Gecenin aslında ne kadar uzun olduğunu hastalar ve dertliler en iyi bilir. Uyuyan bir insan, gecenin nasıl geçtiğini anlamaz bile!.. Uyku, ne çok derde ilaç ve gece, ne çok sırra perdedidir.
Âmine de derin bir uykunun kollarında günün bütün yorgunluk, endişe ve stresinden kurtulmuş, bambaşka bir âleme yolculuk etmekteydi. Kendisini rüyalar âleminde buldu. Ufak tefek birçok rüya gördükten sonra, bir rüya, sanki bütün gecesini kapladı.
“Kıyamet kopmuştu. Herkes toplanmış, büyük bir meydanda bekleşmekteydi. Her yer insandı. Herkes, “Şimdi ne olacak?” diye bekleşirken amel defterleri açılmaya başlandı. Etrafında pek çok tanıdık vardı. Arkadaşları, âilesi ve tanıdığı insanların sesleri… Ama herkes kendi derdi ile meşguldü; kimsenin kimse ile uğraşacak ne vakti, ne yüzü vardı.
Melekler, her bir insanın başucuna gelip amel defterlerinde yazanları sormaya başladılar. Yenilen içilen, giyilen, yapılan her şeyden sorguya çekiyorlardı. Şu yemeği yedin, doymadın mı? Onun üstüne neden şunu da yedin, bunu da yedin? Yediğin bunca şeyin parasını nasıl kazandın? Bunları hangi parayla aldın? Helâl miydi, haram mıydı? İnsanlar, bunları duydukça çığlık çığlığa ağlıyorlar, sızlıyorlar.
Daha sonra gardroplar açılıyor ve birbir kıyafetler ortaya dökülüyor. “Bu kıyafeti aldın, neden aldın? Örtünmek için mi? Peki bunu niye aldın, şunu niye aldın? Sen bilmiyordun bunların her birinden hesaba çekileceğini? Bunları hangi parayla aldın, helâl mi, haram mı? İhtiyacından fazla olan her şeyin israf olduğunu bilmiyor muydun? Bak, şu senin komşun, açlıktan kıvranıyor. Çocukları, senin evinin iki sokak üstünde, açlıktan uyuyamıyor. Sen bir kere olsun, kapılarını çaldın mı? Şu kıyafetini almak için kaç mahalle, kaç mağaza dolaştın!.. Ya o komşunu bulmak için hiç gayret gösterdin mi?”
Sıra, Âmine’ye geliyor. Pek çok sorular soruyorlar. O da kan-ter içinde… Bir soruya cevap veriyor, peşinden ikincisi… Ona cevap veriyor, bu sefer üçüncüsü… Âmine, bir ara “Amel defterimde hep günahlar kalmış; benim sevaplarım nerede? Abdestimiz vardı, namazımız vardı, okuduğum Kur’ân’lar vardı? Onlar nerede?”
Melekler, “Eğer siz gerçekten o ibadetleri ihlaslı bir şekilde yapsaydınız, sevaplarınız, namazlarınızı kabul olunurdu!.. Allâh’ın sizin gönülsüz yaptığınız ibadetlere ihtiyacı yok!..” diyorlar.
Âmine, bu cevap üzerine kendisini tutamıyor, hüngür hüngür ağlıyor.
Hesabı tamamlananların sevap ve günahları, mizanda tartılmaya başlandı. Günahları ağır gelenler, kıvranmaya başladılar. O dehşet içerisinde, kendilerini cehennemden kurtaracak birilerini aramaya başladılar. Ama herkes aynı dertle muzdaripti. O an, bir grup:
“-Bizi, buradan sadece Peygamber Efendimiz kurtarabilir!” dedi. Ve hep birden seslenmeye başladı:
“-Yetiş yâ Rasûlallah, kurtar bizi!...”
Bir ses yankılandı:
“-Siz, dünyadayken benim sünnetlerime ne kadar uydunuz? Onları ne kadar hayatınıza tatbik ettiniz? Bana ne kadar salavât getirdiniz ki, şimdi ben de sizi burada hatırlayayım?”
Bunun üzerine insanlar, hemen salavât getirmeye başlıyorlar. Çığlık çığlığa ağlamalar yükseliyor. Bu esnada bir ses daha duyuluyor:
“-Artık çok geç!.. Buradaki salavâtlarınız artık bana ulaştırılmaz. Onu dünyadayken yapacaktınız!..”
İnsanlar, nâçâr, feryat ve figanları âdeta göklere yükseliyor. Âmine de Fâtiha sûresini okumaya başlıyor.”
Âniden gözlerini açtığında terden yastığı ıslanmıştı. Rahatladı. Hepsi rüyaymış diye sevindi. Dilinde Fâtiha sûresi… Kendi kendine okumaya devam etti. Yatakta sırt üstü çivilenmiş gibi duruyordu. Uzun müddet yerinden kıpırdayamadı. Bu, nasıl bir rüyaydı? Kendisini ne kadar çok içine çekmişti. Sanki her şeyi o an, bizzat yaşamış gibiydi. Doğruldu. Lavaboya gitti. Abdestini aldı ve namaz kılmaya başladı. Namaz kıldıkça rahatlamış ve içine huzur dolmuştu. Ellerini kaldırdı ve duâ etmeye başladı:
“-Evet, benim âdil bir Rabbim var. Yaptıklarımızın hepsinin hesabını soracak… Ama aynı zamanda ihsan sahibi ve merhametli benim Rabbim!.. Yâ Rabbi, affet beni… Gâfilâne yaşadığım hayat için affet. Senin yolundan uzak geçirdiğim ömrüm için affet… Bilmeden yaptıklarım için affet… Bana hayırlı bir hayat, hayırlı bir iş, hayırlı bir kazanç ve hayırlı bir eş nasib et!.. Ömrümün bundan sonraki günleri, ilk günlerinden daha hayırlı olsun. Ölümüm, hayatımdan; âhiretteki hayatım da dünyada geçirdiğim hayattan daha hayırlı olsun. Madem beni seçtin, huzuruna kabul ettin, bana bunları söylettin; beni de affet. Huzuruna kabul et. Günahlarımı ört, sevaplarımı arttır. Sana giden yolları bana kolaylaştır. Bana, Sana ulaşacak hayır kapılarını aç. Benden râzı ol yâ Rabbi!.. Benden râzı ol yâ Rabbi!.. Benden râzı ol yâ Rabbi!..”
* * *
Kalktı, işe gitmek üzere hazırlandı. Kalbi, pır pır atıyordu. Gece görmüş olduğu rüyanın tesirinden daha kurtulamamıştı. Artık hayatına, kıyametin gölgesi düşmüştü. Kahvaltısını yaptı. Yola çıktı.
İşyerine vardığında arkadaşları yeni yeni geliyordu. Birkaç tanesi, Âmine’yi görünce takıldı:
“-Akşam ne eğlendik ama… Parti için özel dj’ler tutmuşlar; canlı müzik de vardı. Sınırsız içecek, sınırsız eğlence… Ah Âmine, sen de gelmeliydin. Çok şey kaçırdın, çok!..”
Âmine, onlara cevap vermedi. Ama kendi içinde de bir türlü karar veremiyordu. Hayatı, cennet ile cehennem arasında gibiydi. Akşam bambaşka duygular içindeydi, sabah başka duygular… Sâcide Hanımla beraberken bambaşka âlemlere dalıyordu, arkadaşlarıyla beraberken başka… Sanki iç dünyasında iki ayrı kişilik vardı. Bir tarafı, mânevî âlemlerde kanat çırpmaya meyilliydi, öbür tarafı ise dünya hayatına, oyun ve eğlenceye… Her biri, kendisini bambaşka taraflara sürüklüyordu. Âdeta içinde bitip tükenmeyen bir savaş var gibiydi. Ama gücü, her geçen gün tükeniyordu. Bir tarafı seçmeliydi. Tarafsız kalmak da, her iki tarafı birden memnun etmek de çok zordu.
Mesâî başladı. Arkadaşlarının hemen hepsi gelmişti. Ama Tuğçe ile Reyhan yoktu. Tuğçe neyse de, Reyhan’ın gelmemesine içten içe sevindi. Şimdi gelir gelmez kendisini fırçalar, “Neden gelmedin, çok bekledik, ne kadar da nazlıymışsın!” deyip dururdu. Sabah sabah onun bu iğnelemelerini kaldıramazdı.
Birkaç saat geçince dayanamadı, partiye giden arkadaşlarının yanına gitti ve Tuğçe ile Reyhan’ı sordu. Onlar da:
“Aman boş ver onları… Biz gece ikiye kadar oradaydık. Sonra izin aldık, ayrıldık. Onlar eğlenceye dalmışlardı. Herhalde sabaha kadar eğlenmişler, sonra da kalkamamışlardır.” dediler.
Rahat bir nefes aldı. Yerine geçti ve çalışmaya devam etti. Saat on bire geliyordu. Bankanın personel şefi Âdem Bey, yanlarına geldi ve Tuğçe ve Reyhan’ı sordu. Arkadaşları da dün akşam olan bitenlerden bahsedip onlar adına biraz müsamaha istediler.
“Biz, onların işlerini de idare ederiz, siz merak etmeyin.” diye rica ettiler.
Âdem Bey, biraz sitem etti, ama:
“-Eğer öğleye kadar burada olmazlarsa, karışmam!.. Gelir gelmez onları odamda görmek istiyorum.” demeyi de ihmal etmedi.
Onlar da hemen telefonlara sarıldılar. Ne Tuğçe’ye, ne Reyhan’a, hatta ne de Özgür’e ulaşabiliyorlardı. Âmine, arkadaşlarının birbirlerine karşı gösterdiği sahiplenmeyi ve Âdem Bey’in bu konudaki anlayışına biraz şaşırmış, biraz da içerlemişti. Beş dakikalık bir namaz molası için bin dereden su getiren bu adam, şimdi saatleri bulan bu durum karşısında oldukça anlayışlı ve olgun davranıyordu.
Öğlen olmuş, paydos verilmişti. Ama Tuğçe ve Reyhan’dan haber yoktu. Âmine, alıştığı üzere alt kata inip izbe hademe odasında namazını kıldı. Sonra dışarıya çıktı ve arkadaşlarıyla buluştu. Oturup yemek yemeye başladılar. Derken arkadaşı Hayat’ın telefonu çaldı. Sabit bir numaradan arıyorlardı. Hayat, merakla telefonu açtı ve:
“-Sen miydin Reyhan, meraktan öldük!.. Nerelerdesin?” diye sordu.
Bir anda herkes dikkat kesilmişti. Hayat’ın ses ve mimikleri gittikçe değişmeye, yüz hatları gerilmeye başlamıştı. Sık sık ve kesik kesik:
“-Gerçekten mi? Özgür mü? Tuğçe de mi sizle? Biz ne yapabiliriz? Annenlerin haberi var mı? Tamam, bankayı sen merak etme… Biz de mesai çıkışında geliriz…” diyordu. Yüzünün rengi atmıştı.
Masadakilerin hepsi önemli bir şeyler olduğunu anlamışlardı. Meraklı gözlerle Hayat’a bakıyorlardı. Hayat, dudaklarını kemire kemire, sâkin davranmaya çalışarak anlattı.
“-Gece biz ayrıldıktan sonra, asıl âlem başlamış. Özgür, daha önce biraz kokain getirmiş partiye… Üst katta, masayı hazırlamışlar, birer-ikişer demlendikleri esnada evi polis basmış. Onlar, ellerindekini saklayamadan hepsini birden yakalamışlar. Gece yarısından beri nezarettelermiş. Aslında Emniyet, uzun süredir Özgür’ü takip ediyormuş. Nöbetçi savcıya ifade vermişler.”
“-Kimleri içeri almışlar?”
“-O esnada evde kim varsa, hepsini… Ama Özgür ve Bora, baş şüpheli…”
“-Özgür’ü anladık da Bora’nın ne suçu varmış?”
“-Ev, onların evi ya… Partiyi o düzenlemiş. Herhâlde onun için…”
“-Tuğçe ile Reyhan da orada mıymış?”
“-Evet, onlar baskın esnasında alt katta eğleniyorlarmış. Fakat polis, ifadeleri alınıncaya kadar kimseyi serbest bırakmamış. Belki akşama doğru salacaklarını söylemişler.”
Masaya büyük bir sessizlik düştü. Herkes düşüncelere daldı. Âmine, üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi. Eğer akşam Sâcide Hanım’a değil de, Özgür’le beraber Bora’lara gitmiş olsaydı, büyük ihtimalle şimdi kendisi de nezarette olacaktı. Allah, onu korumuştu.
Yemeğin tadı-tuzu kalmamıştı. Zorla masadakileri yediler. Hesabı ödeyip düşünceler içinde işyerlerine döndüler. Hiç birisinin yüzü gülmüyordu. Hayat:
“-Ben Âdem Bey’le görüşür, ona bilgi veririm. Merak etmeyin.” dedi.
Hepsi masalarına dönmüş, işlerine başlamışlardı. Böylece bir-iki saat geçti. Bir ara arkadaşları, Âmine’ye kaş göz işareti yaptılar. Onun bankosunun önünde sahipsiz bir bavul durduğunu fark etmişlerdi. Kapıdaki güvenlik görevlisine de dâhilî telefonla haber vermişler, o da bankanın içindekileri ve personeli boşaltmaya başlamıştı. Âmine de el çantasını alıp alelacele dışarıya çıktı. Bankanın içinde kimse kalmamıştı. Polis de olay yerine intikal etmiş ve bir güvenlik çemberi alınmıştı. Bomba imha ekipleri bekleniyordu. Çok geçmeden onlar da geldi. Herkeste büyük bir panik vardı. Kimse ne yapacağını bilemiyordu. Polis, kalabalığın uzaklaştırılmasını istedi. O sırada Âdem Bey, personelin bugün için izinli olduğunu bildirdi.
“-İsteyen gidebilir.” dedi.
Âmine, büyük bir keşmekeşin içine düşmüştü. Bankada belki bomba vardı, belki yoktu. Ancak Âmine’nin iç dünyasında birbiri ardınca bombalar patlayıp duruyordu. Füsun’un vakitsiz (!) ölümü, ardından iç dünyasında yaşadığı bocalamalar, hayattan kopuşu… Sonra Sâcide Hanım’la tanışması, yepyeni bir hayatın pırıl pırıl akisleri… Yıllardır “vur patlasın, çal oynasın” türünden delicesine geçirdiği bir gençlik devresi ve onun alarm veren sonu… İş ve eğlence arkadaşları… Çevresi, dostları, annesi-babası…
“-Nereye gidiyorum ben?” diye bir kere daha düşündü.
Ayaklarını kendi hâline bırakmıştı. Bir minibüse bindi. Parayı uzattı. Minibüsçü:
“-Nereye?” diye sorunca:
“-Eyüp.” dedi.
Neden bu minibüse binmiş, niye Eyüp Sultan’a gidiyordu. Hiç düşünmedi. Zaten kafasında bin türlü düşünce cirit atıyordu. Daha dün, Özgür’le bir kafede oturmuşlar, uzun uzun sohbet etmişler; âdeta geleceğin provasını yapmışlardı. Bu muydu kendisine âşık olduğu Özgür? Kendisini seven, kendisine hediyeler gönderen Özgür bu muydu? Böyle birisiyle nereye kadar birlikte olabilirdi? Şıpsevdi, zengin mi zengin, ama uyuşturucu mübtelâsı… Bugün beni ölesiye sevdiğini söyleyen bu adam, yarın kiminle birlikte olabilirdi?
Nasıl bir işyerinde çalışıyordu? Buradaki insanların öncelikleri nelerdi? İbadet olunca lüzumsuz, fuzûlî; oyun-eğlence olunca, işte hayat!..
Kafası patlayacak gibiydi. Sâhili görünce, minibüsçüye “İnecek var” dedi ve hemen atladı aşağıya… Derin bir nefes aldı. Denizin, yosunların kokusunu içine çekti. Nereye kaçıyordu, kimden kaçıyordu. Aslında kendisinden kendisine kaçıyordu. Büyük bir çalkantı yaşıyor; doğru bildiklerini, doğru zannettiklerini ölçüp biçiyordu. Hayatının aslında ne kadar boş geçtiğini düşündü. Saatine baktı, ikindi ezânı okunmak üzereydi. Abdesti de vardı. Eyüp Sultan Câmii’ne doğru yöneldi. O sırada ezân başladı. Ezân, Allâh’a dâvet ediyor; Âmine de koşar adım Allâh’ın dâvetine icabet ediyordu.
* * *
Namazını kıldı. Bir anda Sâcide Hanım’la görüşmek istedi. Hem olan biteni onunla konuşmak, hem içindeki fırtınaları bir nebze olsun dindirmek istiyordu. Telefonu çıkardı ve aradı. Sâcide Hanım, her zaman ki gibi:
“-Buyur Âmineciğim.” diyerek telefonu açtı.
“-Sizinle âcilen görüşmem lâzım.” dedi.
Sâcide Hanım şaşırmıştı:
“-Bir şey mi oldu? diye sordu.
“-Önemli bir şey yok. Ama görüşmemiz lâzım.”
“-Neredesin?”
“-Eyüp Sultan’dayım.”
“-Ben birisiyle görüşmeye gidiyorum, istersen sen de gelebilirsin. Vaktin var mı?”
“-Aslında sizinle baş başa konuşmak istiyorum, ama… Vaktim bol.”
“-Merak etme, pişman olmayacaksın. Bekle, ben Eyüb’e geleyim. Oradan birlikte gideriz.”
“-Tamam, bekliyorum.”
Çok geçmemişti ki, telefonu çaldı. Elini çantasına götürürken:
“-Ne çabuk geldi.” diye düşündü.
Arayan Hayat’tı.
“-Ne oldu Hayat?”
“-Merak etme, bankadaki bavul boş çıktı. Biz şimdi, arkadaşlarla toplandık, Emniyet’e gidiyoruz. Sen de gelmek ister misin?”
“-Kusura bakmayın. Çok yorgunum, bir de randevum var. Oraya vardığınızda beni çaldırırsınız. Telefonda da olsa geçmiş olsun dileklerimi iletirim. Tuğçe’ye de, Reyhan’a da selâm söyleyin.”
“-Özgür’e?”
“-Şimdilik ona bir şey söylemeyin. Sonra ben yüzyüze konuşurum.”
“-Okey, görüşürüz.”
“-Tamam, görüşmek üzere…”
Tam telefonu kapattı ki, bu sefer de Sâcide Hanım çaldırmaya başladı. Telefonu açtı, yerini tarif etti. Buluştular. Sâcide Hanım, çok heyecanlıydı:
“-Seninle uzun zamandır birisini tanıştırmak istiyorum.” dedi.
Bu sefer Âmine şaşırmıştı.
“-Kim?”
“-Gördüğünde şok olacaksın. Tanıdıkça çok sevecek ve hayata çok farklı bir gözle bakacaksın.”
“-Gerçekten merak ettim. Ama kopya vermek yok mu?”
“-Aslında medyadan, magazinden tanıdığın bir kimse değil… Kendi hâlinde, evinden dışarı çıkmayan birisi… Hatta odasından çıkmayan, yatağından bile kalkamayan bir kimse… Fakat Allah, ona diğer insanlara vermediği öyle nimetler vermiş ki… O da bunların kıymetini çok iyi bilen bir insan…”
“-Bilmece gibi konuşuyorsun Sâcide Abla. Biraz açıklayabilir misin?”
“-Hadi, şu otobüse binelim de yolda anlatayım sana…”
Otobüse bindiler. Pek kimse yoktu. Arka koltuklardan birisine oturdular. Sâcide Hanım, anlatmaya başladı:
“-Adı Züleyha… Gençlik çağına kadar, her genç kız gibi koşmuş, oynamış. nişanlıyken bir imtihan gelmiş başına… küçük bir kaza sonucu, boynundan aşağısı felç olmuş. O, feryat-figan etmek bir tarafa, «Bu benim Rabbimden gelen bir nimettir. Başkasına değil de bu nimetine bana nasip eden Rabbime şükürler olsun!..» demiş birisi… O sabredip hâline şükrettikçe Allah ona, yattığı yerden birçok perdeler kaldırmış. Onun gönlüne muhabbetini yerleştirmiş. O bunlara ulaştıkça daha çok şükretmiş, daha çok sabretmiş. Tam yirmi yedi yıldır yatalak… Ama onu tanıdıkça bir türlü karar veremeyeceksin; o mu mutlu, biz mi? Benden şimdilik bu kadar…”
“-Sen onunla nasıl tanıştın?”
“-Aslında bu da tamamen Allâh’ın lütfu… Bir arkadaşım koluma girdi ve beni götürdü. O gün bugün sık sık ziyaretine giderim. Bugün de senin nasibin varmış. Sen, telefonda âcilen görüşmemiz lâzım demiştin; hayırdır bir şey mi oldu?”
“-Sorma!.. Bugün çok acayip bir gün geçirdim. Hani akşam bahsettiğim birisi vardı ya, «gâliba birisine âşık oldum» dediğim… O, şu an emniyette… Akşam, arkadaşlarla bir partide kokain çekerken yakalamışlar. Sabah onun şokunu yaşadık. Sonra da bankada bir bomba paniği yaşandı, herkese bugün erken izin verdiler.”
“-Desene, hayatının bombaları peşpeşe patlamış.”
“-Gerçekten öyle oldu.”
“-Allah, seni bu iki bâdireden de kazasız belasız kurtarmış. Allâh’ın sevgili kuluymuşsun. Aslında Rabbimiz, her kulunu ayrı ayrı sever. Her kulunun kendisine dönmesini, kendisini hatırlamasını ister. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor; «Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allâh’ın duyduğu hoşnutluk, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu sevincinden çok daha fazladır.»[1] Bir çölde, bütün su ve erzakının üstünde olduğu deveyi kaybeden kimse nasıl üzülür ve sonra devesini bulduğunda nasıl sevinirse, aynen öyle… Demek ki, Rabbimiz, hiçbir kulundan vazgeçmiyor. Her birinin kendisine dönmesini, kendisini bulmasını istiyor. Ama önce kul, iradesini ortaya koyacak… İlk adımı kul atacak…”
“-Neden ilk adımı kul atacak?”
“-Allah Teâlâ, insana, temiz bir fıtrat vermiş. Devamlı kuzeyi gösteren pusula gibi, insanın fıtratı da hep iyiliklere ve iyilere meyleder durumda… Buna ilâveten bir de akıl ve irade vermiş. Kul, bu ikisinin hakkını vererek Allâh’a dönecek… Eğer Allah, kullarını, kendine kulluk etmeye mecbur etseydi, aklın, iradenin ve dolayısıyla insanın şerefi kalmazdı. İnsan, Allâh’a ulaşmak için geçtiği engeller kadar yücelir. Bir hadîs-i kutsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: «Kul, Allâh’a bir karış yaklaştığında Allah, ona bir adım yaklaşır. Bir adım yaklaştığında, Allah ona bir kulaç yaklaşır. Kul yürüyerek giderse, Allah Teâlâ ona koşarak gider.»[2] Sen, hayatında bir değişiklik yapmaya niyet ettin. Allâh’a doğru adımlar attın; Allah da seni, farkında olmadığın birçok musibet ve belâdan muhafaza etti ve ediyor. Sen, Allâh’a giden yolda adımlarını sıklaştır; Allah da kendisine giden kapıları birbiri ardınca açsın, Âmineciğim…”
“-Sâcide abla… Size ne diyeceğimi, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.”
“-Olur mu Âmineciğim… Biz, bugüne kadar sana ulaşamamak borcumuzu nasıl ödeyeceğiz, onun vebâlinden nasıl kurtulacağız, onu bilemiyorum. Bak, ineceğimiz durağa da geldik. Hadi bakalım hayırlısı… Allah, bize burada ne gibi kapılar açacak bakalım… Bismillah…” (Devam Edecek)
[1] Buhârî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 1.
[2] Buhârî, II, 221; ayrıca bkz: Tevhid, 6982; Rikak, 38.
YORUMLAR