Arkamıza yaslanıp etrafımızdaki dünyaya karşı daha dikkatli baktığımızda insanların beden dilinin, kıyâfetlerinin, gözlerinin ve hattâ konuştuklarının, onların hayata bakış tarzlarını yansıttığını fark ederiz. Her duruşumuz, her hareketimiz, hattâ her düşüncemiz hayatla ilgili endişelerimizin ipucunu verir.
Hayat, binbir karmaşayla akıp giderken içimize sızan dertler, konuşarak tükenmiyor, dünyayı gezsek dahi çoğalıyor ve daha çok yer arzuluyor. Kimi zaman kafa dağıtacak yollar arıyoruz. Kafa dağıtmanın yürekle ilgisi olmadığını bildiğimiz hâlde kalabalıklardan medet umuyor, hislerimizde kaybettiğimiz huzuru dünyada arıyoruz. Yaratılışımızın amacını kaçırıyoruz. Ve işte kaçırdığımız bu noktadan mânevî dünyamızı yıpratacak karanlıklar giriyor içeri...
Cümleler kuruyoruz, içimizi dökmek için… Daralan yüreğimize bir su serpilsin diyerek buluşmalar, okumalar sıralanıyor ve sonrası yine tatminsizlik… İlacımız yine kendimizde olmasına rağmen acınası bir medet umuyoruz etrafımızdan...
Keşfetmediğimiz sınırlarımızdan dolayı rûhumuzun azâbı olan bu bunalımları fark edemiyoruz. Bir bedeni, küçük gelen bir kıyafete nasıl sığdıramazsak; kapasitesi doruklar olan rûhu da dapdar kalıplara yakıştırıyoruz.
Bizi bizden iyi tanıyan fıtratımız, bir umutla sinyal veriyor; “Artık bu katta çok oyalandın, yukarı çık!” diyor.
Rûhun azâbı, hiçbir beden yarasına benzemiyor ve mânevî boşlukların verdiği sızı yerine, iç daraltan sıkıntılarla doluyor. Allâh’a olan bağlılığın tazelenme sırası, bir bir yüzümüze çarpıyor.
Her bir dert, mâneviyâtın bereketi olmak için filizlenmeyi bekliyor. Yaratan’a sığınma duygusunun huzurunu yaşamak için değeri gittikçe artıyor. Yaratıcı’ya el açmanın, rûhu doyurma zamanının geldiğini keşfedemedikçe, yol daha da uzuyor. Acı derinleştikçe insan, insana saldırıyor, çaresi de derdi de oymuş gibi...
Bütün hüzünlerin adını “insan” koyuyoruz, sabrın adını “zorluk”, ferahlığın ise “uzak”... Bunca mükemmel yaratılmış kâinâttan ilham alamadan umutsuzluğa kapılıyoruz. Yaratan’ın “Gel!” çağrısını unutuyor, O’nunla muhabbet ederek kudretin tek sahibine sıkıntıları emanet etmeyi erteliyoruz. O huzurun lezzetini, rûh bizden daha iyi biliyor, ancak mühürlü dilimizle mânevî tedavilere setler çekiyoruz.
Oysa yeniden tazelenmek, bir nefes duâ ile baştan aşağı yenilenmek; uzaklarda, aşılması gereken yollar gibi zorluğu olan ütopyalar değil, bizzat bir fısıltı ile içten bir duâ kadar yakın… Huzurun lezzetini başkasının yakasında ya da kuracağı bir cümlede değil, her şey bir “Ol!” demesiyle var olan Yaratan’a karşı samimi muhabbette bulmalı…
Ve böyle bir muhabbetin lutfunda duâya, mânevî kariyere olan bağlılık ile hayatı yeniden keşfetmeli, güçlenmeli...
YORUMLAR