İhlas Suresi -3-

Surenin Faziletleri

Ebû Hüreyre -radıyallahu anh-’ten rivayete göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“İhlâs Sûresi, Kur’ân’ın üçte birine denktir.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 11; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 27; İbn-i Mâce, Edeb, 17)

Müslim’in Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan naklettiğine göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kişiyi, bir askerî birliğin başında kumandan olarak gönderdi. O, her namaz kıldırdığında İhlâs Sûresi ile okumasını sona erdiriyordu. Geri döndüklerinde durumu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirince, Peygamber Efendimiz:

“-Ona niçin böyle yaptığını sorunuz!” buyurdu.

Sorduklarında, bu kişi şöyle cevap verdi:

“-Çünkü o, Rahman olan Allâh’ın sıfatıdır. Ben o sûreyi okumayı seviyorum.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bu söz nakledilince, O da şöyle buyurdu:

“-Ona, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın da kendisini sevdiğini bildiriniz!..” (Buhârî, Tevhid, 1; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 45; Kurtubî, XIX, 460-462)

İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri ile şifâ dileme hususunda Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle demiştir:

“-Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her gece yatağına girdiğinde iki elini birleştirir; İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyup üflerdi. Sonra da başından ve yüzünden başlamak üzere, vücudundan elinin yetiştiği yerleri sıvazlardı. Bunu üç defa tekrarlardı.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 14)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İhlâs Sûresi’ne çok önem vermiş, çeşitli vesilelerle Müslümanlara bu sûrenin değerini ve mânâlarını öğretmiştir. Kendisi, geceleyin yatmadan bu sûreyi okuyup vücudunu sıvazladığı gibi, ashâbını da böyle yapmaya teşvik etmiştir. Tevhid akîdesini en özlü şekliyle ifade eden bu sûrenin fazileti çok büyüktür. Bilhassa “İhlâs Sûresi’nin Kur’ân-ı Kerim’in üçte biri oluşu” ile ilgili Peygamber Efendimizden pek çok hadîs-i şerîf nakledilmiştir.[1] Âlimler, bu “üçte bir oluş”un sebep ve hikmetleri hakkında şunları söylemişlerdir:

1- Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı din, üç temel esasa dayanır. Bunlar; tevhid, risâlet ve âhirettir. Bu sûrede, İslâm’ın üç temel esasından en önemlisi olan tevhidin esasları beyân edildiği için Kur’ân’ın üçte birine denk görülmüştür.

2-Bütün şeriatların ve ibadetlerin en önemli ve şerefli gâyesi, Allah Teâlâ’nın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini bilmektir. Bu sûre de Allah Teâlâ’nın zâtı ve sıfatları hakkında bilgi vermektedir.

3-Kur’ân’ın muhtevâsı üç ana bölümde incelenebilir:

  1. a) Allah Teâlâ’yı birleme (tevhid) ve sıfatlarını belirtme,
  2. b) Emirler ve yasaklar,
  3. c) Kıssalar.

Bu sûre, yalnız tevhid ve Allâh’ın sıfatlarını ele almıştır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gününü bu sûreyi okuyarak tamamladığı gibi, güne başlarken de yine bu sûre ile başlardı.

 

Sûrenin Tefsiri

 

1-De ki: «O Allah birdir.»

“Hüve: O” zamiri, Allah Teâlâ’ya işaret etmektedir.

“Ehad” kelimesi; “vâhid” yani “bir” mânâsındadır. Ancak Arapça’da sıkça kullanılan “vâhid” kelimesi yerine, onun ilk harfi (vav)’ın düşürülmesi neticesinde elde edilen “ehad” kelimesi, burada Allah Teâlâ için özel olarak kullanılmıştır.

Zira “ehad” kelimesi, daha geniş kapsamlı ve “vâhid”i de içine alan bir kelimedir. Ehad öyle “bir” demektir ki, bu bir, başka terkiblerin (bileşimlerin) karışmasıyla oluşmuş değildir. Birkaç parçanın bir araya gelmesiyle oluşan “bir”ler, var olmak ve varlığını devam ettirmek için o parçalara muhtaçtır. Allah ise, tektir. Herhangi bir parçanın veya parçaların bir araya gelmesiyle oluşmuş değildir.

Allah, ikincisi olmayan birdir. Zira matematikteki gibi “bir” olsa, devamındaki iki, üç vb. sayılar gelirdi. Hâlbuki O’nun ikincisi, üçüncüsü yoktur. O her türlü ortaktan (şerîkten) münezzehtir.

Allah dışındaki bütün varlıklar, “mümkün”dür. Yani olsa da olur, olmasa da… Onun var olup olmaması, mecbûrî değildir. O varlık, bulunmadığı zamanlarda da hayat akıp gitmektedir. Allah ise, “vâcibu’l-vücûd” yani varlığı olmazsa olmaz bir mâhiyettedir. O’nun bir an bile bulunmadığı zaman düşünülemez. Bu yüzden O ezelîdir, ebedîdir. Varlığı, herhangi bir başka varlığa muhtaç değildir; kendi zâtıyla varlığını devam ettirmektedir. Bütün her şey var olmak için O’na muhtaç iken, O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu yönüyle de o “yegâne” varlıktır. O’ndan başka bu özelliklere sahip tek bir varlık yoktur.

O, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde benzersizdir. Hiçbir ortağı ve dengi yoktur, olamaz.

Bu sûrenin âyetlerinde, Allâh’ın vahdaniyeti, varlığının kendisinden olup başka hiçbir şeye muhtaç olmadığı, ezelî ve ebedî oluşu, kâinâttaki hiçbir şeye benzemediği açıkça ifade edilmiştir. Kısaca Allâh’ın selbî sıfatlarının, yani “kendisinde olması hiçbir şekilde düşünülemeyecek sıfatların” hemen hepsi bu sûrede ifade edilmiştir. Rabbimiz, en güzel, en kısa ve en veciz şekilde bu sûrede kendisini tanıtmış ve takdim etmiştir. O yüzden İhlâs Sûresi, tevhid akîdesinin özü kabul edilmiştir.

 

2-Allah, Samed’dir.

“Samed” kelimesi, “yönelmek, niyetlenmek” mânâsındaki «sa-me-de» fiilinden türemiş bir kelimedir. Mef’ûl olarak mânâsı, “bütün ihtiyaçlar hususunda kendisine müracaat edilen, başvurulan efendi, büyük” demektir. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan nakledilen hadîs-i şerîf de bu mânâyı destekler mâhiyettedir.

Bu âyet nâzil olduğu zaman sahabe, Peygamber Efendimize müracaat ederek:

“-Samed nedir?” diye sordular.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“-O, ihtiyaçlar hususunda kendisine başvurulan efendidir!” buyurdu.

Fahreddin Râzî’nin dile getirdiği ikinci bir mânâ da “Samed” kelimesinin, “içinde boşluk olmayan şey” olarak kullanılmasıdır. Arapça’da şişenin tıpasına, aynı kökten “simad” denirdi. Yine “musmed” eksikliği olmayan, katı şeydir. Sonraki dönem dilcileri de, samed’i, “toz tutmayan, kendisine hiçbir şeyin giremediği ve kendisinden hiçbir şeyin çıkamadığı, düz ve pürüzsüz taş” olarak tarif etmişlerdir. Ancak bu tarifteki maddî vasıflar, Allah Teâlâ için düşünülemez. O, zamandan ve mekândan münezzeh olduğu gibi, herhangi bir cisim veya şekil değildir. O, insanın aklına ve hayaline gelecek her türlü şeyden farklı ve üstündür. Müteâldir.

Kelimenin dildeki bu anlam köklerinden yola çıkarak; müfessirler, “samed” kelimesi hakkında birçok izahlar yapmışlardır. Bunlardan bir kısmını şöyle dile getirebiliriz:

Samed, Allah Teâlâ’nın “bütün ihtiyaçları karşılayan bir efendi” olması sebebiyle, O’nun her şeyden haberdar olmasını da gerekir. Bu sebeple samed’de “ilim” mânâsı vardır. Aynı zamanda “hilm: yumuşaklık, cömertlik” vb. sıfatlarını da içine almalıdır ki, kendisine müracaat edeni eli boş çevirmesin. Merhamet ve cömertlikle onun ihtiyaçlarını karşılasın. Bu iki özellik, efendinin şan ve şerefini yüceltir.

Araplar, çöl fırtınaları zamanında, yollarını bulmak ve kendilerini güvende hissetmek için, çölde nâdir bulunan heybetli kayaların etrafına sığınırlardı. Bu kayalar, çöl fırtınasına karşı insanları ve hayvanları koruyan bir siper vazifesi görürdü. İşte çöldeki bu büyük kayalara “samed” adı verilir ve onu, en zor zamanda müracaat edilecek, büyük, dayanıklı ve hayâtî derecede önemli bir varlık olarak görürlerdi. Bu şekliyle de Allâh’a “samed” dendiğinde, hayatın binbir dert, musibet, imtihan ve gamında; bitmek tükenmek bilmez ihtiyaçları için insanın kendisine sığındığı yüce, merhametli, cömert, vefâkâr ve hazinesi nihayetsiz olan Rabbi aklına gelir. Kul, her başı sıkıştığında O’na müracaat eder ve O yüce ve kerîm olan Rab de kendisine yönelip sığınan hiç kimseyi açıkta ve yardımsız bırakmaz.

[1] Bkz: Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 27; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 11; İBn-i Mâce, Edeb, 17.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle