Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Ben, insanları ve cinleri, yalnız Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyât, 56) buyuran Allah Teâlâ, bize, dünya hayatındaki vazife ve sorumluluğumuzun genel bir çerçevesini çizmektedir.
“A-be-de” fiilinden türeyen “ibadet” kelimesi; “boyun eğmek, emre itaat etmek, kulluk etmek, bir şeye bağlanıp ondan ayrılmamak” mânâlarına gelmektedir. Bu emir, Kur’ân-ı Kerîm’de 256 defa zikredilir. Çünkü ibâdet ve taatler, kula, kulluğunu bildiren en önemli eğitim/terbiye ve kurbet/yakınlık noktalarıdır. Dolayısıyla ibadet eden insan, Allâh’a boyun eğip itaat ederken hem eğitilmiş, terbiye edilmiş olmaktadır; hem de Allâh’ı tanıyıp kurbet makamına ulaşmış olmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ kudsî bir hadîs-i şerifte şöyle buyurur:
“Kulum, Bana, kendisine farz kıldığım ibâdetlerden daha sevimli bir şeyle yaklaşamaz. Kulum, Bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihâyet onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı (mesâbesinde) olurum. Diliyle de her ne isterse, muhakkak onları kendisine ihsan ederim. Bana sığınmak isteyince de onu korurum...” (Buhârî, Rikak, 38)
Yaratılışımızın mâhiyeti ve Allâh’a yaklaşmamızın vesilesi olan ibâdetleri hakkıyla yapabilmek için ise, Rabbimizi hakikî mânâda tanımaya ve ibâdetlerimizin mâhiyetlerini bilmeye ihtiyacımız vardır. Nitekim ibâdet ve taatleri sunduğumuz, kendisine seslendiğimiz, yaklaştığımız Rabbimiz; bütün âlemlerin ve içindekilerin sahibi ve terbiyecisi olan Allah -celle celâlühû-’dur. Tektir. Hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Her türlü kusur ve eksikten uzaktır. Çok üstün, çok güçlü, çok cömerttir. En yüce, en üstün, en mükemmel, en çok sevilmeye, en çok korkup sakınılmaya lâyık olandır. En çok hatırlanması, en çok zikredilmesi ve en çok teşekkür edilmesi gereken de O’dur.
Böyle yüce bir Rabb’e sunduğumuz ibâdet ve taatlerimiz de çok özel, çok değerli ve çok mûtenâ olmalıdır. Makam, mevki, menfaat, şöhret duygularından arınmış olarak, yalnızca O’nun rızası, sevgisi, itaati için yapılmış olmalıdır. İmâm Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-’in buyurduğu gibi:
“Bir şey karışıklıktan arındığı zaman temiz olur. Saf ve temiz hareketlere de «ihlâs» denir.” (İhya-u Ulûmiddin, IV, 379)
Bazen ihlâsla yapılan küçücük bir ibâdet, dergâh-ı ilâhîde târif edilemeyecek büyüklükte mükâfata sebep olabilir. Nitekim Peygamber Efendimiz ihlâs ve mahcûbiyetle verilen küçük bir infâkın derecesi hakkında şöyle buyurur:
“Her kim helâl kazancından hurma kadar bir şeyi sadaka olarak verecek olursa, Allah, onu sağ eli ile alıp kabul eder. Sonra onu sahibinin tayını büyütmesi gibi büyütür, büyütür de; tâ ki karşısına bir dağ olarak çıkar.” (Buhârî, Zekât 8, Tevhid 23)
İhlâs; kalbin her şeyden ilgisini kopararak bütünüyle Allâh’a bağlanması, O’nunla ünsiyet kurması, O’ndan gereği gibi hayâ etmesidir. İşte bu ünsiyet ve hayâ, kulda mârifet (Allâh’ı hakkıyla tanımak) duygusunu oluşturur ki; ârifler dünyanın en değerli tadının mârifet olduğunu bildirirler. Bu muhabbet ve yakınlık anlarında yapılan ibâdetler, hizmetler, duâlar ise, Allah Teâlâ’nın hoşnut olduğu en makbul tâatleridir. Nitekim kudsî bir hadîs-i şerifte Allah Teâlâ:
“İhlâs benim sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiğim kimselerin kalbine emanet ettim.” buyurur. (et-Tâc, I, 43)
İhlâs, sevgi ve samimiyettir. Kul, ihlâs ile sevgi ve samimiyetini, sevginin kaynağı, en çok seven, en çok sevilen yüce varlığa, yani “el-Vedûd”a takdim etmiş olur. Bu bazen bir damla gözyaşıyla vukû bulur, bazen iki rekât namazla, bazen kimsesiz ve zayıfların ellerinden tutmakla… İhlâs ve samimiyet olduktan sonra, sayıların ve kalıpların önemi yoktur. Allah Teâlâ, kudsî bir hadîs-i şerîfte:
“Kulumun bana yapmış olduğu ibâdetlerin en sevimlisi; bana karşı samimi olmasıdır.” buyurur. (Ahmed bin Hanbel, V, 254)
Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun, çok sâliha bir kadındı. Mekke-i Mükerreme’den Arafat’a kadar su kanalları döşetmiş, o mukaddes beldeyi çeşmelerle donatmış ve Rahmân’ın misafirlerinin su ihtiyacını karşılamak için yüzbin altın harcamıştı. Hicaz su yolunun yanısıra han, hamam, imârethâne ve şifâhâne gibi daha pek çok hayır müessesesi de yaptırmıştır. Bütün hayatı, hayır ve hasenât peşinde geçen bu muazzez kadıncağız vefat ettikten sonra, birisi onu rüyasında görmüş ve ona demiş ki:
“-Dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir, Hak Teâlâ sana Cennet’te ne yüksek bir makam bahşetti?!”
Zübeyde Hatun’un cevabı şöyle olmuş:
“-Evet, doğru, Rabb-i Rahîm, bana gerçekten de yüce bir makam ihsân eyledi; fakat bu yüce makamı, yaptırmış olduğum hayır müesseseleri sebebiyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilâhiler okunuyor, kasîdeler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minârelerden ezân-ı Muhammedî’nin yükseldiğini duymuştum. Hemen:
«-Susun, ezânı dinleyelim!» deyip oradaki herkesi susturmuştum.
İşte, sorgu-sual ânında, amellerim birer birer sayılıp döküldü. Arafat’a kadar su kanalları döşeme de vardı onlar içinde... Fakat bana denildi ki,
«-Seni ezâna karşı göstermiş olduğun o saygından dolayı bağışladık.»”
İhlâs; Allah Teâlâ ile özel bir görüşme ve özel bir naz makamıdır. Bu makamda itaat ve ibâdetler zayıf ve âciz olan kuldan; kabul ve ikramlar ise, Kerîm ve Ğanî olan Allah Teâlâ’dandır. İhlâs ehli kulların âhiretteki mükâfâtını ise, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber vermektedir:
“Sabırlı ve ihlâslı olan kullar, hesaba çekilmeden cennete davet edilirler.” (Taberânî)
YORUMLAR