İçin Mi Acıyor?

Âniden gelince gam, hırpalıyor, yakıyor. İnsanın eli, kolu, beyni, canı acıyor.

 

 

Âniden gelince gam, hırpalıyor, yakıyor.

İnsanın eli, kolu, beyni, canı acıyor.

 

Hiç beklemediği acı bir haberle sarsılan her bünyede, gayr-i ihtiyârî zorlanma olur. İnsan böyle zamanlarda en çok, Allâh’a sığınmaya muhtaçtır. Şimdi, ey gamından ötürü içi acıyan! Biliyorum zor; fakat lütfen düşün:

Aşçı, eline keskin bir bıçak alıp soğanı doğramaya kalksa… Terzi, eline makas alıp kumaşı kesecek olsa... Oduncu, baltayla odunları kesecek; anne, çocuğuna kaşını çatıp kızacak ya da doktor, hastasına yakıcı bir iğne vuracak olsa, yine için acır mı?

Acımaz elbet. Çünkü şunu gayet iyi bilirsin: Aşçı soğanı, onunla harika bir yemek yapmak için doğrar. Terzi kumaşı, çok güzel bir kıyafete dönüştürmek için keser. Oduncu, odunları kullanışlı hâle getirmeyi hedefler. Anne, çocuğunu yanlıştan doğruya taşımayı arzu eder. Doktor iğneyi, hastasını hâlsiz koyan mikrop ile savaşmak için vurur. Aşçı, terzi, oduncu, anne ve doktor… Bunların her biri ne yapması gerektiğini bilir, niyetleri iyidir ve ona göre hareket eder. Sen de onların sanatına ve ustalığına güvenir ve bu sebeple îtiraz etmezsin, doğru mu?

Zaten, yapılan faaliyetler sırasında soğan inlese, kumaş bağırsa, odun kaçmaya çalışsa, çocuk isyanla ağlasa, hasta firâr etmeye kalksa… Sen de bu olup bitene bakıp bakıp kederlensen:

“-Vah vah! Eyvâh!” desen ne çâre?! Olması gereken olur. Bu da doğru mu?

E madem bunların hepsi doğrudur; madem kalbin, işinin ehli olan birine, zâhirde sıkıntı veren, kesen, biçen, doğrayan, azarlayan, can yakan işler yapmasına rağmen, ustalığına inandığı için güvenip sâkin kalabiliyor...

Mâdem beynin, aslında hatâ yapması pek muhtemel insan cinsine bile, ilmi dolayısıyla güvenip rahatlayabiliyor… Neden için, insanı yaratan, bütün ilimlerin sahibi olan, evveli ve âhiri, bâtını ve zâhiri en iyi bilen Allâh’ın yapıp ettikleri karşısında hazımsızlık ve gerginlik yaşayıp da acıyor? Hatırla ki, şüphesiz Allah, kimi ne şekilde terbiye edip yücelteceğini ve âhirete ne vakit intikâl ettireceğini en iyi bilendir.

Tamam, güzel, sevdiğin birinin başına acıklı bir hâl gelince merhametin coşuyor; fakat sanki biraz ileri gitmiyor musun? Yâhu sen, Allah’tan daha mı merhametlisin? Lâfa-söze geldi mi:

“-Güveniyorum, inanıyorum!” diyorsun da neden icraate gelince, o Allâh’a teslim olmakta zayıflık çekiyorsun?

O’na nasıl güveniyorsun ki; bütün vaziyeti, geleni-gideni, başlayanı-biteni, biricik Sahib’ine teslim edip ferahlayamıyorsun? Şüphesiz Allah, bütün yarattıklarına zaten merhamet ediyor ve onlara, kendileri için en gerekli olanı lûtfediyor. Şimdi sen, öyle teslim olmalısın ki, sevdiğin biri grip olduğunda ne hissediyorsan, kanser olduğunda da en fazla onu hissetmelisin.

Hem zaten insan, hasta olmadan de ölebilir, bilmez misin? Sevdiğin biri ölümcül bir hastalığa yakalandığı vakit, iyileşme umuduna binâen:

“-İyileşecek, ölmeyecek!” diyerek kendini tesellî edip rahatlatabilirsin.

Fakat bu çeşit bir rahatlama, netice beklediğin gibi olmadığı takdirde, yalnızca daha fazla acı çekmene yol açar.

İşte o, daha fazla acı çekme günü hiç gelmesin diye, bugün, meselenin aslını çok iyi kavraman lâzım. Bunun için de evvelâ, “şifâ” kelimesine yüklediğin mânâya dönüp tekrar bakmalısın.

Nedir şifâ? Yalnızca vücudun sağlık içinde bulunması mı? Bu, çok temelsiz ve sığ bir tarif olmadı mı? Can, yalnızca bedenden mi ibâret? Rûhumuz, nefsimiz, vicdânımız, îmânımız... Nice hasta ve sırlı yanımız varken ve beden, sadece bir kalıpken, şifâyı yalnızca uzuvlarla alâkalı bir meseleymiş gibi târif edersek, olup biteni hakkıyla idrâk edemeyiz ki!..

O vakit; soğanın neticede yahniye dönüşeceğini bilmeyen biri gibi olur, soğana acıyıp aşçıya kızarız. O vakit tepkilerimiz; kumaşın, neticede harika bir elbiseye dönüşeceğini bilmeyen birinin, kumaşa acıyıp terziye posta koyan kimseninki gibi olur. Hâlimiz; odunun nice insanın ısınmasına, nice yemeğin pişmesine sebep olmak üzere kesildiğini akıl edemediği için oduncuya kızan kimseninkine benzer. Çocuğunu en güzel şekilde yetiştirmek istediği için kaşını çatan bir anneye, dışarıdan birinin ukalâca ahkâm kesmesine ya da “canını yakıyor” diye hastaya iğne vurmakta olan doktora kızan densize benzemek ister miyiz?

Hâdiselerin göründüğünden ibaret olmadığını, soğanın yahniye dönüşeceğini ve yahninin nasıl da lezzetli olduğunu bilen biri, soğanlar doğranırken acı mı çeker? İsyân mı eder? Sabır mı gösterir? Yâhu yok! Ne acısı, ne isyânı, ne sabrı?! Ümitlenip sevinir de:

“-Oh ohh!! Soğan yahni olacak. Açlar onu yiyecek! Ben de, ben de!” der.

Şimdi sana düşen, acılar çekmekte olan sevdiğin hakkında, şunu düşünmektir: O, zâhirde canını yakmakta olan bu hastalık ile mânevî mertebeler katedip temizlenecek. Rûhu, kalbi ve nefsi, bi-iznillâh şifâya erecek. Eğer vakti dolmamışsa, yani eceli gelmemişse ölmeyecek ve bedeni de şifâ bulup iyileşecek. Fakat vakti dolmuşsa, rûhu, kalbi ve nefsi şifâya kavuşmuş hâlde vefat edecek!..

Şunu hiç unutma: Gitmek ve kalmak, her zaman dibimizde duran iki ihtimaldir ve bir insanın dünyadan ne kadar nasip alacağına ve ne vakit ayrılacağına dair nihâî karar, Allâh’a âittir. Bizim vazifemiz; vaktimiz dolana kadar Hakk’a tâat ve teslimiyettir. Bize düşen, O’na sığınıp olandaki ve olmayandaki güzellikleri seyrederek şükretmekten ve üzerimize düşen bir hizmet varsa, ona koyulmaktan başkası değildir. Allah seni gaflette bırakabilirdi; fakat sevin ki, muhatap aldı. O hâlde tefekürünü kavîleştiren can yakıcı imtihanını sev.

Ben olsam, acıyan içime şöyle seslenirdim:

“-Gel, boş yere acıma! Çünkü sen, kendini sıkarak olanı değiştiremezsin. O hâlde, «Ol!» deyince oldurandan râzı ol da rahatlamaya bak. Zira ey benim içim! Sen acıyınca, bedenim de hâlsiz kalıyor ve yapabileceğim hayırları bile yapamayacak hâle düşüyorum. Hem sen, sevdiğin biri ölmesin diye, «Allah korusun! Allah korusun!» diyorsun; lâkin eceli geleni Allah, neden korusun ki? Kendisine kavuşmaktan mı? Doğmak kadar tabiî ve gerekli olan bir yolculuktan mı? Ne tuhafsın içim! İnsan hiç sevdiği birinin esâretten hürriyete, gurbetten memlekete geçeceğine üzülür mü? «Yok öyle değil, alıştığımdan ayrı kalmak istemiyorum!», diyorsan, bu da bencillik olmuyor mu? Kendi adına üzülmeyi bırakıp, sevdiğin adına sevinmeye başlasan, daha iyi değil mi? Şimdi, eğer inananlardansan, sükûnetle râzı ol. Ayrılık acıdır. Hasret zordur... Elbette gözden yaş gelir, kalpte sızı olur; fakat Allâh’a teslimiyetinin seviyesi ne kadar yüksekse, bu sızı da senden o kadar hızla geçip gider, kaybolur.”

Allah bu yazıyı bana niye yazdırdı, bilir misin? Okuyanlar merhamette dengeye yaklaşsın da aslî işine baksın, diye… O hâlde, haydi, rızâ temelli bir tefekkür, hizmet ve şükürle acını hafiflet.

Neslihan Nur TÜRK

 

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle