân etmiştir. Çocuk sahibi olmak, O’nun şânına yakışmaz.
İnsanlar, ya doğum yoluyla bir evlat sahibi olurlar veya başkasının dünyaya getirdiği bir evlatı, kendi çocukları olarak sahiplenirler. Lâkin gerek İhlâs Sûresi’ndeki ve gerekse Furkan Sûresi’ndeki âyetler, Allâh’a hiçbir şekilde çocuk isnad edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Zaten birisi “yaratan”, birisi de “yaratılmış olan” iki varlık; temelden birbirinden farklıdır. Hiçbir ortak noktaları yoktur.
“Ve lem yûled: O doğurulmadı da”: Kendisi bir evlat doğurmamış olan Allah Teâlâ’nın, hâliyle, bir başkasından doğması da muhaldir. Yani akla zıt gelen, düşünülmesi bile imkânsız olan, tartışılmaz bir hakikattir. Zira Allah Teâlâ, bir cisim değildir. Parçalanamaz, kısımlara ayrılamaz. O, bir şeye hulûl etmediği gibi, O’nun zâtına da bir şeyler dâhil olamaz!.. O, ezelî ve ebedî bir varlıktır.
Varlıkların sonradan olması (doğum, yaratılma), önceden bulunmadıkları bir vakit olduğunu belli eder. Oysa Rabbimizin bulunmadığı bir zaman yoktur; O kadîm’dir; ezelîdir.
O, “varlığı kendinden olan” (Vâcibu’l-Vücûd) ve “varlığını devam ettirmek için hiçbir şeye muhtaç olmayan” (Samed)’dir. Onun varlığında bir azalma, bir kesinti ve yokluğunun düşünülebileceği bir an bile olamaz. O, her şey yok olup gitse de varlığını sonsuza kadar devam ettirecek en yüce varlıktır.
Bütün bu hakikatler, insanın zihnini yoran, aklını zorlayan vasıflardır. Bu yüzden dinimiz, Allâh’ın zâtı ve keyfiyeti (nasıl olduğu) hususunda insanın âciz kalacağını ifade etmiş ve insanı, Allâh’ın sıfatları, fiilleri ve yarattıkları üzerinde düşünmeye sevk etmiştir.
Gerçekten insanın, hiçbir benzerini, örneğini, zıddını, benzerinin benzerini görmediği bir varlık hakkında fikir yürütmesi; O’nu bildiği diğer varlıklarla kıyaslaması, sadece zihin yorgunluğudur. Bunun, insanı çıkarabileceği bir düzlük yoktur.
Bu yüzden de insanlar, boylarını aşan soyut (mücerred) hakikatler üzerinde fazlasıyla düşünüp konuşmaya başlayınca yoldan kaymışlar ve onları, gözleriyle gördükleri, duyu organlarıyla hissettikleri somut (müşahhas) varlıklara benzetmeye başlamışlardır ki, bu gayret de maalesef onların “tevhid”den uzaklaşmalarına yol açmıştır.
Biz, Rabbimizi, bize kendisini tanıttığı şekliyle kabul eder; O’nun sahip olduğunu haber verdiği bütün isim, sıfat ve fiillere yürekten îman eder ve can u gönülden teslim oluruz.
İnsan, Allâh’ın zâtı hakkında zihninde ne düşünürse düşünsün, Allah, onun zihninde canlandırdığı tasavvurdan daha üstün, daha mükemmel ve daha yücedir. Zira bütün insanlar, zaman-mekân kaydı ile ve müşâhede ettiği (gördüğü) âlem kadar fikir yürütme ve hayal kurma imkânına sahiptir. Allah Teâlâ ise, her türlü zaman ve mekân kaydından münezzeh ve müşâhede edilen (görülen) sonradan yaratılmış bu âlemden tamamıyla farklı bir yapıdadır.
Biz, bu mevzuda sözü daha fazla uzatmadan, Rabbimizin kelâmıyla devam ediyoruz:
4-Hiçbir şey, O’na denk olmamıştır.
“Küfüvv: Denk” kelimesi, Allâh’ın bir misli ve dengi bulunmadığını göstermek için seçilmiştir. Varlıklar içinde tek “yaratıcı” O’dur. O’nun dışındaki her şey “yaratılmış”tır. Varlıkların hepsi, var olmak için başkasına muhtaç; O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun ortağı, eşi, dengi… velhâsıl hiçbir misli/benzeri yoktur.
Merhum Elmalılı, İhlâs Sûresi’nin hatimesinde, “Keşşâf” müellifi Zemahşerî’nin şu görüşünü nakleder:
“Kur’ân ilminin ana konusu, ulûhiyet, dolayısıyla Allah Teâlâ’dır. Yani Cenâb-ı Hak ile yaratıkları, özellikle de yaratılmışlar arasında akıl sahibi olması dolayısıyla insanlar arasındaki münasebettir. Bu münâsebet de insanın yüce Yaratısı’na karşı nasıl bir tutum ve tavır içinde olması gerektiği bilgisidir. Fâtiha Sûresi bunu belirlediği gibi, İhlâs Sûresi de Allah Teâlâ’nın kendi zâtını târifi olarak, bütün Kur’ân-ı Kerim’in dayanağı olan temel prensibi açıklamıştır. Bu bakımdan bu sûre de Fâtiha Sûresi gibi, bütün Kur’ân’ın bir özeti ve muâdili (eşdeğeri) demektir.
“Namazı benimle kulum arasında taksim ettim.”[1] hadîs-i kudsîsinin delâleti üzere, Fâtiha’nın yedi âyeti, Allah ile kulu arasında eşit taksim edilmiştir. Şöyle ki, ilk üç âyet, yalnızca Allah Teâlâ’ya; “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 4) âyetinin bir ucu Allah Teâlâ’ya, bir ucu da kullara âittir. Üçüncü kısımdaki üç âyet ise (el-Fâtiha, 5-7) sadece kullara âittir.
Kur’ân-ı Kerim’in hâtimesinde (son kısmında) yer alan üç sûreden birincisi olan İhlâs Sûresi, yalnızca Allah Teâlâ’ya âit; “Kul eûzü”lerle O’na sığınmak ise, kullara âit olduğundan, bir bakıma İhlâs Sûresi, Fâtiha’nın ve binâenaleyh Kur’ân-ı Kerim’in yarısına, bir bakıma da üçte birine muâdil (denk) demektir. Şu hâlde bunların mânâlarındaki incelikleri ve münâsebetleri duyabileceği kadar hissederek okuyanlar, o ölçüde tafsîlen muâdil sevaplara nâil olacaklar, mânâsını anlamadan icmâlî bir îmanla okuyanlar da o ölçüde icmâlen muâdil sevaplara nâil olacaklardır…”[2]
[1] Müslim, Salât, 38; Tirmizî, Tefsir, 1/1; Nesâî, İftitah, 23.
[2] Bkz: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Y., , 122-123.
YORUMLAR