O’nunla her yer bir gül bahçesiydi. Güllerin Efendisi’nin bahçesinde en nâdide bir gül’dü O. Bir daha öyle bir gül görmedi bu gülistân. Belki onu örnek alan güller oldu. O’nu örnek alıp ona benzemek de ayrı bir gül olma özelliği verecekti, onun izinden gidenlere…
Kız çocuklarının utanç verici bir varlık olduğu, diri diri gömüldüğü bir coğrafyada, “içeri girildiğinde ayağa kalkılan, elleri öpülesi” bir kız olmak, “babasının anası olmak”… Peygamberimizin tebliğ ettiği İslâm’ın kadına verdiği değer, bu olsa gerek... Erkek çocuklarının bile sevilmesinin ayıp kabul edildiği bir toplumda Nebîiyyü’l-Ekrem, Fâtıma’nın ellerinden ve yüzünden öperdi. Ne de çok severlerdi, baba-kız birbirlerini… Fâtıma’dan bahsederken:
“Fâtıma’yı hoşnut eden beni hoşnut etmiştir, O’nu kızdıran beni kızdırmıştır.”
“Kızım Fâtıma’yı seven beni sevmiştir. Fâtıma’yı memnun eden beni memnun etmiştir; Fâtıma’yı üzen beni üzmüştür.”
“Fâtıma benden bir parçadır. Kim onu incitirse, beni incitmiş olur. Beni incitense Allah’ı incitmiştir.” buyururdu.
Rasûlullâh yetimdi, öksüzdü. Amcası da vefat etti, eşi Hazret-i Hatice de… Hatice’den bir O kalmıştı kendisine can yoldaşı... Ona “Ümmü Ebîha” derdi Peygamberimiz… Yani “Babasının Anası”…
“-Baban sana fedâ olsun!..” derdi.
Küçük Fâtıma, babasını çok seviyor, onu koruyordu; bir anne misâli O’na şefkat gösteriyordu. O, çocukluğunu, İslâm’ın en zayıf olduğu, Müslümanlar’ın en çok ezildiği bir dönemde geçirdi.
Bir gün müşriklerden biri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sokakta görünce, O’nun başına bir miktar çer-çöp ve pislik attı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir şey söylemedi ve bu hâliyle eve döndü. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, babasının bu vaziyetini görünce koşup derhal su getirdi, gözleri yaşlı bir şekilde babasının başını ve yüzünü yıkadı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“-Kızım, ağlama! Mutmain ol ki, Allah -celle celâlühû- babanı düşmanların şerrinden koruyacak ve onlara gâlip kılacaktır.”
Hazret-i Fatıma...
Kâinâtın Efendisi Gül ise, o da, O gülde nârin bir gonca idi.
Efendimiz Cân ise, o da cânân idi.
Efendimizin dert ortağı, can parçası, ciğerpâresi… Asr-ı Saâdette Efendimizle ilgili hangi sahneye bakarsanız orada mutlaka Hazret-i Fâtıma’yı görürsünüz. Öyle ya, Peygamber Efendimizle ilgili hangi hatıra dile getirilse içinde mutlaka Hazret-i Fâtıma vardır. Fâtıma’ya baksanız, O’nda bir Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- görürsünüz. Peygamberimizde ise, biricik kızı Fâtıma’yı...
Fâtıma Annemiz, Efendimiz’in neslinin devam ettiği biricik kızı ve sevgili torunlarının annesi. İki inci: Hasan ve Hüseyin’in anneleri… Ve Allâh’ın aslanı Hazret-i Ali’nin muhtereme eşi.
Hazret-i Fâtıma’nın hayatı, en az babasının çilekeş ve kutlu hayatı gibi meşakkatliydi. O, hep O’nun için çırpınan ve O’nun yanıbaşında bir gölge gibi duran umut ışığı idi.
Hazret-i Peygamber, bir sefere çıkacağında Hazret-i Fatıma’ya uğrar, dönüşünde ise ilk olarak yine onu ziyaret ederdi. Sefer dönüşlerinde, âilesinin çocukları tarafından karşılanan Hazret-i Peygamber, uzağında kalan çocuklarını da hep sorar, tâkip ederdi. Meselâ Hazret-i Rukiyye, kocası Hazret-i Osman ile Habeşistan’a hicret ettiğinde bir ara kendilerinden uzun müddet haber alınamamıştı. O zaman Hazret-i Peygamber, o taraflardan gelen herkese onları sormuş, durumlarını iyice öğrenmeden rahat edememişti.
İnsan için en kederli zamanlardan bir tanesi de ölüm vakitleridir. Hem ölmek üzere olan kimse için, hem de onların yakınları için bu vakitler en acı dönemlerdir. İşte o zamanlarda da Hazret-i Peygamber çocuklarının yanıbaşındadır. Hazret-i Rukiyye vefat ettiğinde, Hazret-i Peygamber, onun kabrinin yanına oturmuştu. Hazret-i Fâtıma da yanındaydı, ağlıyordu. Allah Rasûlü, bir bez parçası ile Hazret-i Fâtıma’nın gözyaşlarını siliyordu.
Diğer bir ölüm hâdisesinde Hazret-i Peygamber, can çekişen küçük bir kızını alıp bağrına basmış, yavrusu önünde ruhunu teslim ederken de gözyaşlarına hâkim olamamıştı.
Hazret-i Ümmü Gülsüm defnedilirken, toprak atarak aralıkların kapatılmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştu:
“-Bunun bir faydası yok. Ama geride kalanların gönlünü hoş eder!..”
Hazret-i Peygamber, çocuklarının hem üzüntülü, hem de sevinçli zamanlarında hep yanlarındaydı. O, kızlarını evlendirirken hem damat seçiminde, hem mehir tesbiti ve güzel bir düğün yaptırmada, hem de kumalı evliliğe rıza göstermemekte bir baba olarak hep çocuklarını görüp gözetmişti.
Hazret-i Fatıma ile Peygamber Efendimizin arasındaki muhabbet bağı ise, tarife sığmayan bir vasıf taşıyordu. O, gül yavrusunu hayatının her ânında takip etmiş, O’nun gençliğinde de, evliliğinde de en güzel olana lâyık olduğunu düşünmüştü. Allah Rasûlü, Hazret-i Fatıma’ya ayrı ayrı tâlip olan Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer’e, küçüklüğünü söyleyerek müsbet cevap vermemiş, Hazret-i Ali ile evlendirince de mehir tesbitinde ve gerdek öncesinde çok yakından alâkadar olmuştu. O zaman Hazret-i Fâtıma’ya şöyle buyurmuştu:
“-Fâtıma! Vallahi seni onların en âlimi, en ağırbaşlı ve akıllısı ve en önce Müslüman olanı ile evlendirdim!”
O, yaşının küçük olması sebebiyle ve bilhassa anneciği Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-’nın vefatından sonra babacığının yanından hiç ayrılmadı. Bazen babasının elini tutup Mekke sokaklarında gezdi. Bazen de babasının peşini takip etti. Müşriklerin işkencelerine mâruz kalan babacığına yardımcı olmaya çalıştı.
Bir gün babasıyla Kâbe’ye gitmişlerdi. Kureyş müşrikleri onları görünce toplandılar ve fısıltı hâlinde birbiriyle konuşmaya başladılar. Babacığı, Kâbe’nin yanında namaza durdu. Secdeye vardığında Ukbe ibni Ebî Muayt adındaki azgın müşrik, bir deve işkembesi getirerek babasının sırtına koydu. Geriye çekilip uzaktan birbirleriyle gülüşmeye ve dalga geçmeye başladılar. Buna çok öfkelenen küçük Fâtıma, gözyaşları içerisinde babacığının sırtından o ağırlığı kaldırıp elbisesini temizledi. Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- secdeden başını kaldırdı ve o azgın kişilere ellerini açarak:
“-Allâh’ım, bu azgınları sana havâle ediyorum. Yâ Rabbî! Kureyşi sana bırakıyorum” buyurdu.
Abdullah ibni Mesûd -radıyallâhu anh-, Kâbe hareminde Rasûlullah Efendimize bu tür eziyet edenlerin sonlarının çok fecî olduğunu şöyle anlatır:
“-Allah hakkı için o azgın müşrikleri, Bedir günü gördüm. Hepsi savaşta katledilmişti. Bir kısmını sürüyerek Bedir kuyusuna attılar.”
Hazret-i Fâtıma, Mekke’de babacığının yanından ayrılmadığı için bu tür ezâ ve cefâları çok gördü. Yine bir gün Kâbe’ye varmışlardı. Müşrikler babacığının etrafını sararak:
“-Şunu şunu söyleyen sen değil misin?!” diye hakaret ettiler.
Hatta azgın bir müşrik, İki Cihan Güneşi Efendimiz’in yakasından tutup sıkıştırdı. Küçük Fâtıma çok korktu ve titreyerek yere yıkıldı. Efendimiz ise, hiçbir telâşa gerek duymadan hak olarak söylediği sözleri tekrar ederek:
“-Evet, bunları söyleyen benim!..” buyurdu.
Bu esnâda Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- yetişti ve:
“-«Rabbim Allah’tır.» dediği için bir adamı öldürecek misiniz?!” diyerek müdâhale etti ve azgın müşrikleri oradan uzaklaştırdı.
Bir gün Hazret-i Fatıma -radıyallâhu anhâ-, müşriklerin Mescid-i Haram’da oturup babasının katli için komplo düzenlediklerini gördü ve gözleri dolu dolu eve dönüp müşriklerin aldığı kararı babasına haber verdi. Ümmetin anasıydı, imamların anasıydı O… Kevser’di O... Rasûlullâh’a ve O’nun getirdiği risâlete inanmayanlara, “ebter” (soyu kesik) diyen bağnaz zihniyete verilmiş ilâhî bir cevaptı O. Nitekim ayet-i kerime’de:
“Gerçekten biz sana Kevser’i verdik. Öyle ise, Rabbin için namaz kıl kurban kes. Muhakkak ki sana buğz edendir, asıl soyu kesik olan.” buyruluyordu.
O, Cenâb-ı Hakk’ın bir ikrâmıydı. Allah Teâlâ’nın bu vaadi, Hazret-i Fatıma’nın dünyaya gelmesiyle gerçekleşti, dünyanın ufukları onun nûruyla aydınlandı ve Allah Teâlâ, kadının ne kadar yüce bir makama ulaşabileceğini göstermiş oldu bütün âleme... Peygamberinin temiz soyunun, Hazret-i Fatıma’dan vücûda gelmesini takdir etmişti.
Çok sevdiği babasının -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu dünyadan ayrılma vakti geldiğinde, babasının başucunda bekliyordu. Allâh’ın Rasûlü, Hazret-i Fâtıma’nın kulağına bir şeyler söyledi. Bunun üzerine O nûr yumağı Fâtıma ağlamaya başladı.
Rasulullah, işaret etti ve kulağına ikinci defa bir şeyler söuyledi. Hazret-i Fâtıma, bu sefer ağlamasını kesti ve tebessüm etmeye başladı. Daha sonra bu hâdisenin sebebini soranlara, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Peygamber’in, kendisine ilk seferinde “yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak vefat edeceğini” söylediğini ve kendini tutamayarak ağladığını; ancak daha sonra “ehl-i beytinden kendisine ilk kavuşacak kişinin kendisi olduğunu” müjdelediğinde ise gülümsediğini söyler.
Bir hayat boyu, Kutlu Nebî’nin yaşadığı bütün ızdıraplara şâhit olmak, O’nu bir evlat şefkatinden de öte bir Anne sevgisi ile korumak, kollamak... O’nun dâr-ı bekâ’ya irtihâline dayanamayıp arkasından acele edercesine Refik-i Â’lâya ulaşmak... İşte Hazret-i Fâtıma’nın bir ömür süren gözyaşlarının kendisine lutfettiği ilâhî ikram ve ebedî mükâfât… O’nun gözlerinden akan yaşlarda, biricik babasına olan düşkünlüğü, sevgisi, muhabbetinden başka ne vardı ki?!
Son söz: Hazret-i Fâtıma’nın gönül pınarından süzdüğü gözyaşları vardı, bizim neyimiz var Rasûlullâh’a sunacağımız?!
YORUMLAR