Gönül İkliminden İnciler
İnsanlar; ihtişamlı binâlar inşâ edebilir, gösterişli şehirler kurabilirler. Fakat tantanalı şehirler ve süslü geometrik binalar, asil bir nesil ve keyfiyetli insanlar yetiştiremez. Nitekim demirin ve sanayinin terakkisi, bir fazîletler medeniyeti meydana getirememiş, bilakis zulme vasıta olarak mazlumların yurtlarını mâtem ülkelerine çevirmiştir.
Toplumlara huzur ve saâdet vesilesi olacak keyfiyetli insanlar, ancak gönüllerin mâneviyatla yoğrulduğu, güzel ahlâk ile seviye kazandığı bir âile ikliminde neşv u nemâ bulur. İdeal bir şahsiyet inşâsının temeli, yüksek keyfiyetli ve huzurlu bir âile ocağında atılır.
İşte bu sebeple günümüzde, insanları şahsiyetsiz, kimliksiz, hiçbir âidiyeti olmayan, silik bir karakter olarak global kültürün gönüllü kuklaları hâline getirmek için din ve mukaddesâtla birlikte en çok âile müessesine saldırılar gerçekleştiriliyor. Nikâhsız birliktelikler; hürriyet, rahatlık, mutluluk olarak kabul ettirilmek isteniyor. Fıtrata aykırı yaşayışlar, edepsizlik, hayâsızlık, fuhşiyât, müstehcenlik “normal” hâle getirilmeye çalışılıyor. Buna ilaveten bir de genç nesillerin, en fıtrî bir müessese olan evliliğe âdeta delilik gözüyle bakmalarını sağlamak için, bilhassa medya kanalıyla yoğun bir çaba sarf ediliyor.
Tarih boyunca her medeniyetin bir aile tasavvuru var olagelmiştir. İçtimâî hayat da, ona göre tanzim edilmiştir.
Bugün ise Batı medeniyetinin aile tasavvuru, neredeyse yok hükmündedir.
Zira Batı medeniyetinin temelinde üç unsur var:
• Hristiyanlık var. Kadın onlara göre bir günah vasıtası.
• Yunan felsefesi var. O filozoflarda da aile tefessüh etmiş vaziyette. Cinsî sapıklık normal görülüyor, hattâ övülüyor. Kadın aşağılanıyor.
• Roma kültürü var. O da ahlâkî bir çöküntü... Pompei’de nasıl bir rezillikte oldukları sergileniyor.
Tarihten gelen bu menfîliklere ilâveten, günümüzde de ölçüsüz bir serbestlik, nefsânî hürriyet, çıplaklık, sekülerlik rüzgârında savrulan Batıʼdan aileye dair güzel, faydalı bir şey beklemenin mümkün olmadığı âşikâr. Beslendikleri kültür hastalıklı olduğu için, bugün ne kadar süslerlerse süslesinler, söyledikleri dâimâ; fert için, âile için, toplum için, insanlık için zararlı. Çünkü onların zihin dünyasındaki insan tasavvurunun âdeta hayvandan farkı yok.
Maalesef memleketimizde de, evlilik dışı beraber yaşamayı, yani zinâyı bir hak ve hürriyet olarak savunan bir kesim var.
Bunlar sûret-i haktan görünerek âmiyâne bir tâbirle;
“Bizim kâğıt üzerindeki basit bir imzaya ihtiyacımız yok!” diyorlar ve nikâhsızlığı bir insan hakkıymış gibi savunuyorlar.
Hâlbuki nikâh, sadece kâğıda atılan bir imza değildir. Onun büyük bir mânâsı vardır. Nikâh, iki tarafın Allah adına söz vererek birbirine helâl olmasıdır. Bu sağlam söz neticesinde pek çok hak, hukuk ve vazifeler terettüb eder.
Aslında onların bütün istedikleri, toplumun çekirdeği olan aileyi yıkmak.
Zira onlar biliyorlar ki, ailenin karakteri kaybolursa, toplum ayakta kalamaz. Aile olmazsa, geriye bir sürü kalır. Nefsin esareti altına girmiş kimselere hükmetmek de zor olmaz. Tarih boyunca cephede diz çöktüremedikleri milletimizi içeriden yıkmanın sinsi plânlarını pervâsızca tatbik ediyorlar.
Dolayısıyla, mayası İslâm ile yoğrulmuş medeniyetimizde aile en muhkem kaledir.
En başta aile, insana ait bir keyfiyet, insana has üstün bir vasıftır. Diğer mahlûkatta âile mefhumu yoktur!
Âile yapısının düzgünlüğü, toplumun en kıymetli hazinesidir. Toplumlar dâimâ faziletli ailelerle yükselmiştir.
Bugün Batı, müslümanların âile yapısını yıkmak için, kadının fıtrî ve ulvî vazifelerini, birer esaret gibi gösteriyor. Kadının hürriyeti, kadının çalışması, kadının kariyeri vs. gibi süslü sözler, aslında kadının aileden koparılması, annelikten uzaklaştırılması mânâsına geliyor. Onu ısrarla iş ve tahsil dünyasına çekenler, aslında onu hürleştirmek değil, onun ziynet olan fizikî varlığını istismar etmek istiyorlar. Hâlbuki kaldırım kenarlarında açan çiçekler, er-geç ayaklar altında çiğnenmeye mahkûmdur. Bir pırlantanın çöp tenekesine düşmesi ne kadar hazindir!
Günümüzde kürtaj kasaplarının aralıksız çalıştığı Batı dünyasında nüfus giderek azalıyor. Gönüllerindeki evlât muhabbetinin yerini, tıpkı câhiliyedeki emsalleri gibi, süs köpeği beslemekle doldurmaya çalışıyorlar.
Nitekim; “Katâde’den gelen rivâyete göre, «Câhiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri toprağa gömmelerinin sebebi; kız çocuklarının sağ bırakılıp büyüdükleri takdirde esir edilip ırz ve namuslarının ayaklar altına alınması ve fakirlik korkusu idi.» Bu duruma düşmemek için onlar kız çocuklarını daha küçükken öldürüp onların yerine köpek beslemişlerdir.” (Bkz. Taberî, Tefsîr, VIII, 68, [el-En’âm, 140])
Mahlûkāta şefkat göstermek, onları doyurmak elbette güzel bir haslettir. Ancak süs köpeklerinin evlât yerine konulması, çocuk yetiştirilmeyip onların beslenmesi, tabiî ki, aile ve toplum açısından endişe verici bir husustur.
Batı medeniyetinin kadını tahkir eden ve sömüren bakış açısına mukâbil bizim medeniyetimizde ise kadın;
• En başta kerîme, yani değerli bir kız evlâttır. Kız evlâtlarını güzelce yetiştirenleri Rasûlullah Efendimiz şöyle müjdelemektedir:
“Her kim üç kız çocuğunu veya kız kardeşlerini himaye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lûtuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse Cennetliktir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5147; Tirmizî, Birr, 13/1912)
“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü o kimseyle ben yan yana bulunacağız.” (Müslim, Birr, 149)
• Yine bizim medeniyetimizde sâliha bir hanım, hürmet ve muhabbete lâyık bir refîkadır. Yani varlığı huzur veren bir yol arkadaşıdır, can dostudur, en mahrem sırdaştır.
• Yine sâliha bir hanım -eğer Allah zürriyet nasip etmişse- ömürlük bir teşekküre lâyık olan bir “anne”dir. Şayet Rabbimiz, imtihan îcâbı bir evlât vermemişse de bütün yetimler ve sahipsizler onun evlâdıdır. Nitekim Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in de evlâdı yoktu. Fakat onun üç yüz tane talebesi vardı.
Bir mü’min için, Cennetʼin yolu, sâliha annenin ayakları altından geçer. Nitekim Rasûlullah Efendimiz;
“–Kendisine iyilik etmeme en lâyık olan kimdir?” diye tekrar tekrar suâl eden bir sahâbîsine tam üç kere;
“–Annen.” cevâbını vermiş, daha sonra da “–Baban.” buyurmuştur. (Bkz. Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1)
• Yine anneler, ihtiyarladıkça eli öpülesi sâliha anneanneler ve babaanneler olarak ailenin büyükleri olurlar. Onlara nûrânî bir rehber olurlar.
Eskiden geniş ve büyük aileler vardı. Bugün denildiği gibi “çekirdek aile” yoktu. Bu sebeple de çocuğun güzel ahlâk ile terbiyesinde annenin ve babanın yanı sıra, dedenin, ninenin ve akrabaların çok mühim rolleri olurdu. Yani bir çocuk, her taraftan güzel ahlâk numûnesi insanların nezâretinde yetişerek tabiî şekilde terbiye edilmiş olurdu. Güngörmüş, ağzı duâlı dedelerden ilim ve irfan; İslâm nezâket, zarâfet ve edebiyle kemâl bulmuş ninelerden âdâb ve erkân öğrenilirdi. Böylece evlâtlar, her yönden gelen müsbet telkinlerin bereketiyle sağlam bir şahsiyet ve karakter kazanıyordu.
Maalesef modern(!) hayatın dayattığı yapı, bugün evlâtları o güzel terbiyeden mahrum bıraktı. Dede ve nineler ayrı bir evde. Anne-baba da maîşet temini için iş hayatının koşturmacasında. Dolayısıyla yalnız kalan çocuklarımızın şahsiyet ve karakterini, okulda seküler eğitim sistemi ve arkadaş çevresi, evde ve sokakta ise televizyon ve internet şekillendiriyor. Bu sebeple de evlâtlarımız arasında gafil insanlara özenme ve taklit başladı.
Unutmayalım ki evlâtlar, anne-babalarının ne söylediğine değil, ne yaptığına bakarlar.
Yani anne-babalar, İslâm ahkâm ve ahlâkını yaşayan numûne anne-babalar olurlarsa, evlâtlar da o izden yürürler. Bu sessiz-sedâsız bir tebliğdir ve belki de sözlü olandan daha tesirlidir.
Hazret-i Ömer bir gün diyor ki:
“‒Siz, susarak da İslâm’ı tebliğ edin.”
“–Yâ Halîfe!” diyorlar. “Susarak nasıl tebliğ edilir?”
“–Hâlinizle ve ahlâkınızla.” buyuruyor.
Biz de evlâtlarımıza, talebelerimize ve bütün çevremize hâlimizle örnek olabilmeliyiz.
Şahit oluyoruz ki, üniversiteye giriş imtihanlarında bazı anne-babalar da evlâtları ile beraber geliyor, saatlerce kapıda bekliyorlar.
Evlâtlarının heyecanıyla;
“Acaba yapabilecek mi, kazanabilecek mi?” diye dertleniyor, telâşlanıyorlar. Lâkin taşıdıkları bu dünya endişesine mukâbil, acaba ciğerpârelerinin âhireti için ne kadar endişeleniyorlar?
Unutmayalım ki bizler, bu dünya mektebine, ebedî saâdet berâtını alabilmek için geldik. Hem bu dünyada hem de âhirette kendimiz ve evlâtlarımızın huzur ve saâdet içerisinde olmasını arzu ediyorsak, onların dünya tahsilinde âhiret hakikatini aslâ göz ardı etmememiz îcâb eder. Zira her anne-babanın esas endişe etmesi gereken husus, evlâtlarının ebedî istikbâli olmalı.
Acaba o evlâtlar kıyâmet ve mahşerin dehşetli hâllerinden nasıl çıkacak?
O ateş okyanuslarının ortasına düşerlerse hâlleri ne olacak?
O sert ve abus çehreli kıyâmet günü için evlâtlarımızı ne kadar hazırlayabildik?
Mâlum, her vefat bir hicrandır. Ayrılığın en kötüsü ise kıyamette olacak. Zira cennetliklere;
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ
“Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) şeklinde hitap edilecek. Yani Rabbimiz râzı olduğu kullarını, büyük bir ikram ve iltifatla Cennet’ine dâvet edecek. Fakat aynı sülâleden de gelse, aynı toplumdan da olsa mücrimlere şöyle denilecek:
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)
Dünyadaki beraberlik, orada son bulacak. Orada belki nice karı-koca birbirinden ayrı düşecek. Nice evlâtla anne-baba farklı yolların yolcusu olacak. Dünyada bir arada yaşayan, fakat gönül ibreleri farklı kıblelere bakan hısım-akrabanın, konu-komşunun bir kısmı bir tarafa gidecek, bir kısmı diğer bir tarafa savrulacak. Dehşetli bir ayrılık günü vukū bulacak!..
İşte o gün mahzun olmamak için, bugün hem kendi istikâmetimize dikkat etmeli, hem de Allâh’ın birer emâneti olan evlâtlarımızın mânevî terbiyeleriyle, küçük yaşlarından itibaren güzelce alâkadar olmalıyız.
Rabbimiz, mes’ûliyetini yüklendiğimiz evlâtlarımızı, râzı ve hoşnud olacağı keyfiyette yetiştirebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
SPOTLAR:
t Unutmayalım ki evlâtlar, anne-babalarının ne söylediğine değil, ne yaptığına bakarlar. Yani anne-babalar, İslâm ahkâm ve ahlâkını yaşayan numûne anne-babalar olurlarsa, evlâtlar da o izden yürürler. Bu, sessiz-sedâsız bir tebliğdir ve belki de sözlü olandan daha tesirlidir.
t İslâm, ebedî saâdet reçetesidir. Reçeteyi aldık, kabul ettik ama onda yazılı olan tedavileri, perhizleri tatbik etmiyorsak; “Niçin şifâ bulamıyoruz, âfiyete kavuşamıyoruz?” deme hakkına da sahip değiliz! Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)
YORUMLAR