Daha önce de bahsettiğimiz üzere, murâd-ı ilâhî tezâhür etmiş ve Peygamberimizin emriyle âzâtlı bir köle ile evlenmiş bulunan asil Zeyneb binti Cahş, İslâm nazarında, insanlar arasında katı sınıf farklarının bulunmaması gerektiğine canlı bir misal teşkil etmiştir.
Bu merhaleden sonra ilâhî takdir, başka bir câhiliye âdetinin daha kaldırılmasına hükmetmişti. “Tebennî”, yani evlat edinme… Câhiliye Araplarında, aynı soydan gelmeyen bir çocuk, herhangi bir sebeple evlat edinilir ve bu herkese ilân edilirdi. Bundan sonra, başka bir anne-babadan dünyaya gelmiş bu çocuk, evlat edinilen âilenin çocuklarıyla aynı hak ve salâhiyetlere sahip olurdu. Arada kan bağı olmadığı hâlde, o babanın ismiyle anılır, mirasa eşit hak sahibi olur ve mahremiyet ölçüleri açısından da öz evlat muâmelesi görürdü.
Ancak İslâmiyet, bunu doğru bulmamış ve herkesin, kendisini dünyaya getiren anne ve babasının evlâdı olduğunu, evlat edinmenin kan bağı ve akrabalık meydana getirmediğini Peygamber Efendimiz’in şahsında örneklendirmiştir. Şöyle ki:
Hazret-i Zeyneb’in Peygamber Efendimiz’le Evliliği
Zeyd b. Hârise, Peygamber Efendimiz’in tekrar eden ikazlarına rağmen, hanımını Peygamber Efendimiz’e haber vermeden boşamıştı. Bu durum, vahiyle Peygamber Efendimiz’e bildirilmiş ve yine vahiyle iddeti tamamlanan Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi emredilmişti.
Peygamber Efendimiz, kendisine gelen bu vahyi, münâfıkların dedikodularından çekinerek bir müddet gizlemeyi düşünmüştü. Ancak ikinci bir vahiy, hem bu işin kesinliğini ortaya koymakta ve hem de Peygamber Efendimiz’i bir itab âyetiyle uyararak, evlat edinmeyi kaldırmaktaydı:
“(Ey Rasulüm!) Hani Allah’ın nîmet verdiği, seninde kendisine iyilik ettiğin kimseye, «Zevceni yanında tut; Allah’tan kork!» diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından alâkasını kesince, biz onu sana nikahladık ki, evlatlıkları, hanımlarıyla alakasını kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” (el-Ahzab, 37)
Görüldüğü üzere, âyet-i kerimede üç husus çok net olarak belirtilmiştir:
1- Peygamber Efendimiz’in, Zeyd’e hanımıyla evliliğini devam ettirmesi noktasındaki ısrarı…
2- Peygamber Efendimiz’in, daha önceden Allah Teâlâ’nın kendisine Zeyneb binti Cahş ile evleneceğini bildirdiği hâlde, bunu var olan “evlatlık âdetleri” sebebiyle insanların nasıl karşılayacakları hususundaki tereddütleri ve bu sebeple “itab”a mâruz kalması…
3- Zeyd’in kendi iradesiyle hanımından ayrılmasından sonra, Peygamber Efendimiz’in Zeyneb’le nikahlanmasının maksadının ne olduğu, yani evlatlık edinilen kimselerin hanımlarının, öz evladın hanımı gibi mahrem olmaması…
Bu âyet-i kerimeye mahsus önemli bir ayrıntı da, âyette ismi geçen Zeyd’in (b. Hârise), Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilen tek sahabî olmasıdır.
İşte kendisine gelen bu emr-i ilâhî sebebiyle, Hazret-i Peygamber, Zeyneb binti Cahş’a evlilik teklifinde bulunmuştur. Bu evliliğin Allah’ın emriyle ve Kur’ân-ı Kerim’de kıyamete kadar okunacak bir vahiyle gerçekleşmesi sebebiyle, Zeyneb vâlidemiz:
“–Benim nikâhımı, Allah Teâlâ kıydı!..” diyerek Cenâb-ı Hakk’a şükrederdi.
Bu Nikâhla İlgili İlk Tepkiler
Peygamber Efendimiz, Zeyneb’le evlenince, münâfıklar hemen dedikoduya başladılar. İşi o kadar ileriye götürdüler ki:
“–Muhammed oğlunun karısının babaya haram olduğunu bildiği hâlde, kendisi oğlunun hanımını nikâhladı.” dediler.
Bunun cevabını da Kur’ân-ı Kerîm şöyle verdi:
“Muhammed, sizin oğullarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Rasülü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Ahzab, 40)
Bu ilk tepkilerin şiddeti de, Peygamber Efendimiz’in bu hâdiseyle ilgili vahyi gizlemek istemesini de haklı gösteriyor. Ancak Cenâb-ı Hak, İslâm’ı bir bütün olarak tanzim ettiği ve kendi içinde eksiksiz ve kusursuz olmasını murad ettiği için, çok sevgili Peygamberine bile, vahyin bir kısmını, velev ki bir süreliğine de olsa, gizlemesini hoş karşılamamıştır. Bu da, Kur’ân-ı Kerim’in hepsinin Allah’ın inzâl ettiği şekliyle elimizde olduğunu gösteren en mühim delillerden biridir. Şâyet Peygamber Efendimiz, bir insan olarak Kur’ân-ı Kerim’e müdahale edebilme imkânına sahip olsaydı, şüphesiz öncelikle kendisi hakkında indirilen bu ve benzeri itab âyetlerine müdahale ederdi. Ancak Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’i beşer elinden muhafaza etmiştir. Nitekim bu hususta:
“(O Kur’ân), âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız. Doğrusu o (Kur’ân) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (el-Hâkkâ, 43-48)
Velhâsıl bütün bu hâdiseler hep Cenâb-ı Hakk’ın murâdı idi ve böylece evlat edinme meselesi de, Peygamber Efendimiz’in eliyle ilgâ edilmiş bulunuyordu.
Müsteşrikler ve diğer bazı İslâm düşmanları, Peygamber Efendimiz’in, Zeyneb binti Cahş’ı bir keresinde pencere kenarından görmüş, âşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş olduğunu iddia ederler. Oysa bu iddia tamamen temelsiz ve gerçekdışıdır. Çünkü başta da söylediğimiz gibi Hazret-i Zeyneb, kendisinin halasının kızıydı. Uzun yıllar boyunca defalarca görme ve tanıma imkânı vardı. Ayrıca kendisi daha işin başındayken Zeyneb’le evlenmek üzere bizzat bir teklifte bulunmuş olsaydı, şüphesiz kimse kendisini reddetmezdi. Oysa O İki Cihan Güneşi, halasının kızıyla kendisi evlenmek yerine, bizzat yetiştirdiği âzâtlı kölesiyle evlenmesini teşvik etmiştir. Daha da ötede, Zeyd, hanımından şikâyetle kendisine geldikçe de Peygamber Efendimiz, evliliğini devam ettirmesini tembihlemiştir. Eğer Zeyneb vâlidemizle evlenme niyeti olmuş olsaydı, onu niye başkasıyla evlendirsin ve niye evliliklerinin devamına çalışsın?!..
Cenâb-ı Hak, insanlar için doğru olan ve muhakkak gerçekleşmesi gereken hakikatleri tedrîcî olarak beyân buyurmuştur. Bu hak ve hakikatlerin gerçekleşmesi, bazen Peygamber Efendimiz’i zor duruma düşürse de, Cenâb-ı Hak, bunda da nice hayırlar ve hikmetler murad etmiştir. Cenâb-ı Hak, çeşitli vesilelerle insanlara hakikati beyân ve tâlim etmekten çekinmez.
Neden Evlat Edinme Kaldırılmıştır?
Akla şöyle bir soru gelebilir: İslâm neden evlad edinmeyi kaldırmıştır?
Bunun pek çok hikmeti sayılabilir. Ancak biz, asıl konumuzdan kopmamak için sadece bir-iki hususa işaret edelim. Şüphesiz evlat edinmenin en fecî neticelerinden birisi, zamanla soyun karışması, kimin, aslında kimin çocuğu olduğunun tesbitinin zorlaşmasıdır. Çocuk yeni girdiği âile çevresi dışında, öz anne ve babasını ve yakın akrabalarını tanımamakta ve bu da ebediyen evlenmesi yasak olan kişilerle bilmeden evliliklerin gerçekleşmesine sebep olabilmektedir. Tarihte bunun acı misalleri pek çok kez yaşanmıştır. Bu sebeple illâ birisi evlat edinilecekse, âilenin resmî bir ferdi olarak değil, öz anne ve babasıyla hatırlanmalıdır. Bu hususta, Ahzâb sûresinin beşinci âyetinde:
“Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızdan size vebal yok; fakat kalblerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır esirgeyendir.” buyrulmaktadır.
Yine evlat edinilen çocuklarla ev içerisindeki mahremiyet ve haremlik-selâmlık meselesi çok önemli bir yer teşkil eder. Evlat edinilen kimse bir kız çocuğu ise, ileride evlat edinen baba ile arasında nikâh düşeceği için evlenmeleri câiz olur. Aksi de mümkündür. Evlatlık erkek ise, evin annesi ile nikâh düşer. Aynı şey, evlat edinilen kimse ile âilenin diğer fertleri (kardeşler vb.) açısından da düşünüldüğünde, aynı ev içerisinde rahat bir şekilde oturup kalkılamayacağı âşikârdır.
Diğer bir husus da, dışarıdan gelen bir çocuğun, âile içerisinde kan bağı vasıtasıyla asıl hak sahibi olan kimselerin arasına girerek miras vb. haklar elde etmesidir ki, bu da zamanla âile içinde çok ciddî ve kanlı çatışmalara sebep olmaktadır.
İslâm’da, evlat edinip âile fertleri içine sokmak değil, himâyesine almak vardır. Kimsesiz ve sahipsiz kalan çocuk, en yakınları tarafından bakılır, büyütülür; ancak hâminin kütüğüne kaydedilmez ve kendisine miras vb. haklar tanınamaz. Bu usul, günümüzdeki “koruyucu âile” gibidir. Böyle yapmak, yani bir yetimi büyütüp gözetmek de Allah katında çok büyük bir mükâfât sebebidir.
Düğün Yemeği
Kendisine gelen vahiyden sonra, Peygamber Efendimiz, bir rivâyete göre hizmetçisi Selma’yı, diğer bir rivâyete göre de eski kocası Zeyb bin Hârise’yi, kendisinin tâlip olduğunu haber vermek üzere Zeyneb vâlidemize göndermiştir. (Bkz: Müslim, Nikâh, 15)
Enes bin Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Zeyneb ile evlendiği esnada verdiği velîme (düğün yemeği) münâsebetiyle bir mûcize gerçekleşmiştir. Şöyle ki:
Ümmü Süleym, bir çanak içinde yağ ve keşle karıştırılmış hurma yemeği getirmişti. Fakat bunun az bir şey olduğunu da söylemişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Enes bin Mâlik’e:
“–Git filânı filânı ve Müslümanlardan rastladıklarını çağır.” diyerek bazı kimselerin isimlerini verdi. O da isimleri verilenler ile rastladıklarını çağırmış ve dâvetliler yaklaşık 300 kişi olmalarına rağmen onar kişilik gurplar hâlinde gelip karınlarını doyurmuşlardır. Böylece ancak üç-dört kişiye yetecek yiyecek, üç yüz kişiyi ağırlamış oluyordu. (Müslim, Nikâh, 95-96)
Bu ziyafet hicretin beşinci yılında gerçekleşmiştir. Bu ziyafetin ardından hicab âyeti nâzil olmuştur.
Nikâhın Ardından
Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Zeyneb ile evliliği, diğer hanımları arasında da tatlı bir kıskançlığa sebep olmuştur. Bilhassa Hazret-i Âişe, bu kıskançlığını her fırsatta dile getirmiştir.
Ancak Buhârî’de rivayet edildiğine göre, ifk hâdisesi esnasında, Hazret-i Âişe hakkında pek çok kimse ileri geri konuşurken, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Zeyneb binti Cahş’a bu konuda ne düşündüğünü sormuş, O da:
“–Ya Rasûlallah! Ben, kulağımla gözümü, işitip görmediğim şeyden muhafaza ederim. Allah’a yemin ederim ki, ben Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmem.” diye güzelce şehadette bulunmuştu.
Onun bu sözlerini duyan Hazret-i Âişe:
“–Zeynep, benimle rekabet eden bir kadındı. Fakat takvası sebebiyle Allah onu (iftiracılara katılmaktan) korudu.” demiştir.
Görüldüğü gibi zevceler arasındaki bu kıskançlıklar, Abdülmuttalib’in torunu Zeyneb bint-i Cahş’ın, görünüşte tamamen Hazret-i Âişe’nin aleyhine tecellî edecek gibi olan ifk hadisesinde, onun hakkında doğruyu söylemesine mânî olmamıştır.
Evet, dindarlığı sebebiyle Allah, Hazret-i Zeyneb’i korudu. Çünkü Hazret-i Zeynep takva sahibi, dindar ve sâliha bir kadındı. O, dindarlığında samimî idi. Hazret-i Aişe’nin şehâdeti de bunu göstermektedir. Gerçekten de Hazret-i Aişe, onun hakkında dinî yaşayış bakımından ondan daha hayırlı kimseyi görmediğini belirterek:
“–O, Allah’a karşı çok takvâlı idi. Doğru söylerdi. Akrabaları ile olan münasebetlerini devam ettirirdi. Çokça sadaka verirdi ve kendisini Allah’a yaklaştırmak için her şeyi yapardı.” demiştir.
YORUMLAR